62 TAVŞANI – Dramatik Öykü

❝İlkokulda, ortaokulda ve lisede teneffüsleri dışarı çıktığı çok nadir olurdu. Sırasına eğilir, defterinin kullanmadığı bir sayfasını açar ve hızlı hızlı çizebildiği tek figürü çizerdi: altılar, ikiler, tavşan, tavşan, tavşan…❞

Dölyatağının rahatlığını özleyen otuz iki yaşında bir cenin, yatağında biraz daha büzüldü ve bedenini tamamen örten kahverengi yorgana sarındı. Yelkovanla akrebin Eros’un büyüsüne kapılmış çiftler gibi üst üste yattığı bu saatte, onun cinsiyeti ve adı belirsizdi. Mutluydu, dolayısıyla duvarları beyaza boyalı, yer yatağı ve saat hariç hiçbir eşyanın olmadığı bu odada huzurlu bir uykuya hazırdı. Yalnızca benlik kitabının satırlarını unuttuğunda mutlu olabiliyordu. 

Anlamsız bir rüyadan uğursuz kalp çarpıntılarıyla uyandığında Eylül kendi varlığıyla yüz yüze geldi. Modern bir Descartes’tı: Acı çekiyorum, öyleyse varım! Henüz bir saat uyuyabildiğini fark eden kadın içini çekerek yerinden kalktı. Yatağını toplamadan ve saçlarını düzeltmeden banyoya girdi. Aynadaki aksiyle karşılaşmaktan çekinerek kapalı tuttuğu gözlerini ıslattı, kirpiklerinin arasını dolduran çapakları temizledi ve gecenin geri kalanını değerlendirmek üzere mutfağa geçip, suyun altını yaktı.

İki sularında kahvesi ellerindeydi, akciğerleri ise sigarayla zehirlenmekteydi. Eylül boşluğa bakıp kuru gözlerle çocukluğunun anılarını seyretmekteydi. “Sus! Saçmalama!” Annesinin sesi aradan geçen yıllardan sonra dahi hâlâ canlıydı. “Saçı başı çalı gibi, şu haline bak!” “Kızım geri zekâlı mısın?” İlkokul öğretmenine ait olan bu son cümle, küçük Eylül’ün işaret parmağını baş hizasında kaldırıp fısıltıya yakın bir sesle anlamadığı bir yeri sormasının ardından kurulmuştu.

Benlik kitabının satırları hep bu türden cümlelerle doluydu. Her bir çift göz jüri olmuştu önünde ve Eylül hiçbir zaman yeterince iyi olamamıştı onların değerlendirmelerinde. Başını eğip susmakta, kaçınmakta bulmuştu çareyi. Bildiği soruya parmak kaldırmayan öğrenci oydu. Üniversite tercihini annesi ve babasına teslim eden oydu. Sevemeyeceği mesleğini elde edip çağrıldığı iş görüşmesinde istediklerini ortaya koyamayan da dayatılan her şartı kabul eden de oydu. 

Saat üçü aşıp dörde vardığında akında kızıl nehirlerin belirginleştiği gözlerle yerinden kalktı. Dünden beri bir işi olmadığı için -patronu onu çocukluğunda işittiklerine kıyasla çok daha nazik cümlelerle işten çıkarmıştı- hayatın akışına yetişme telaşı yoktu. Sabahın midesine bıçaklar saplayan telaşı yerini durgun su misali bir rahatlığa bırakacaktı. Ona dönen her yüzden ve ona dokunan her nazardan utanmayacak; her kelimeden ve her satırdan alınmayacaktı.

Dünya evinin kalın duvarlarından geçip ona erişemeyecekti. Dizlerini karnına çekip başını eğerek dışarıyı unutmak için defterlere ardı ardına altmış iki tavşanları çizmeyecekti. İlkokulda, ortaokulda ve lisede teneffüsleri dışarı çıktığı çok nadir olurdu. Sırasına eğilir, defterinin kullanmadığı bir sayfasını açar ve hızlı hızlı çizebildiği tek figürü çizerdi: altılar, ikiler, tavşan, tavşan, tavşan… Kalabalığın gürültüsünü böylece algılamaz olurdu. Beş dakikalık bir hiçlik yaratırdı kendine.

