❝Aslında ev sahibi, kiracısının başka hiçbir sözüne sinirlenmiş görünmüyordu. “Cebinde akrep var” demesine, “moruk” demesine, borçlu olan o değilmiş gibi nice hakaretlerine… Ancak akıl hastanesine kapatılması gereken bir bunak olduğunu söyleyince yüzü değişmiş ve bu söylediğini yaşatacağını söylemişti. Delirtecekti, ne yapıp edip akıl hastanesine kapattıracaktı.❞
2020’nin Haziran ayında Cem’den Dinle kanalının düzenlediği yarışma için yazdığım ve üçüncü sırada yer alan korku öyküsünü tek parça halinde buradan okuyabilirsiniz.
Kirli sakallarının gölgesi yüzünde uzayan adam mum ışığının titreşen gölgesiyle aydınlık halkayı ayıran sınırda parmağını gezdiriyordu.
Tuna’nın hayatı son yirmi gündür garip bir yola girmişti. Kira borcu yüzünden gayrimenkul zengini ev sahibiyle yaşadığı tartışma istediğinden daha sert geçmiş; yüzlerce kira gelirinin arasında bir ufak daireden geciken parayı idare edemediği için cimri olmakla suçladığı herif “sandığından daha güçlü olduğunu” ve “o son söylediğini yaşatacağını” söyleyerek onu tehdit etmişti.
Aslında ev sahibi, kiracısının başka hiçbir sözüne sinirlenmiş görünmüyordu. “Cebinde akrep var” demesine, “moruk” demesine, borçlu olan o değilmiş gibi nice hakaretlerine… Ancak akıl hastanesine kapatılması gereken bir bunak olduğunu söyleyince yüzü değişmiş ve bu söylediğini yaşatacağını söylemişti. Delirtecekti, ne yapıp edip akıl hastanesine kapattıracaktı.
Tuna bu gözdağına gülüp geçmişti. Ne var ki bunak olduğuna bu olayla daha da emin olduğu ev sahibinin başarısız girişimleri keyfini kaçırmaya yetiyordu. Elektriklerin yokluğunu garipsemiyor, karanlık odada mum yakıyor ve başına oturup bütün bunları ev sahibinin yaptırdığını mahkemede nasıl kanıtlayacağını bulmaya çalışıyordu. Altıncı kesintinin sonunda “Yeter!” diyerek ayağa kalktı ve mütevazı bekâr evinin eşyalarına göz gezdirdi. Taşınmak varken neden uğraşıyordu ki?
Ertesi gün işlemleri başlattı. Levazımları bir koliye doldururken diğer elinde telefon, nakliye şirketiyle görüştü. Yakın bir arkadaşından yüklü borç aldı. Paranın bir kısmını nakliyecilere verirken diğer kısmıyla kira borcunu kapatmak, kontratı yırtıp atabilmek ve bu aptalca durumdan kurtulabilmek için ev sahibini araması gerekiyordu. Telefonunu karıştırdı ve Kamil Maraş yazılı numaraya dokundu. Sinyal sesini dinledi.
“İyi günler, ben…”
“Özür dilemek için mi aradın?”
Genç, içini çekti.
“Hala bir şansın var.” dedi davudi sesiyle ev sahibi. “Bana bunak ve deli dediğin için özür dile, ben de seni rahat bırakayım.”
Tuna dudaklarını birbirine bastırdı. Gülümseme denilebilirdi buna, tiksinti ve inatla karışık. “Kirayı geciktirdiğim için özür dilerim.” dedi. “Dediğim diğer her şey için özür dilerim ama ‘bunak’ için dilemiyorum. Yaşlılığınızla barışın Kamil Bey.”
Kamil’in yüz ifadesini hayal ettikçe tuhaf gülümsemesi sırıtmaya dönüşüyordu. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra “Peki!” dedi ev sahibi. “Sen yolunu seçtin. Borcunu hesabıma gönder, kontratı kapatıyorum.”
Telefonu kapatan eski kiracı duvara yaslanıp bir keyif sigarası yaktı. Üstün gelmek mutluluk hormonu salgılanmasına neden olmuş ve bütün olumsuzlukları hafızasından silip atmıştı.
Bu yüzden öğleden sonra telefonu çaldığında Tuna, kardeşinin onu neden aradığını hatırlayamadı.
“Bu ne sürpriz!” diye açtı. “Hangi rüzgâr yazdı numaramı oraya? Ha, deyimi değiştirince pek anlamlı olmadı.”
“Ağabey!” dedi hattın diğer ucundaki kadın. “Randevu…”
Bu sözcüğü duyar duymaz Tuna’nın yüzü düştü.
“Unuttum deme sakın! Bir daha doktorun boş vaktini bulamayız bak. Ona muayene olmak isteyen o kadar insan var ki… Ülkenin en iyi psikiyatristlerinden biri ve Capgras sendromu üzerinde birçok çalışma yapmış…”
Capgras sendromu sanrılı bir rahatsızlıktı. Bu sendroma yakalanan hastalar tanıdıklarının, hatta bazen kendilerinin tıpatıp benzerleri ile değiştirildiğine inanıyordu.
“Tamam, Tülay.” diye kesti ağabey, kardeşinin sözünü. “Kaç kez anlatacaksın? Mehmet Ali Bey Türkiye’nin en iyi psikiyatristi, benim derdimi şıp diye çözer, tamam ama ben gitmek istemiyorum.”
“Ağabey…” dedi kadın bir kez daha. Sesi kısılmış, fısıltı ve mırıldanma arası bir hale bürünmüştü. “Geçen ay yaşadıklarımızı bir daha yaşamak istemiyorum ben.”
Tuna yutkundu ve yumruğunu ağzına değdirdi. Tartışmadan on gün önceydi, bir kafeteryada kardeşi ile buluşmuşlardı. Her şey yolunda görünüyordu ancak kötü sezgiler görüşme sırasında içini yoklamıştı. Yapay hissetmişti Tuna, tam anlamıyla yapay. Sanki yanı başında oturan kişi kardeşi değil de, kardeşinin kılığına girmiş bir yabancıymış gibi…
“Bir anlık bir şeydi!” diye itiraz etti. “Ben… Hasta falan değilim. Bak, şu an öyle bir şey yok. Sen sensin. Şu an seninle konuştuğuma eminim.”
Hattın diğer ucundaki kadın “Bir kez muayene ol.” diye diretti. “Tehlikeli bir şey değilse doktor söyler zaten. Seni almaya geliyorum, tamam mı? Arabadayım şu an. Görüşürüz.”
Telefon kapandı. Tülay’ın arabada olması hoparlörü açarak konuştuğu anlamına geliyordu bu da, sesinin boğuk ve fazlasıyla… -Tuna doğru sözcüğü aradı- …yapay işitilmesini açıklıyordu.
Hayır, o hasta değildi. Adı “kaparo”ya benzeyen o garip sendroma yakalanmamıştı. Sırf bunu kanıtlamak için kardeşinin arabasına binecek ve sağlıklı olduğunu doktorun ağzından duyacaktı.
PSİKİYATRİST İLE RANDEVU
Çok geçmeden Tuna kendisini kardeşinin gri arabasının ön yolcu koltuğunda buldu. Gündelik hal hatırdan sonra, radyoda keyifli bir parça çalarken gerginleşti ve suratını astı. Yabancı birinin arabasında olduğunu sezdi, bir şeyler yanlışmış gibi, bir şeyler yapaymış gibi. İşte, kafeteryadaki hisleri geri dönüyordu! Beynini bir kez daha hayaletler dolduruyordu.
“Hayır…” dedi ağzının içinden, avucunun içine tırnaklarını bastırdı. “Öyle bir şey yok.”
“Hı?” dedi kardeş radyonun sesini kısarak. “Bir şey mi dedin?”
“Yo…” dedi adam, soğuk soğuk terlerken gerginliğini gülümsemesinin ardına gizledi. “Şarkı dilime dolandı da…”
Bunun üzerine Tülay hiçbir şey demeden sesi yeniden açtı. Yirmi dakika sonra araba çoktan psikiyatristin özel kliniğinin önünde park etmişti.
Kadın, arabadan inmeden önce “Elektriklerim durduk yere kesiliyor mu demiştin?” diye sordu.
“Durduk yere değil.” dedi içini çeken adam. “O adam yapıyor.”
“Kim?”
“Kamil Maraş, ev sahibi. Sigortaları kapattırıyor.”
“Böyle bir şey yapması…” dedi kadın, tereddütle. “Çok mantıksız değil mi? Beni yanlış anlama ama zaten oturduğun bina oldukça eski ve kendiliğinden arızalanması…”
Tuna sesini yükseltti. “Saçma sapan konuşma! Hiç arızalanmayan sigortalar o tartışmadan sonra tesadüfen mi atmaya başladı zırt pırt? Yoksa sen bana inanmıyor musun? Paranoyak olduğumu mu düşünüyorsun?”
“Bir şey düşünmüyorum. Son günlerde seni anlayamıyorum ağabey.” dedi Tülay, derin bir nefes alarak. Arabadan indi ve diğer tarafa geçerek kapıyı açtı.
“Hadi.”
Siyah mermerle döşenmiş temiz zemin, kliniğin sosyoekonomik durumu üstlerde olan birine ait olduğunu gözler önüne seriyordu. İtalik bir fontla “Prof. Dr. M. Ali Kaşmar” yazılmış şık tabelanın süslediği kapıyı çaldılar. Sekreterden doktorun müsait olduğunu öğrendikten sonra içeri girdiler. Doktor kır saçlı, sakalsız, zayıfça bir adamdı. Omuzları dikti, koltukları işaret ederken “Buyurun,” diyen sesi gürdü. Bütün bu özellikler, Tuna’ya Kamil Maraş’ı andırmıştı.
Kafeteryada yaşadıklarını anlatırken bu benzetme giderek yeni bir sanrıya dönüştü, sanki doktor ev sahibinin ta kendisiydi. Sanki Kamil Maraş’ın yargıç olduğu bir mahkemede zanlı olarak konuşuyor gibiydi, bu yüzden gerginliği arttı ve elleri titremeye başladı.
Bu hali doktorun gözünden kaçmadı. “Neyiniz var?”
“Dürüst olacağım.” dedi Tuna, Tülay’a bakarak. “Ben, galiba… Siz siz değilmişsiniz gibi geliyor. Kardeşim de kardeşim değil. Siz kimsiniz? Bilmiyorum ama siz değilsiniz… Yani…”
M. Ali Kaşmar kaşlarını çattı. Kollarını bağlayarak dinlemeye devam etti.
“Ben şu, şey, adını hatırlayamadım, şey-gras sendromuna mı yakalandım?”
Psikiyatrist başını salladı ve sakince “Zindan Adası filmini izlediniz mi?” diye sordu.
“İzledim.” dedi bir süre düşünen Tuna. “Yıllar önce. Niçin sordunuz?”
“Filmde olayların nasıl çözüldüğünü hatırlıyor musunuz? Hekim, Teddy’ye deniz fenerindeki odada ne demişti?”
Huzursuzca arkasını dönen adam önce kapıya, sonra yeniden doktorun yüzüne baktı. “Bilmiyorum.”
“Harry Potter’ın farklı dillere çevrilen versiyonlarında Tom Riddle karakterinin tam adı neden farklıdır? Mesela asıl dilinde Tom Marvolo Riddle, neden Türkçe çeviride Tom Marvoldo Riddle olmuştur?”
“Bilmiyorum.” dedi Tuna, bağırarak tekrarladı. “Bilmiyorum!”
“Dan Brown kitaplarında hangi yöntemi çok sever? Anagram, ha? Hiç mi duymadın?”
Duymadınız değil, duymadın demişti. “Siz”in güvenli resmiyetinden “sen”in tekinsiz samimiliğine hızlı bir geçişti.
“Neden bunları soruyorsunuz, neden bunları söylüyorsunuz?” Genç adam çoktan ayağa kalkmıştı, yüzü kıpkırmızı kesilmişti. “Ne anagramı? Ne alaka benim hastalığımla?”
“Sakin olun.” dedi doktor. “Adımı söyler misiniz?”
Diğer adam derin soluklar alarak sakinleşmeye çalıştı. “Mehmet… Ali…”
“Mehmet Ali değil. Tabelada yazdığı gibi. M-ali.”
Anagram, bir kelimedeki harflerin yerini degistirerek yeni bir kelime üretmek demekti. “M. Ali Kaşmar” adını aklına aldı Tuna, harflerini böldü. Kaşmar… M. Ali… Maraş… Kamil…
“Hayır!” diye fırladı ayağa, ses tellerini yırtarcasına bağırdı. “Seni bunak pislik! Sen o’sun!” Kardeşine doğru döndü. “Nasıl alet oldun buna? Kaç para verdi sana bu adi oyuna alet olman için?”
“Tülay da kim?” dedi kadın, koltuğuna iyice yaslanmıştı, yüzünde muzaffer bir gülümseme vardı.
“O kadar kolay oldu ki…” diye gülümsedi doktor. “Plastik makyaj, profesyonel bir aktör, bu bina, bu oda… Senden alacağım kira bedelinin birkaç yüz katını harcadım ama değdi. O kadar kolay kandın ki Tuna. Sahi, beyninde aksaklıklar varken hangi cesaretle bunak dedin bana? Bu eksikliğini kullanabileceğimi hiç düşünmedin mi? Uyarmadım mı, son bir şans vermedim mi? Sana, sandığından daha güçlüyüm demedim mi? Soyadın neydi bu arada?”
Ayaktaki, polisi arayacağı yönünde tehditler savuruyordu. Ne var ki jammer yoluyla telefon sinyallerinin kesilmiş, kameraların ise planlı bir arızayla kapatılmış olduğunun farkında değildi. Doktor bir kâğıt kalem çıkardı ve öfkesine gark olan insanın adıyla soyadını yazdı: Tuna Umut.
“Şimdi bir psikiyatrist olarak,” dedi, “Delirip bize saldırdığını söyleyeceğim. Mahkeme zoruyla akıl hastanesine kapatılman için dilekçe vereceğim. İtirazda bulunamayacaksın, çünkü -hani tesadüf ya- evden kaçmış olacaksın. Hastaneye gitmemek için kaçmışsın yani. Dış dünya seni bir daha bulamayacak ve giderek unutacak. Bu sırada evimin bodrumunda deli gömleğiyle sözünün bedelini ödüyor olacaksın. Elektrik… Ağır ilaçlar…”
Masanın üzerinde bir dergiden kesildiği belli olan kâğıt parçasında şunlar yazıyordu:“Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir. (Hallac-ı Mansur)”
Sözün altında ad ve soyad, onun altında da yeni bir anagram vardı: Tamu*, unut.
*tamu: cehennem