Bütün yaşananların ortasında sözcüklerin, düşüncelerin ağırlığını taşıyacağını düşünmek son derece zorlaşmış bulunuyor. Savaş, sözcükleri tüketip bitirdi; sözcükler iyice zayıfladı, sözcüklerin iler tutar bir tarafı kalmadı…
Başkalarının Acısına Bakmak – Susan Sontag

Dokuz ana bölümden ve bir ek bölümden oluşan bu kitapta, yazar, savaş fotoğraflarının psikolojik ve toplumsal etkilerini çeşitli yönleriyle inceliyor.
Virginia Woolf’un, Londralı bir avukatın “Sizce savaşı nasıl önleriz?”
sorusuna cevap olarak yazdığı Üç Gine adlı kitaptan bahsederek başlayan yazar,
Woolf’un savaşa ait bir vahşet fotoğrafına bakan kişilerin aynı duyguları
hissettiğinden söz açar. Dehşet ve tiksinti… “Savaş uğursuzluktur,” hissi.
Ardından “Sizce savaşı nasıl önleriz?” sorusunun gizli öznesi “biz”i
sorgular. “Biz” derken kimdir? Diğer ülkelerde yaşayan, kendilerine bizzat
zararı dokunmasa da savaştan insani olarak kaygı duyacak kişilerdir. Dünya
kamuoyudur. Ancak güvende olan insanlar, gündelik hayatın akışı içerisinde uzak
bir yerde olan savaşı görmezden gelebilirler, “bana dokunmayan yılan bin
yaşasın” misali. İşte burada savaş fotoğrafları devreye girer ve bu konuları “gerçek”
kılar.
Günümüzden bir örnek vermek gerekirse Aylan Bebek’in sahile vurmuş cesedinin
fotoğrafı, gözünüzün önüne geldiğine eminim, Suriye’deki iç savaşın insanlık
dışı sonuçlarını vicdanlarımıza vurmuştu. Öyle bir fotoğraf olmasa fazla
araştırmaz, etkilenmezdik. Vikipedi’den şu alıntıya
tıklayarak bakınız.
Savaş fotoğraflarının tek etkisi, insanları genel bir savaş karşıtlığına
yöneltmek değildir. Bu fotoğraflar politik olarak da kullanılabilirler. Burada,
yazar, Yugoslavya’nın dağılışı esnasında, bir köyün topa tutulmasıyla öldürülen
aynı çocukların fotoğraflarının hem Sırpların hem de Hırvatların
propaganda dosyaları içinde yer aldığını örnekler ve ekler: “Yazısını
değiştirirseniz, çocukların ölümü kolaylıkla yeniden ve yeniden kullanılabilme
özelliğine sahiptir.”
Günümüzden bir örnek ekleyeyim yine buraya. Rusya – Ukrayna savaşında da
internette dezenformasyonlar başını alıp gitmedi mi?
Bir savaşın tarafı olan insanların, kendi taraftarlarının yaptığı vahşet
fotoğraflarına karşı inkar tavrına girdiğinden de bahsedilmektedir.
Vahşet fotoğrafları, kitabın yazarına göre, birbirine zıt tepkiler
uyandırabilir. “Bu bir barış çağrısı olabilir. Veya bir öç çığlığı olabilir. Ya
da sadece, fotoğrafik bilgilerin sürekli belleğe atılıp üst üste yığılması
sonucunda, yaşanan korkunç şeylere dair bir kafa karışıklığı yaratabilir.”
Yazar, okura, fotoğraflara karşı hissedecekleri güçlü duygusal tepkilerin
akılcı bir sorgulamaya engel olmaması gerektiğini de hatırlatır. Gösterilenler
kadar gösterilmeyenler de vardır çünkü.
İkinci bölüm, fotoğrafçılığın diğer iletişim yollarına üstünlüğüne
odaklanır. Kitabın yazıldığı 2003 yılında internet yaygın olmadığı için,
yazar, her gün dünyanın dört bir köşesinde olup bitenlerin
bilinebileceğinden bahsetmenin abartı olduğunu belirtir ama bence 2023 yılı
için artık abartı olmadığını söyleyebilirim. Görüşünü de TV ve radyodaki
haberlerin süzüldüğünü ve kısa bir süre sonra gündemden kalktığına dayandırır
ve kurgusal bir farkındalık yarattıklarını söyler.