Ezan sesi pencereden sızdığında daldığı düşüncelerden kurtuldu. Saate gözü ilişti -koridorda, yatak odasındaki kadar büyük olmasa da ufak bir duvar saati asılıydı- ve altıyı birkaç dakika geçtiğini gördü. Odasına girip yatağa usulca oturdu. Bir an için anneannesinin evinin kokusunu aldı, soba sıcaklığı duydu. Eylül tek tarafı soğuk, ağır yorganın altında yatarken anneannesi buz gibi suyla abdest alırdı. Dudakları mırıl mırıl dualarla kıpırdardı.

Saat yedide taze doğan güneşin pırıltıları yokladı gözlerini. İsimsiz, cinsiyetsiz varlık mutlulukla gerindi. Doğrulduğunda ise artık bir kadındı ve adı vardı: Eylül. Ayak parmaklarına dalgın bir ifadeyle baktı. Deliksiz ve uzun süren bir uykuya dalmak için doğru zaman olduğunu düşündü. En çok gündüz uykularını severdi. Böylece geceleri uyanık kalabiliyor ve çılgın kalabalığın bitimsiz meşguliyetinden uzaklaşabiliyordu. Hem, rüyalar da gündüzleri uğramazdı ki ona…

Rüyalara karşı duyduğu huzursuzluk, yaşama karşı duyduğu huzursuzluğa benziyordu. Yargı ve kolluk temalı rüyalar görürdü hep: sorgu, karakol, hapis… Bilinçaltının mahkemelerinde yargılanmak en büyük çekincelerinden biriydi. Eyleme geçmiyordu, çünkü hayalleri yoktu. Hayal kurmuyordu çünkü hem başkalarını hem de kendisini hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu. Atay’ın Işık’ının korkusu onun da içinde yer etmişti. Odasının sadeliği, duvarlarına hiçbir resim asılmamış hali de buradan ileri geliyordu.

Akrep sekizden dokuza doğru kayarken telefonun mutfaktan gelen sesi Eylül’ün kevgire dönmüş uykusuna bir delik daha açtı. Yerinden korkuyla sıçrayan kadın önce gözlerini sıkıca yumup melodinin bitmesini bekledi. İlk çağrı sona erip ikincisi başlayınca ısrarlı çağrıdan kurtuluş olmadığını anladı, eli titremeye ve kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Leydi okullarında eğitim gören bir yeniyetmenin minik adımlarıyla odadan çıktı, koridoru Sina Çölü’ymüşçesine geçti, mutfağa ulaştı.

“Alo!” der demez annesinin sitemleri sonbahar yaprakları gibi dökülmeye başlamıştı. “Niçin telefonu açmıyorsun kızım? Ne oldu sana, neden ilgisiz oldun bu kadar? Kaç gündür aramıyorsun bizi.” “Özür dilerim anne, ben…” “Özür dilemene gerek yok, özlediğim için söyledim. Tek kızımsın sen benim. Elbette, işlerin yoğun oluyor.” “Dün işten ayrıldım anne.” Kısa bir sessizlik oldu. “Ne?” “Öyle işte. Sonra görüşürüz.” “Kızım dur, sakın kapa…”

Ağır ahizelerin yerini dokunmatik telefonlar aldığı için Eylül telefonu aniden kapattığında “Çat!” sesi gelemedi. Yüzünü buruşturdu, herhangi bir ağrı hissetmediği halde kalbini tuttu ve kendisini “Zafere o kadar alışkınım ki en ufak bir yenilgiye katlanamıyorum ve vücudum hemen tepki vermeye başlıyor!” konulu tek kişilik tiyatroya inandırmak istedi. Tek kişilik bir dünyada tökezlemeyecekti, aksilikle karşılaşmayacaktı, bütün işler yerli yerince yürüyordu ne de olsa!