Yazara göre haber metni ya da videolarının aksine fotoğraf kalıcıdır ve “hâlâ
daha derinden bir can acıtma, insan zihninde daha derin bir iz bırakma gücüne
sahiptir. Bu haliyle fotoğraf bir alıntıya, veya bir veciz söze, veya bir
özdeyişe benzer. Hepimiz kendi zihnimizde, anında hatırlanmaya hazır yüzlerce
fotoğraf biriktiririz.”
Fotoğrafçılığın itici gücü, sarsıcı ve dramatik görüntülerdir. Bu, savaş
fotoğrafları için de böyledir. “1839 yılında kameranın icat edilişinden beri,
fotoğraf sanatı ölümle hep haşır neşir olmuştur.” Düşüncelerin ağırlığını,
onlarca sözcük yerine tek bir fotoğraf karesi taşıyabilir.
Üçüncü bölümün konusu, acıların ikonografisidir. Yunan mitolojisindeki
trajedileri temsil eden heykellerden ve acı dolu sahneler içeren
Hristiyan ikonlarından söz açan yazar “Anlaşılan o ki, acı çeken bedenleri
gösteren resimlere karşı duyulan iştahlı merak, neredeyse çıplak bedenlere
gösterilen arzulu merak kadar şiddetlidir.” tespitine ulaşır.
Acının görsel hale getirilmesinde amaçlanan şey insanları harekete geçirmek,
empati kurdurmak veya eğitmek olsa da, bir tür meydan okuma da içerir: Buna
bakabilir misiniz? “Bir görüntüye irkilmeden bakabilmenin yatıştırıcı bir
tarafı vardır. Ama irkilmenin de ayrı bir hazzı vardır.”
Dolayısıyla insanın ıstırap verici sahnelere bakmaktan zevk alan bir tarafı
vardır. O acıyı hafifletecek bir şeyler yapabilecek konumda
değilsek, hepimiz kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa
olsun dikizci sayılırız, yazara göre.
17. yüzyılda çeşitli Avrupalı sanatçıların o dönemki Fransız işgalleri
karşısında savaşın dehşetini tasvir eden oyma baskı resimlerini anlattıktan
sonra bu eserlerin yapılış hedefinin de o görüntülere bakanları
uyandırmak, sarsarak şok etmek ve derinden yaralamak olduğunu söyler.
Resim ve fotoğraf arasındaki farkı anlatır. Resim bir sentezdir, ressamın
hafızasında kalanı aktarmasıdır. Burada anlatılan sanatçılardan Fransisco de
Goya, her resmin altına notlar yazmıştır mesela. “Ben bunu gördüm”, “Bu
gerçekti”, “Barbarlar!” gibi… Fotoğrafta buna gerek yoktur. Fotoğraf, olanı
direkt, çıplak bir şekilde gösterir.
Ardından, savaş fotoğrafçılığının tarihine geçer. Savaş fotoğrafçılığı,
savaş şiirleri gibi insanları asker olmaya ve savaşa teşvik için kullanılmıştır
ilk başta. Çekilmeden önce mizansen ayarlanmış ya da sonradan üzerinde
oynanmıştır. Bu ise hayal kırıklığı yaratır çünkü fotoğrafın gerçeği gösterme
gücünü elinden alır.
“Poz olarak hazırlanarak çekildiklerini öğrenince özellikle hayal
kırıklığına uğradığımız fotoğraflar, diğer öğeler bir yana, aşkı ve ölümü
doruğa çıkaran mahrem ânları kaydettiği düşünülen fotoğraflardır. … Biz
her zaman, fotoğrafçının aşk ve ölüm evinde bir casus olmasını, fotoğrafı
çekilenlerin de kameranın farkında olmamalarını, ‘kendilerini bırakmış, en doğal
halleriyle’ kalmalarını arzu ederiz.”
Dördüncü bölümde, fotoğrafın, ölüm ânını adeta mumyalayarak
sonsuzlaştırdığından bahseder. Bu anlarda yalnızca ölümün kendisi vardır. Ölen
kişi ya da kişiler, çoğunlukla meçhuldürler. ”… fotoğrafını çektiği kişiler,
sonsuza değin bir yığın, bir yekûn olarak kalmışlardır: meçhul kurbanlar.”
Çünkü savaş insanın bireyliğini yok eder. ”Virginia Woolf, … savaşın
caniliğinin kapsamının bireyler olarak hatta bir tür olarak insanın tam da
kendi ayırt edici özelliklerini yok ettiği görüşünü dile getirmiştir.
Devletlerin savaş fotoğrafları üzerinde uyguladığı sansürü anlatır. Bu
fotoğrafların halk ya da diğer askerler üzerinde yapacağı etkiye göre
devletler, kimi zaman, bu içerikleri yasaklamayı seçmişlerdir.
Ayrıca savaşın geçtiği coğrafya da acıların açık olarak belgelenme ve
gösterilme derecesini de etkilemektedir. ”Savaşın geçtiği yer ne kadar
uzak ya da egzotik olursa, ölüleri ve ölmekte olan kişileri tam cepheden
gösteren resimlere sahip olma ihtimalimiz de o ölçüde artmaktadır.” Afrika
gibi… Asya gibi… Beyaz olmayan insanlar gibi… Yani beyaz insanın acısı
bile farklı, daha saygıdeğer sayılıyor.
“Genel olarak bakıldığında, yayın organlarında çıkan fotoğraflarda
gösterilen feci biçimde sakatlanıp yaralanmış bedenler Asyalılara ya da
Afrikalılara aittir. Bu gazetecilik âdeti, egzotik (yani, sömürgeleştirilmiş)
insanları çekinmeden teşhir etmeyi matah belleyen ve kökü yüzyıllara dayalı bir
pratiğin mirasıdır: nitekim, Afrikalılar ve uzak Asya ülkelerinin sakinleri, on
altıncı yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına değin Londra, Paris ve diğer
Avrupa başkentlerinde açılan etnolojik sergilerde hayvanat bahçesi hayvanları
gibi teşhir edilmişlerdir.”
Beşinci bölüm, savaş ve barışın insan algısındaki yerini konu edinir. Modern
etik duyguların temelinde dünya barışı ütopik bile olsa olması gerekendir,
esastır. Savaş ise sapkınlıktır, istisnadır, durdurulamaz olsa bile. Tarihte
ise tam tersidir. Barış istisna, savaş kuraldır.
Ardından yine aynı bölümde bu tür fotoğraflardaki güzellik kavramını
sorgular. Istırap manzaralarına güzellik katılabilir mi? Bir yıkım fotoğrafı,
güzel olabilir mi? Estetik, sanat ve savaş fotoğrafları arasındaki ilişki
nedir? Fotoğrafçılığın dönüştürücü gücü nedir?
Sanırım biraz hızlanmalıyım, çünkü böyle giderse kitabın yarısı uzunluğunda
özet olacak. O kadar isabetli tespitler var ki hiçbirini atlamak istemiyorum.
Kapsamlı ve özlü bir kitap, referansları o kadar geniş ki, Platon’dan Da Vinci’ye,
Fransisco de Goya’dan Baudelaire’e, yani adını hiç duymadığım bir
sürü ressam, yazar, yönetmen, fotoğrafçı… Ek bölümünde ise yazarın ödül
alırken yaptığı konuşma var. “… edebiyat özgürlüğün ta kendisidir!” diye
bitiyor. Enfes.
Kitapta Bahsi Geçen Eserler:
- Virginia Woolf – Üç Gine (Three Guineas)
- Ernst Friedrich – Savaşa Karşı Savaş (Krieg dem Kriege)
- Abel Gance – Suçluyorum (J’accuse) link burada.
- Goltzius – Cadmus’un Yoldaşlarını Yiyen Ejderha (The Dragon Devouring the Companions of Cadmus) link burada.
- Jacques Callot – Savaşın Sefaleti ve Talihsizliği (Les Misères et les Malheurs de la Guerre) link burada.
- Francisco de Goya – Savaşın Felaketleri (Los Desastres de la Guerra) link burada.
- Edmund Gosse – Baba ve Oğul (Father and Son)