Öğle vaktini tülün ve güneşliğin çekildiği bir odada, televizyonun karşısında, battaniyelere sarılmış halde karşıladı. Yas tutan bir ülkenin bayrakları gibi yarı yarıya inmiş göz kapaklarının ardından Uzak Doğu’ya ait bir aksiyon filmi seyrediyordu. Koltuğun diğer ucunda birkaç gün önce rastgele bir sayfası açılmış ve şu cümleyle karşılaşılınca okunmaya cesaret edilememiş bir kitap duruyordu: “Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok.”

Eylül o koltukta bir taştı, yerinde ağırlaşmıştı. Dünyanın diğer her yerinde onu yargılasalar bile koltuğunun üzerinde o, dünyayı yargılardı. İki eliyle yaptığı, tek diliyle söylediği şeyler için dahi annesini, babasını, eski sevgililerini, arkadaşlarını, büyük devletlerin başkanlarını, sokakta yürüyen insanları sorumlu ilan ederdi. Kör talihine surat asar, böylece Yaradan’ı suçlardı. Derken eski alışkanlığına döner, davalının değişmediği bu mahkemede sonuncu davacı yine kendisi olurdu.

Karnının sabah değil de öğleden sonra ikide acıkması garipti. Eylül’ün vücudu bürokrasinin zavallı bir kurbanı olmuş; davalardan, yoğun duygulardan, içsel gürültülerden henüz fırsat bulmuş ve ihtiyacını bildirmişti. İçini çeken kadın koltuğun diğer ucunda duran Tutunamayanlar’ı eline aldı, rastgele bir sayfasını açtı -noktalama işaretlerinin olmadığı bölüme dek gelmişti- ve yine okumadan bıraktı. Mutfağa geçti. Ekmek arası peynir ve çikolata yedi, zıt tatları severdi.

Tatlı… Tuzlu… Uzunca zamandır hayatının tatlı kısmını bulamıyor, tuzlulukla mücadele ediyordu. Hatta tuza bile hasret kalmıştı yavan geçen günlerinin arasında. Eğer kimi zaman mutluluğu, kimi zaman üzüntüyü; kimi zaman rahatlığı, kimi zaman da telaşı tam olarak hissedebilseydi yaşamanın tadını alabilirdi. Kusursuz, hep mutlulukla geçen bir ömrün ütopya olduğunu bilirdi. Gerçeküstü beklentileri hayata değil özüne yönelikti: Kusursuz olmasını, hata yapmamasını beklediği kişi kendisiydi.

Öğleden sonra dört… Güneş nazlı nazlı ufka inerken Eylül balkona çıktı. Korkuluğa yaslanıp soğuk havadan dolayı ıssızlaşmış parkı seyretti bir süre. Ağaçların, kameriyelerin arasında dolaşma hayali kurdu. Doğrusu bu isteği gerçekleştirmesi beş dakikada giyinmesine, iki dakikada aşağı inmesine bakardı ya! Ne var ki ona hayal, gerçeklikten daha güzel geliyordu. Hayalleri kırıldı diye gerçeklikten taviz vermeyi göze alan birinin başka şekilde davranması umulmazdı.

Odasına döndüğünde saat beş olmuştu ve gelecek günlerin faturaları içine ateş gibi düşmeye başlamıştı. Yaşamını kimseden bir şey istemeden sürdürmek istiyorsa çalışmak ve para kazanmak zorundaydı. Ne yazık ki dünya, kendi isteğiyle köşeye çekilenleri elinden tutup da döngüsünün içine çekmiyordu. Yaşama sevinciyle dopdolu olduğu halde çeşitli imkânsızlıklardan dolayı yoksun düşenlere yardım elini uzatmıyordu ki özgür iradesini kullanıp da Diyojen’in fıçısına girenlere lütfetsin!

Eylül iç sesine itiraz ettiğinde, saat altıyı geçiyordu. Kendisi gibi bir nadanı, dünyanın şatafatını reddetmiş bir filozofla bir tutmaması gerektiğini düşünüyordu. Uzanamadığı ciğere murdar diyen bir kedi nasıl kendisini aslanlar ile bir sayabilirdi? Bu kedi ne ciğere haris türdeşlerinin arasına karışabiliyor ne de ciğerden bütünüyle vazgeçebiliyordu. Arafta kalmıştı. Zıt yönlerden çeken iki mıknatısın arasına konulmuş demir bilye misali hareketsiz; ağır ve paslıydı.

İşte yedi… Sabah uyumuş, akşam uyanmıştı. Bu iki gardiyan vardiyalı bir şekilde çalışır, gezegenin mahpuslarının başında dururlardı. Görevlerini iyi yaparlardı, kanıtı da şuydu: Sabah ve akşamın mütemadi döngüsünden hangi dünya vatandaşı kurtarabilmişti paçasını? Eylül perdeleri mümkün olduğunca açmıyor, böylece onları görmezden gelerek protesto ediyordu. Bu yüzden tek kişilik hücre hapsiyle cezalandırılsa da sorun değildi, çünkü Sartre namlı bir adamın deyimiyle “başkaları cehennemdi”.

Saat sekiz oldu ve kadın, telefonla görüştü görüşeli ilk kez konuştu. “Ah!” dedi. “Ne iyi! Bugünü de tükettik fazla utanmadan.” Uyuyarak adını ve cinsiyetini unutma ümidiyle yatağa yattı. Geçmiş saatlerde ihtiyacını fazlasıyla karşıladığından mütevellit, çabası olduğu yerde dönüp durmakla sonuçlandı. Neden sonra uyumak için vücudunu zorlamak yerine, uyuma taklidi yapmaya karar verdi. Gandi’nin de doğruladığı üzere, uyuma taklidi yapan birini kimse uyandıramazdı.

Örtüye sarıldı, gözlerini kapattı, bilinci vızır vızır çalışırken hareketsiz durdu. Bu sırada telefon tekrar çalmaya başlamış; üç beş çağrı art arda dizilmişti ama Eylül yerinden kalkmadı. Eylemsizlik ne güzel bir fizik kanunuydu! Bu halde dış dünyadan koptukça koptu. Saatin dokuz olduğunu, parkın önündeki caddeden geçen arabaların farlarının eve vuran ışığını, gökyüzünde sürüklenen bulutları, evde sıkılıp parka çıkan iki çocuğun neşeli şakıyışlarını bilmedi.

Oturduğu apartmanın önüne park eden arabayı fark etmedi. Merdivenlerden gelen ayak seslerini işitmedi. Dairenin kapısı parmak boğumlarıyla çalındığında daha fazla üç maymun oyununa devam edemedi, gözlerini açtı. Yerinden hızlıca doğruldu, koridoru geçti. Saat bu sırada ona gelmiş, gece yarısına iki saatten daha az zaman kalmıştı. Kapıyı, deliğinden bakmadan açtı. Annesiyle babasıydı gelen, bunca yolu aşan, onu bile isteye seçtiği yoksunluk uykusundan uyandıran.

İçi dolmuştu, o kadar ki hiçbir şey söylemeden annesine sarıldı. Yıllarca hapis yattıktan sonra suçsuzluğu anlaşılan bir insan misali hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Utanmadı, sınır koymadı, yargılamadı ve yargılanmadı. Yirmi dört saatini, altmış iki kelimelik paragraflara hapseden öz lanetini kıramasa da koyu perdelerini bir parça olsun araladı. Bu özgür anın içerisinde zihninde tek bir sayı tekrarlandı: altmış iki, altmış iki, altmış iki…

Not: Öyküdeki tüm paragraflar altmış iki kelimeden oluşmaktadır.

Liste(leri) seçin:
Bu alan gereklidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir