Bu öykü, Kitap Cumhuriyeti’nin yayınladığı “Gezegenin Etrafındaki Kadınlar” antolojisinde yayınlanmıştır.
Derlerdi ki insanın yazgısı toprağa gömülüymüş. Tanrı, insanın çamurunu topraktan yoğurmuştu; topraktan çıkan bitkiyle ve topraktan çıkanı yiyen hayvanlarla beslemişti onu. Toprağı yoğuran insan tuğlalar yapmış, toprağı kazıp madenlere ulaşmıştı. Toprağa nice milyon yıllar önce gömülen canlıların kalıntılarıyla ısınıp enerji üretmişti. Medeniyeti toprağa kök salmıştı. İlkel devirlerden teknolojinin başını döndürdüğü devirlere, insan, topraktan hiç ayrılmamıştı.
Başı dönmüştü insanın ve döngünlüğü bittiğinde dünyayı bir felakete sürüklemiş olarak buldu. Havayı, suyu, toprağı geri dönüşsüz bir şekilde kirletmiş, her beş canlı türünden dördünü yok etmişti. Önceden yeterli kalsiyum alamayan kadınların menopoz sonrası değişen hormon düzeylerinden dolayı başına gelen kemik erimesi, artık ergenlik sonrası her iki cinsiyette de görülmekteydi. Ortalama ömür uzunluğu azalmıştı, birçokları yirmi beş yaşına yetişemez oldu.
Gemiler uzaydan döndü, robotlar evlerden çekildi. Yüksek teknolojik imkanlar mühim devlet işlerine ayrıldı. Tıp, toprağa döndü ve mühendislikle birleşti. Kemik erimesini önleyen bir tedavi bulamadı ama yapay iskelet üretmeyi başardı. Bir ameliyatla iskeleti muadiliyle değiştirmek mümkün oldu. Doğal kemikler gibi içi boş olarak tasarlanan yapay kemiklere hastadan alınan kemik iliği yerleştiriliyordu. Dış kısım ise altın, platin, polikarbon ve camdan yapılabiliyordu, alaşım ve karışımlar insan tenine uyum sağlaması için özel olarak ayarlanıyordu.
Polikarbon ucuzdu ve gelir düzeyi düşük insanlara yönelikti. Doğal kemiğe ve diğer malzemelere göre hafifti. Cam ise pazarlama harikasıydı. Saydam ve pırıl pırıl bir iskelet taşımak, kırılganlığına rağmen kimilerine çekici geliyordu. Cam iskelet kullanan kişi kemiklerinin kırılıp etini delmemesi için daima dikkatle ve zarafetle hareket etmek zorundaydı.
Cam kemiklerle ayakta durmak ya da yürümek mümkündü ama yavaş ve özenli olmak gerekirdi. Buna rağmen en risksiz pozisyon, yatmak ya da ergonomik bir koltukta oturmaktı. Koşmak, bisiklet sürmek, spor yapmak zaten imkansızdı. Kalemle yazı yazmak, diş sıkmak, ayağı masaya vurup tempo tutmak gibi mikro baskı içeren hareketler de tehlikeliydi. Bağırmak, fazlaca derin nefes almak, çok ve yüksek sesli konuşmak da kaburgalar ve çene kemiği açısından risk arz ediyordu. Hafifçe gülümsemek, kahkaha atmamak, yavaş bir sesle az konuşmak gerekiyordu.
Bazı zengin aileler cam kemiklerin, genç kızlarının terbiyesi için en uygun seçenek olduğunu düşündü. Zaman içerisinde metal alaşım kemiklerin erkeklere, cam kemiklerin ise kadınlara uygun olduğu fikri toplumda yayıldı.
Yirmi yaşına gelenler ameliyat olur, altın ve platin iskelet takılanlar üç ayda iyileşirken, cam iskelet taşıyanlar bir yıla yakın parmaklarını bile kıpırdatamadıkları bir alışma dönemi geçirirlerdi.
Cam kemik taşıyan kadınlar ev işi de dahil hiçbir iş yapamazlardı. Böylece ev yardımcılığı sektörü güçlendi. Ekonomik yapı sosyal yapıyı belirlediğinden, zamanla toplum iki sınıfa ayrılmıştı: hizmetçiler ve asiller. Nesiller boyu ev yardımcılığı yapan aileler ortaya çıkmıştı. Yardımcılar kadın erkek fark etmeksizin polikarbon kemik kullanıyor ve sadakatle zengin ailelere hizmet ediyorlardı.
Bu zorluklara rağmen cam kemikli kadınlar doğum yapmaya teşvik edilirdi. Doğumda leğen kemikleri kırılır, tekrar ameliyat gerekir, bu zorluklar ise “anneliğin fedakarlığı” olarak kutsanırdı. Doğum yapmak istemeyen asil kadın hoş görülmezdi.
İş dünyasının geri kalanı tamamen asil erkeklere aitti. Kadınlara ise yalnızca iki sektörün kapısı açıktı, birisi zaten ev yardımcılığı yapan bir aileden gelenler için yardımcılık, diğeri de fuhuş. Seks işçiliği yasa dışı olmasına rağmen, evinde tatmin olamayan erkekler sayesinde patlama yapmıştı.
Seks işçisi kadınlar, muhabbet tellallarıyla ameliyat öncesi sözleşme imzalar, merdiven altı kliniklerde ucuz metal alaşımlı kemiklerini taktırır, alışma dönemi bile bitmeden patronlarına borç ödemek için çalışmaya başlarlardı. Borç faizle sürekli artar ve borçlular yaşlanana kadar bitmezdi.
Bu durum bir yandan toplumun, kadınlar için metal alaşımlı kemikleri fahişelikle özdeşleştirmesine neden oluyor, diğer yandan seks işçisi bir kadının bu işi bırakmasını olanaksız hale getiriyordu. Kadına metalden iskelet, altına ateşle dağlanmış namussuzluk damgası gibiydi.
Böylece sınıflar aşılmaz sınırlarla bölündü. Sınıflaşmayla birlikte toplumda gelenekselliğe verilen önem arttı. Günlük rutinler kraliyet alayına dönüştü, kahvaltılar bile tören havasında yapılır oldu. Her ailede ufak tefek farklılık gösteren alışıldık düzen, mali müşavir Bernel’in mütevazı iki katlı konağında şu şekildeydi:
Evin yardımcıları -üç kişilik çekirdek aileydi: Ayya, kocası Kohna ve on dokuz yaşındaki kızı Rayen- gün doğumuyla birlikte kalkardı. Ayya ortalığı süpürüp toz alırken Rayen hem kendilerine hem de ev sahiplerine ayrı kahvaltılar hazırlar, Kohna da bahçe işlerini yapardı.
Mutfakta toplanır, sabahlık yiyeceklerini yerler, böylece ev sahiplerini uyandırma vakti gelirdi. Evin erkekleri, kadınlardan yarım saat sonra uyandırılırdı ki bu arada geçen zaman, evin cam kemikli kadınlarının, hizmetçilerinin yardımıyla hazırlanıp kahvaltı salonuna inmeleri için gereken süreydi.
Yardımsız yürüyebiliyorlardı ama yavaş yavaş… Porselen sarayda gezer gibi…
İsimler de bu gelenekselleşmeden nasibini almıştı. Özellikle asil kadınların isimleri çok uzun olurdu, aile arasında kısaltarak seslenseler de yabancıların onları isimlerinin tam haliyle çağırması gerekirdi.
Nimfastella ve Voladnadora, “Ella” ve “Dora”, Bernel’in iki kızıydı, birisi yirmi iki, diğeri yirmi dört yaşındaydı. İkisi de ameliyat geçirmesine rağmen henüz evlenmemişlerdi. Dora nişan atmıştı. Ella ise taliplileri arasından seçim yapmaya çalışıyordu.
Mahralusiya, “Lusi”, Bernel’in karısıydı. Elli dört yaşında olmasına rağmen çocuksu, tombul ve sevimli bir yüzü vardı. Kişiliği de yüzü gibi neşeliydi.
Tarkha, Ella’dan birkaç ay küçüktü. Motor tutkunuydu. Bu tutkusunu henüz gelir kapısına dönüştürememiş olsa da yarışmalara katılıyordu.
Rayen işlerinden arta kalan vakitte Tarkha ile vakit geçirirdi. Genç adamın annesine çeken tombul yüzünün aksine, genç kızın dar yanakları ve derin gamzeleri vardı. Siyah giyinmeyi, zincirli takıları, motor sürmeyi severdi. Kaşları düz, saçları dalgalı ve kısacıktı.
Birbirlerinden hoşlanıyorlardı ama bunu hiçbir zaman itiraf etmediler, gerçi ikisi de biliyordu ama dile getirme gereği duymadılar. İlişkileri on yıl sonra da böyle, yarı arkadaş yarı sevgili halinde sürüp gidecekti. Tarkha bir asil ailenin cam kemikli kızıyla, Rayen de bir hizmetçinin oğluyla evlenecekti; yardımcıların aile sadakati gereği Rayen ve kocası, Tarkha ve karısının yaşayacağı yeni konakta çalışmaya başlayacaktı; büyük yanaklı adam ve dalgalı saçlı kız aralarındaki aynı samimiyeti ve statü farkını koruyacaktı. Kavuşma tutkusu ve ayrılık korkusundan uzak, günleri dolu dizgin geçiyordu.
Ne var ki hayatın daima bir B planı vardı.
Rayen, annesi ve babasını bir trafik kazasında kaybetti. Bernel ailesi, genç kızın yas dönemini dinlenerek geçirmesine izin verdi. Bu dönemi yardımcısız idare etmeye çalıştılar çünkü eve kabul edilecek aile güvenilir olmak zorundaydı; ama evde üç cam kemikli kadın olunca bu pek mümkün olmadı.
Dalgalı saçlı kız ailesinin acısıyla birlikte evden atılmaktan da korktuğu için kimse ondan talep etmemesine rağmen evin bütün işlerini tek başına yetiştirmeye çalışıyordu. Biraz da kıskanıyordu. Çünkü Bernel konağı onun doğduğu, büyüdüğü, ait olduğu yerdi. Kimliğinde yazan aile ismiydi. Başkası bu konağın hizmetçiliğini yapmamalıydı çünkü on yıllardır Rayen’in ataları hizmet ediyordu Bernel’in atalarına.
Soyadları geçmişte kalmıştı, artık aile adları vardı. Asil aile bireylerinin adı, aile babasının adıyla aynıydı. Örneğin Bernel’in kimliğinde “Bernel Bernel”, Ella’nın kimliğinde “Nimfastella Bernel” yazıyordu. Tarkha’nın kimliğinde “Tarkha Bernel” yazarken evlendiğinde bu “Tarkha Tarkha” olarak değişecekti, kız kardeşlerin aile adları ise eşlerinin adı olacaktı. Hizmetçilerin kimliğinde de hizmet ettikleri aile babasının adı yazardı ama bir farkla, araya “ast” gelirdi, “Kohna ast-Bernel” ya da “Rayen ast-Bernel” gibi.
Rayen, bu aile adının yalnızca “ast-Tarkha” ile değişmesine tahammül edebilirdi.
Kaza üzerinden bir mevsim geçmiş, yağmur bulutları gökyüzünü griye doyurur olmuştu. Tarkha motosiklet sürmeye çıkmaz olmuştu, tıpkı kardeşleri gibi gününü konakta geçiriyordu. Her vakti boştu; önceden Kohna’ya ait olan bahçe işlerini yapıyor, eski eşyaları tamir ediyor, atık malzemelerden eşya yapmaya çalışıyordu.
Bu durumdan memnun olmayan Bernel, oğluna gün aşırı nutuk çekse de onu “gerçek bir iş” bulmaya ikna edemiyordu. “Gerçek iş”ten kastı, motor sürme ve maceracılık içermeyen, ofiste yapılan hesap kitap işleriydi. Sabahtan akşama kadar bir sürü şirketin muhasebesiyle uğraşan Bernel, akşamları çalışma odasında, gece lambasının loş ışığında düşünüyor, oğlunu “gerçek bir erkek olmaya” cezbedecek bir yol bulmaya çalışıyordu.
Toplumun mutabakatıyla belirlenmiş sınırlar, dünyanın ve gerçekliğin de sınırlarıydı. Dışarıda kalan, “gerçeklik”ten atılır ve itibara değer görmezdi. Bernel oğlunu sınırların içine yaklaştırmak için bir adım dışarıya atmaya karar verdi.
Yıldırımların geceyi gündüz kıldığı bir akşam, oğlunu çalışma odasına çağırdı. Tarkha, azarlanacağı düşüncesiyle, suratından düşen bin parça olarak içeri girmiş, ayakta kalmış, halı desenini incelemeye başlamıştı.
“Otur oğlum.”
Tarkha’nın sesi fısıltı gibiydi. “Peki baba.” Odadaki diğer sandalyenin ucuna ilişiverdi ve gözlerini yerden kaldırmadı.
“Rayen hakkında ne düşünüyorsun?”
Genç, sanki mümkünmüş gibi başını biraz daha eğdi. “B-bilmem,” dedi kekeleyerek. “Rayen işte. Yardımcımız.”
“Her zaman birlikte dolaşıyorsunuz.”
“Yani… İlgi alanlarımız aynı. Motosikleti seviyor. Neden sordun ki?”
“Duygularını o kadar saklayamıyorsun ki Tarkha… Ben senin babanım, en yakın dostundan daha yakınım. Rayen’i sevdiğini biliyorum.”
Tombul yüzlü adam irkildi. Babasının gözlerine bir an için baktı, sonra tekrar bakışlarını kaçırdı. İnkâr etmek için ağzını açtı ama hiç ses çıkaramadı. Çırılçıplak yakalanmış gibi utanıyordu.
“Çekinme,” diyordu baba. “Anlıyorum. Hak veriyorum. Niçin bunca zaman çalışmak istemediğini şimdi anlıyorum?”
“Nedenmiş ki?” dedi Tarkha, nefes alabildiğinde.
“Çalışmaya başladığında iş çevrenden bir adamın kızıyla evlenmen gerekecek, oysa sen Rayen’den başkasını istemiyorsun. Seni anlıyorum.”
“Başka türlü olamaz, baba.”
“Neden olmasın?” dedi Bernel. “Rayen’in büyük büyük dedeleri, benim dedelerime hizmet ettiler. Beni Rayen’in babaannesi büyüttü, sizi de Ayya. Bu kökleşmiş sadakate bir vefa göstermek gerekir. Rayen’i cemiyette asil olarak ilan edelim ve sonra da düğününüzü yapalım.”
Tarkha sevinçten teşekkür etmeyi unuttu.
“Rayen gelecek ay 20 yaşına basıyor. Kemik değiştirme ameliyatına çok yakında girecek.” dedi Bernel. “Polikarbon yerine o da cam kemikli asil bir hanımefendi olacak. Bir insanın başına gelebilecek en büyük talih, değil mi?”
Rayen aynı fikirde değildi. Haberi Tarkha’dan alınca sahile kadar koşmuş, asitlik oranı yüksek olduğu için girilmesi yasak olan denizin birkaç karış uzağına kadar gelip diz çökerek ağlamaya başlamıştı. Gözyaşları kumlara düşüp denize karışıyordu.
Demek ki kemikleri camdan olacaktı.
Bir daha koşamayacak, motosikletin ön çatalını sıkı sıkı tutamayacak, gönlünce gezip dolaşamayacak, üzerini değiştirmek için bile hizmetçilere muhtaç olacaktı.
Çocukluğunu birlikte koşu yarışı yaparak geçirdiği Ella, bugün camdan onu izlemekle yetiniyordu. Koşarken yüzüne vuran rüzgâra hasret Rayen de Ella gibi koltuğuna çakılı kalacaktı. Bu, bir kuşun kanatlarını kesmek kadar korkunçtu.
Yıllar evvel, bahçedeki taşa oturup gitarı parmaklarını parçalarcasına çalan ve bağıra bağıra şarkı söyleyen Dora gibi onun da şarkıları susacaktı. Gür, güzel sesli Dora şimdi derin nefes almadan, kısık sesle mırıldanabiliyordu.
“Soylu acılarımı değişmem bin adi sevince,
Kalbimi kemikler gibi parçalarım ellerimle.”
Bir adım daha atıp denize girmek istedi. Bedeni erir, suya karışır, özgürlüğe ulaşırdı. Bir kez acı çekerdi, kemiklerinin kırılacağı korkusuyla her an değil. Niçin nefesini kaburgalarını düşünerek alsın?
Tarkha’nın beline sarılıp motosikletin arkasında fırtınaya dönüşmeyecekse niçin evlensin?
Kemiklerin malzemesi bir tabuydu, ağzını açamadı. Bulutlar omuzlarına çökmüş gibi dolaştı.
Birkaç kez tereddütle hizmetçi olarak doğduğunu ve öyle kalması gerektiğini söylemeye çalıştı. Eğer evlenirlerse eskisi gibi motor süremeyeceklerini, doyasıya sarılamayacaklarını hatırlatmaya çalıştı, üstü kapalı. Kimse onu anlamıyordu, en çok da Tarkha. Sevgilisi sevinçten sarhoş olmuş gibiydi. “Sen asil olacaksın, biz evleneceğiz, daha iyi ne olabilir ki?” diye dolaşıyordu.
Lusi, hareket kısıtlılığı yüzünden yaşadığı zorlukları övünçle anlatıyordu. “Doğum sırasında öyle acı çektim ki cehenneme düştüğümü sandım. Dora doğduğunda iki yıl tekrar alışma dönemi geçirdim, bebeği göğsüme bastırarak emzirmem bile yasaktı.”
Rayen’in tereddüdünü gördüğünde meşhur şarkıdan alıntı yaparak “Bunlar soylu acılar, asaletin acıları.” diyordu. “Ne mutlu ki sana da nasip oldu. Sevinmelisin, yavrucuğum!”
Dora, kardeşi yerine koyduğu hizmetçi kızın asil olmasından memnun olsa da cam kemiklerin ondan götüreceklerinin de farkındaydı. “Yetişkin olmanın en zor tarafı… Ne yapalım, yazgımız böyle. Her beyazın içinde bir siyahlık vardır. Çokça iyilik için azıcık zorluğa katlanmalı.”
Ella henüz bir yıl önce alışma dönemini bitirmişti, çocukluktaki hareketli günlerini özlüyor, yeni durağan hayatına tahammül edemiyordu. “Suçlu biziz! İnsanlık gezegeni kirlettiği için bugün bir oyuncak bebek gibi yaşamak zorundayız. Eskiden insanlar altmış yaşına kadar sapasağlam kemiklerle yaşıyorlarmış, ah!”
Gamzeli kız öğrenilmiş çaresizlikten doğan avuntulara kanamıyordu. Polikarbon kemik istiyor ama dillendirmeye çekiniyordu. Bir sabah Ella’nın saçlarını tararken ağzından kaçırıverdi.
Sözlerinin ipek gibi uzun saçları olan evin küçük kızında yaptığı etki kahkaha arzusu olmuştu. Karnını tuta tuta gülmek istese de dudaklarını yumup bu hissi bastırmaya çalıştı. Yoksa kaburga kemikleri kırılırdı.
“Âlemsin! Hem asil olacaksın hem de polikarbon kemiklerin olacak, öyle mi?”
“Olmaz mı?”
Ella başını yavaşça çevirip Rayen’in gözlerinin içine baktı, suratında bir sırıtma vardı. “Sence olur mu?”
“Olur diye düşünüyorum, hanımefendi. Beyefendiye diyeceğim.”
Hizmetçiler, himaye eden ailenin bireyleriyle ne kadar samimi olurlarsa olsunlar laubalilikten uzak dururlardı. Rayen, Ella ve Dora’ya asla “sen” demez ya da adlarıyla hitap etmezdi. “Hanımefendi” derdi, illa ayırmak gerektiğinde ise saygı hitabı ekleyip tam adlarını söylerdi.
“Adın çıkar.” dedi Ella.
“Affedersiniz, doğrusu anlayamadım.”
“Çünkü çok masumsun!” Ayıp bir söz söylüyormuşçasına fısıldadı. “Eşini aldatmak istediğini düşünürler.”
Dalgalı saçlı kız, kafasına balyoz vurulmuş gibi hissetti. Tarak elinde, şaşkın bir şekilde aynaya baktı. “Alakasını kuramadım.”
“Cam kemikli kadınlar aşk koltuğuna bağlanmadan seks yapamaz.” dedi Ella bir sır ifşa ediyormuşçasına. “Cam kemik demek, sadece kocanla seks yapacağını garantilemek demek. Böyle bir garantin yoksa senden şüphelenirler. Biz boşuna mı bu eziyeti çekiyoruz?”
Diğeri omzunu silkti. “Aman, ne saçmaymış! Hizmetçi kadınlarda polikarbon kemik olur. Hepsi eşini mi aldatıyor?”
“Asillerin dünyası başkadır.”
“Tarak tutamıyor, çorabını giyemiyor, kahkaha bile atamıyor, yok edici bir asalet” diye düşündü Rayen. İpek saçları taramayı bitirmişti, şimdi eğilmiş, Ella’nın çoraplarını giydiriyordu. “Bizim dünyamız daha iyi. Keşke Tarkha bu tarafa gelseydi,” diye mırıldandı.
“Tarkha hizmetçi mi olsaydı?” diyen evin ortanca evladı bir kahkaha atağını daha bastırdı. “Yakışırdı. Zaten evde hizmetçi gibi takılıyor, en azından maaş alırdı.”
Başka bir gün Rayen, polikarbon kemik taşıyan bir asil olup olamayacağını Dora’ya temkinli bir tavırla sordu: kendi istiyormuş gibi değil de öylesine merak etmiş gibi.
“Bu, kadını aşağılamak sayılır,” dedi evin büyük kızı. “Polikarbon ev içi çalışanlara uygun olarak üretilmiş bir malzeme. Erkek altın kemik taşırken, eşi de aynı kıymette bir malzeme taşımalı. Bu da kemik camıdır. Sakın camın değerli bir maden olmadığını söyleme. Pencere camıyla kemik camının formülü farklı. Kemik camı, altınla yarışır fiyatta.”
Rayen sorunun devamını getiremedi. “O halde kadınlar da altın kemik taşısın,” diyemedi, düşünürken bile yüzü kızarıyordu. Toplum, önyargıyı zihinlere ekmiş, erkeklerin rahatça taşıdığı bir malzemeyi kadınlar için utançla özdeşleştirmeyi başarmıştı.
Hizmetçi kız odadan çıkarken Dora şarkının devamını mırıldanıyordu:
“Ruhum ışıldarken başka neyin değeri var, söyle.
Yere düşmüş vazo misali tuzla buz olsam bile.”
Geçen zamanın ikliminde endişeler kümebulut, gözyaşları yağmur oldu. İlk kez bir doğum gününü içinde dolmuş bir denizle geçirdi. Ailenin yanında mutlu rolü yaptı, yatağına çekildiğinde ise nefesi kesilene kadar ağladı. Hastanede kemiklerinin boyu ölçüldü. Ameliyat günü altı ay sonrasına alındı.
Bu süre zarfında genç çift için bir konak tutulacak, içine eşyalar alınacak, düğün organize edilecek ve Rayen, cemiyete asil olarak takdim edilecekti. “Rayen Tarkha” yazacaktı kimliğinde, onu herkes böyle bilecekti.
Bernel, yeni yardımcılar için ilan vermişti. Artık ofise gitmiyor, Lusi’yle birlikte konağının bahçesinde ilan için gelenlerle iş görüşmesi yapıyordu. Bir günde belki üç, belki beş aile geliyordu fakat evin babası hiçbirini uygun görmemişti.
Referansları yeterli olmayan yardımcı aileler için iş bulmak genel olarak zordu çünkü asil aileler yıllardır yaşanan olaylardan dolayı çok seçiciydi. Haberler kötü niyetli yardımcıların işlediği hırsızlık, cinayet, taciz, tecavüz gibi suçlarla dolu olurdu. Bilhassa asil kadınlar cam kemiklerinden dolayı savunmasızdı.
Rayen içten içe bu durumdan memnundu, yıllarca ölen anne ve babasının iş yükünü de taşıyabilirdi, yeter ki eve yabancı bir aile gelmesin. Bir mucize olsun, diye umuyordu, Bernel onu asil ilan etmekten vazgeçsin.
Mevsime uymayan sıcak bir sabah, Lusi, onu uyandırmak için odasına gelen Rayen’e yarım saat daha yatmak istediğini söyledi. Bernel ise tam tersi standart saatinden daha erken kalkmış, arka bahçede öylesine dolanıyordu. Tarkha uyuyordu. Ella ve Dora canları kahvaltı istemediği için balkonda çay içiyordu.
Bu sırada kapı çaldı. Rayen, gelen her kimse kasıtlı bir şekilde epeyce beklettikten sonra gönülsüzce aşağı inip kapıyı açtı.
“Ne iş sevdasıymış yahu, gitmediler,” diye söylendi.
Ne var ki zile basan, genç kızın alıştığı gibi iş arayan bir yardımcı aile değildi. Bir kadındı. Rayen dumura uğradı çünkü kadın ne asiller gibi gösterişli uzun elbiseler giyiyor ne de hizmetçiler gibi iddiasız gündelik elbiseler giyiniyordu.
Sim dökülmüş gibi parlayan platin sarısı uzun saçlarını salmıştı. Simli ve koyu siyah göz makyajı vardı. Dizlerine kadar gelen siyah, zarif bir elbise giymişti. Kadın telaşlı bir şekilde içeri girip kapıyı kapattı ve hizmetçi kızı “Ne bakıyorsun öyle be!” diye azarladı. “Bernel’i çağır. Hadi!”
Kaşlarını çatan Rayen giderek yükselen bir tonla “Affedersiniz, siz kimsiniz?” diye sordu.
“İvorya. Bernel beni çok iyi tanır. Sen çağırmıyorsan ben gidip bulurum.” İçeri doğru bağırdı. “Bernoş!”
“Susun hanımefendi, lütfen oturun,” dedi hizmetçi, telaşla. “Çağırıyorum.”
Arka bahçeye seğirtirken bir yandan da “Bernoş, ha?” diye mırıldanıyordu.
“Beyefendi.” derken Rayen gülmemek için kendini zor tuttu. “Size Bernoş diye hitap eden bir misafirimiz geldi. İsmi İvorya’ymış. Onu çok iyi tanıyormuşsunuz.”
“Ne!” dedi adam. “Defet onu. Derhal!”
Bu sırada içeriden ses geldi. Normal şartlar altında ses yalıtımı iyi olduğu için evin içindeki bir sesin dışarıdan duyulması zordu. “Bernoş, geliyorum oraya!”
“Hay aksi.” Ev babasının suratı limon yemiş gibiydi. “Rayen,” dedi. “Misafirle çalışma odamda özel konuşacağım. Kimse aşağı inmesin, sakın! Oyala herkesi. Özellikle Lusi’yi.”
Talimatı verdikten sonra fare gibi içeri sıvışıverdi. Hizmetçi kız Bernel’in ne ara ortadan kaybolduğunu anlamadı.
Bir süre merdivende nöbet tuttuktan sonra merakına yenildi. İlk kez yardımcı etiğine ters düştü. Çalışma odasının kapısına yaklaşıp kulağını dayadı ve içeriyi dinledi. Anladığı kadarıyla Bernel, bu tuhaf giyimli kadından bir hizmet satın almış ve ücretini ödememişti.
Rayen dinlemeye devam ederken “Neler oluyor burada?” diyen bir sesle irkildi.
Ella merdivenlerden inmiş, son basamakta bekliyordu. Tavandaki camdan pembe elbisesine güneş ışığı vuruyordu.
“Hanımefendi, kendi başınıza mı aşağı indiniz? Yardım isteseydiniz. Size bir şey olmasın.”
“İyiyim ben, merak etme de…” Gözleriyle çalışma odasını işaret etti.
“Ha, o mu? Şey…” Kem küm ettikten sonra olanları ve işittiklerini aktardı.
“Anladım,” dedi Ella, önemsiz bir konudan bahseder gibi. “Bir fahişe. Neyse, yukarı çıkayım da babam görmesin, utanabilir.”
Yardımcı kızın gözleri hayal kırıklığıyla büyüdü. “Şaka mı? A-ama… Beyefendi evli.”
“Senin şu saflığın beni öldürecek. Gel de yukarıda anlatayım. Babama kapı dinlerken yakalanma.”
Hava ışıl ışıldı, gökyüzü masmaviydi ve bahçeden çiçek kokuları geliyordu. Elleri fincandan zarar görmesin diye içi yumuşak eldiven takan kardeşler çaylarını yudumluyordu. Rayen’in de önünde bir fincan vardı ama dokunamamıştı. Hâlâ Bernel’in Lusi’yi İvorya’yla aldattığı gerçeğini sindirmeye çalışıyordu.
“Hani geçen aşk koltuğu hakkında konuştuk ya, aslında o, zevki yok eden bir şey,” dedi Ella. “Bir partnerin hareketsiz olması cinsel zevki büyük oranda öldürür. Bu yüzden evli erkekler ihtiyaçlarını gidermek için fahişelere giderler.”
“Yani eşlerini aldatırlar. Bunu normal mi görüyorsunuz?”
“Can sıkıcı ama yaygın ve normal,” dedi Dora. “Ayrıca aldatma sayılmaz. Çünkü eşlerini hâlâ çok severler. Bir rahatlama hizmeti olarak düşün, masaj yaptırıyormuş gibi. Sana hiçbir zaman itiraf etmeyecek ama kardeşim de gidecek.”
“Mümkün değil,” dedi Rayen. Suratı kıpkırmızı olmuştu. “Asla kabul etmem.”
Derin bir nefes alıp “Hanımefendiler,” dedi. “Delirmediysem, rüya görmüyorsam, siz önce bir kadına cam kemik takılarak onun engelli bırakılmasını, daha sonra da engelli olduğu için eşinin tatmini dışarıda aramasını normal görüyorsunuz, öyle mi? Bunun, cam kemik taktırmamak gibi, çok daha basit bir çözümü yok mu?”
Dora içini çekip başını çevirdi. Ella, “Hâlâ anlayamıyorsun,” dedi. “Çikolatalı kek olarak düşün. Çikolata tatlıdır ama keki ayakta tutamaz, sadece tat versin diye eklenmiştir. Kekin asıl unsuru ise undur. Undan tatlı olmasını bekleyemezsin ama keki var eder. Burada un, ev kadınlarıdır. Ev kadını zevkinden feragat eder ve cam kemikleriyle sadakatini ortaya koyar. Zevk ise işleri gereği sadık olamayacak hayat kadınlarına kalır.”
“Bir saniye, bir saniye,” dedi hizmetçi kız. “Hanımefendi, siz sadakati ortaya koymak için cam kemiğin şart olduğunu mu söylüyorsunuz?”
“Tabii ki. Çünkü fiziksel olarak…”
“Sözünüzü balla kesiyorum. Benim kötülük yapmama sebebim, yalnızca o kötülüğü yapacak fırsat bulamamaksa, bu beni iyi bir insan mı yapar?”
“Sonuçta kötülük yapmamış oluyorsun.”
“Niyetimin hiçbir önemi yok mu? Kötülüğü kalbimde taşımanın hiçbir önemi yok mu? Kadınları sadakatsizlik edebilirler diye engelli bırakmak, işlemedikleri bir suç için önden cezalandırmak değil midir? Büyük beyefendi, büyük hanımefendiyi aldatmış. O halde cam kemik ona takılsaydı keşke! Burada cinsiyetler arası korkunç bir adaletsizlik yok mu?”
Ella ve Dora bolca metaforla yeni geleneği izah etmeye çalışsalar da ikna etmekten oldukça uzak kaldılar. Kendileri bile söylediklerine inanmıyor gibiydi. Eğer Tarkha onu bırakıp metal kemikli kadınlara gidecekse, diye düşündü Rayen, o da altından bir iskelet taktırırdı.
Koşardı, motora binerdi, sevdiği her şeyi yapardı, nefes almakla yetinmez, yaşardı.
Rayen altın iskelet taktırma kararını bildirdiğinde Tarkha’nın ilk tepkisi elini alnına dokundurmak oldu.
“Ateşin mi var canım?”
Altın kemikli ve seks işçisi olmayan bir kadın bu kadar kabul edilemezdi. Hoş, seks işçileri de altın iskelet taşıyamıyorlardı ya… Kalitesiz, ağır metaller içeren, paslanabilen ve zehirleme tehlikesi olan alaşımlarla dolaşıyorlardı. Canları da sağlıkları da ucuz sayılıyordu.
Büyük kavgalar, büyük ithamlar… Değişen takvimler, iptal olan planlar… Rayen, Bernel’in Lusi’yi aldattığını salonun ortasında haykırdı. Bernel de kızı “kara damga”yla kovdu. “Kara damga” çalıştığı evi soyan, işverenlerine şiddet uygulayan yardımcı sınıfından suçluların siciline işlenen bir damgaydı. Kara damgalılar bir daha yardımcılık yapamadığı gibi asillerin yaptığı mesleklere de yaklaşamazlardı. Sonuç olarak yasal herhangi bir işte çalışamazlardı, açlıktan ölmeye mahkûm edilmişlerdi.
Rayen yılgın bir psikolojiyle sokakları dolaşıp geceleyin parklarda yattı. Mezarından kaçmış bir ölü gibi pejmürde ve boş bakışlıydı. Kimliğindeki aile ismi hanesi boştu, o artık sadece Rayen’di.
Bir gece ona bağıran bir insanın sesiyle gözlerini açtı. “Bekçi geldi,” diye düşündü. “Buradan da kovulacağım.”
“Hey, sen! Sen Bernoş’un hizmetçisi değil misin?”
Yanılmıştı. Yanı başında, elleri belinde bekleyen İvorya’dan başkası değildi. Cevap vermeye çalıştı ama susuzluktan yapışan dilini hareket ettiremedi. Parlak saçlı kadının güçlü bir şekilde onu kaldırıp koluna girmesine şaşırdı.
Bu sırada diğeri, “Şuna bak, derisi kemiklerine yapışmış. Acımasız pislikler!” diye söyleniyordu.
İvorya, Rayen’i evine götürdü. Şekerli su verdi. “Yemek verirdim ama belli, o kadar uzun süredir açsın ki mide zafiyeti geçirirsin. Kendini toparladığında neler olduğunu anlatırsın.”
Uyudu, uyandı, uyudu, uyandı.
Nihayet konuşacak gücü topladı ve olanları anlattı. “Bana ne olacağını bilmiyorum.” dedi.
“Sana olabilecek iki şey vardı, biri sürünerek ölmek, diğeri de benimle aynı işi yapmak. Aramıza hoş geldin.”
“Ama ben…”
“Bak canım,” dedi İvorya, saçlarını geriye savurdu. Halbuki uzun zamandır sohbet etmek içinden gelmemişti ama şu an konuşası vardı. “Siz korunaklı hayatlarınızda asiller ve yardımcılar arasında devasa farklar var sanıyorsunuz. Bu yalanla burada yüzleşeceksin. Asil ya da yardımcı kökenli hayat kadınları müşteri beklerken yan yana dururlar, hiçbir fark yoktur aralarında. Biri evinden kovulmuştur, biri yalnız kalmıştır, biri senin gibi kara damga yemiştir, birisi cam kemiklerden korkmuştur… Hepsinin vardığı yer aynıdır. İyi aile kızı asillerin de bedenleri satılıktır ya, onlar bu gerçekle bizim kadar yüzleşmezler.”
Rayen boş boş bakmaya devam etti.
“Tamam, çok konuştum.” dedi omuzlarını silken diğer kadın.
“Ben yapamam.”
“Başka seçeneğin mi var? ‘Yap ya da öl’ hayatı yaşıyorum, ne diyebilirim ki?”
Dalgalı saçlı kız biraz düşündü. “Bu sanki bir şarkıdandı.”
“Bilmem. Asırlar öncesinden kalan bir şarkıdandır belki.”
“Her şey çok saçma,” dedi mahmur bir sesle. “Doktor, öğretmen, mühendis, bilmem ne… Eğer kadınsak hiçbirini olamıyoruz, eğitimini bile alamıyoruz. Neden? Eksiğimiz ne? Cinsiyetle ne ilgisi var?”
“Ben de bu soruları kendime çok sordum. Eğitimci asil bir ailenin kızıydım ama yetmedi. Sistemi sorgulamak onu değiştirmeye yetmez.”
Rayen susunca “Bak,” dedi İvorya. “Sana yapabileceğim tek iyilik, pazartesi günü patronumla tanıştırmak olur. O seni işe almak isterse alır. Senin ameliyat paranı karşılar. Metal iskeletin olur. Sonra da çalışarak borcunu ödemeye başlarsın. Ya da birkaç gün daha kendini toparlayıp sokağa döner ve yeni bir şans ararsın.”
“Bir süre patronun için çalışıp borç bitince ayrılabilir miyim?”
“Borç asla bitmez.”
Rayen oturma odasındaki koltuğa uzanıp üstünü örttü. İvorya ışığı söndürmesine rağmen uyuyamadı, hayalindeki koyunları çitin başında bırakıp düşünce nehrine daldı. Derken nehirde bir taşa rastladı, gözlerini açtı. Yerinden kalkıp yatak odasına doğru koştu, kapıyı tıkladı. Uykulu gözlerle kapıyı açan parlak saçlı kadından, motosiklet satın alacak kadar borç para ve bir aylık süre istedi.
Güneş lekesiz mavi gökyüzünde seyrederken seyirciler yerlerini almıştı. Her yıl dört kere düzenlenen ödüllü motor yarışı başlamak üzereydi. Tarkha heyecanını bastırmak için kaskını çıkarıp derin bir soluk aldı. Bakışı bir örnek giyinmiş diğer yarışmacılara kaydı.
Babasına kendisini kanıtlamak için son şansıydı. Eğer bu yarışmada da birinci olamazsa, motoru bırakacağına ve monotonluk içeren “gerçek bir iş” yapacağına söz vermişti.
Seyircilere baktı. Mahkeme duvarı gibi bir suratla, yargılayıcı bakışlarla izleyen babasını görünce morali bozuldu.
Başlangıç düdüğü duyuldu.
Tarkha gaza, hayatı buna bağlıymış gibi bastı. Ön çatala yapışıp motosiklete adeta kitlendi. Dişlerini de bedenini sıkar gibi sıkıyor, hızından bir türlü tatmin olamıyordu. İleriye bakıyor ama bir şey görmüyordu, beyni, gözüne gelen görüntüleri algılayıp yorumlayamayacak kadar meşguldü, tek bir komut bozuk kod parçası gibi dönüp duruyordu: “BAS, BAS, BAS!”
Çevresi giderek ıssızlaşıyordu. Motorlar bir bir geride kalıyor, o ise hayallerinin zaferine yaklaşıyordu. Zaferle arasındaki tek engel yan kulvarda ve biraz daha önde giden motosikletti. Gaz pedalına o motorun sahibini, en yakın rakibini ezer gibi hırsla bastı, onu geçti.
Bitiş çizgisine son bir dönemeç kalmıştı. Tarkha rahat bir soluk alacağı sırada rakip kısacık farkı kapattı. Tarkha bastı. Rakip bastı. Bir çarkın dişlileri gibi sırayla birbirlerinin önüne geçiyorlardı. Tombul yüzlü adam kaskın içinde bir çığlık attı ve dengesini yitirdi. Motoru pistin dışına savruldu.
Alkışlar o esnada bitiş çizgisini aşan rakip için yükseldi.
Yenilen motorcu ayağa kalktı. Bacakları yeni doğmuş tay gibi titriyordu. Darbenin etkisiyle burnundan inen kanı sildi. Gözlerini kırpıp tekrar tek görmeye çalıştı. Kazanan rakibi motorundan inmişti, ellerini kaldırıp alkışlayanları selamlıyordu.
“Kazanan… Rayen!” diye ilan ettiler.
Tarkha bunun anlamını bir an için kavrayamadı, kulakları çınlamaya başladı. Rayen kaskını çıkardı. Alkışların yerini onun bir kadın olduğunu gören seyircilerin şaşkın uğultuları almıştı. Seyirciler arasından açık sarı saçlarıyla güneş gibi ışıldayan birisi çıkıp geldi. İvorya, “Başardın! Harikasın!” diye haykırıyordu.
Sımsıkı sarılırken söyleyeceklerini düşündü. Otuz gecedir bu anın hayalini kuruyordu, hayata karışmak için tek şansı olan motor yarışlarında, etkileyici bir zafer konuşması yaptığı anın hayalini. Altın ve platin iskeletin insan hakkı olduğunu, cinsiyet ayrımının zalimce olduğunu, cam kemik işkencesinin yasaklanması gerektiğini haykıracaktı. Oysaki süslü kelimeler uçup gitmişti.
Kalabalığa dönüp “Cam kemik işkencedir! Sadakat yürektedir! Altın kemik, eşit fırsat!” diye haykırdı ve bayılmamak için şişeyi dikip kana kana su içti.
Ertesi gün bölgenin dilinde sadece Rayen vardı. Törensel aile kahvaltılarında, tek cinsiyetli iş yerlerinde, kalabalık ya da tenha sohbetlerde, motorcu asi kadın başroldü. Ameliyat günü alınmış genç kadınlar ve kırılganlaştırılmış geleceklerini bekleyen çocuklar Rayen’i konuşuyordu. Cam kemikli kadınlar çalınan hayatlarıyla yüzleşiyordu, gamzeli motorcu üzerinden.
Derken günlük hayatın ezberleri ağır bastı, statüko yeniliğe galip geldi. Tabuları yıkan bu çıkış bir süre konuşulup unutuldu. Medikal firmalar, kaliteli alaşımdan kadın iskeleti üretmemeye devam etti. Rayen’in aldığı ödül yüklü bir miktardı ama hastaneler, “daha önce altın ve platin kadın iskeleti üretilmediği, bunun riskli olduğu” düşüncesiyle onu reddediyordu. Kara damgalı olduğunu öne sürerek polikarbon kemik de takmıyorlardı. Halbuki “Yardımcı sınıfından olmayanlar, polikarbon iskelet kullanamaz,” diye bir yasa yoktu. Amaçları işi yokuşa sürmekti.
İvorya’nın evinde yaşamaya devam ederken her gün bölgeyi geziyor, işyerlerine gidip çalışmak istediğini söylüyordu. Mağazalara, plazalara, ofislere, her yere gidiyordu; insanlar tiksinen bakışlarla reddediyordu onu, gerekçeleri ise asaletinin olmayışı, cinsiyeti ve sabıkasıydı.
Bernel ile konuşup onu kara damgayı kaldırmaya ikna etmek istedi. Haklı olmasına rağmen çekindiği için günlerce oyalandıktan sonra eski evine doğru yola koyuldu. Hem tanıdık bir his hem de yabancılık duyuyordu, konağı uzaktan gördüğünde karışık hissetmişti.
Ön bahçeye girip etrafına bakındı. Yeni hizmetçileri görmeyi bekledi ama ortalık tenhaydı. Konağın kapısına doğru yürürken garajda oturmuş, boşluğa bakıp keder içinde düşünen Tarkha’yı gördü. Aynı anda Tarkha da başını kaldırdı.
Rayen anlık bir korkuyla geriye çekildi. Tekrar kovulacağını, hakaret edileceğini düşündü. Gerçi Bernel’in oğlu, hizmetçi kız ilk kovulduğu zaman bile bunları yapmamıştı ya, sadece sessiz kalmıştı. Aynı şey değil miydi?
Ne var ki tombul yüzlü adam gözyaşlarıyla Rayen’e sarıldı. “Mahvolduk!” dedi. “Neler oldu, bir bilsen.”
“Üçüncü sayfa” haberleri sahte bir konfor taşırdı. Orada olup bitenler hep başkalarının başına gelirdi, okunan mecraya göre gazete kâğıdı ya da bilgisayar ekranı, okuyucuyu kötülüklerden korurdu. Oysaki hayat kırmızının en koyu tonlarının da yer aldığı bir bütündü.
Bernel ailesinin anlaştığı yeni hizmetçiler hırsız çıkmıştı.
Ella’nın boynundaki takıları almak için omuzlarını kırmışlar, Dora’yı merdivenlerden yuvarlamışlar, Lusi’yi ölüm noktasına getirmişlerdi. Şu an üçü de hastanede yaşam savaşı veriyordu.
“Kırık kemikleri çıkarıldıktan sonra tekrar sağlam iskelet takılacak ve zorlu bir alışma dönemi geçirecekler.” dedi.
“Tanrı aşkına, tekrar cam iskelet taktırmayacaksınız, değil mi?” diye bağırdı Rayen. “Gerçeği hâlâ göremiyor musun?”
Rayen aralarındaki bunca yaşanmışlıktan sonra ilk kez “sen” diye seslenmişti. Yardımcılık etiğini daima korumuş, “siz” ve “beyefendi” hitaplarını sevgilisine karşı bile bırakmamıştı. Artık bir yardımcı olmadığına göre “sen” de diyebilirdi.
“Olmaz,” dedi Tarkha, suçlulukla. “Bak, yerleşmiş şeyler var, ağır taşlar. Yerinden oynatamayız.”
Kadın, adamın kolunu tuttu. “Bunun içinde ne var? Altın yok mu? Altın kemiklerin var diye adın mı çıkıyor? Rezil mi oluyorsun? Toplumdan mı dışlanıyorsun? Rastgele birileriyle seks mi yapıyorsun? Ah, gerçi kuzu gibi evlenseydim, yapacaktın ya. İvorya benim bir değil, iki kez hayatımı kurtardı.”
Rayen arkasını döndü ve üzüntüsünü gizlemeye çalıştı.
“Siz,” dedi. “Bizden ne istiyorsunuz? Yarımızı engelli olmaya, yarımızı da vücudunu satmaya zorluyorsunuz. Cinsin, cinsime savaş açmış. Tarih derslerinde olurdu ya, işgalci askerler bir köye girer, köylülere eziyet eder. İşte öyle!”
Hastaneye gitti, Bernel’le, doktorlarla konuştu. Sözleri sanki duvara çarpıp kayboluyordu.
Ölüm ise en büyük nasihatçiydi.
Lusi’nin ameliyat tarihi kızlarından üç gün önceydi. Uzun ve zorlu operasyon başarısızlıkla sonuçlandı. Cerrah iki doğum yapmış ve kemikleri defalarca kırılmış bir kadının iskelet yenileme operasyonunda başarı şansının düşük olduğunu söyleyince, ömrü boyunca sınırlardan dışarı adım atmaya çekinmiş adamın zihninde ilk kez “Neden bir kadın doğum yaptı diye kemikleri kırılmak zorunda olsun ki?” sorusu oluştu.
Dört ay akıp geçti, kurak ve yağmurlu mevsimler arasındaki geçiş dönemi başladı. Hava nemliydi. Ne sıcak ne soğuktu. Asit sahilinde iki kadın dolu dizgin koşuyordu. Birisi Rayen’di, gamzeleri çukurlar gibiydi, diğeri de saçları at kuyruğu gibi savrulan Ella’ydı. Özgür atlar gibi koşuyorlardı, tıpkı eski günlerdeki gibi… Altın kemikleri vardı her ikisinin de.
Bitiş noktasında kendilerini kuma attılar. Dora ve İvorya da çantaların yanı başında oturuyor, gitar çalarak şarkı söylüyorlardı.
Köhne “Soylu acılarım…” şarkısı kayıplarıyla birlikte toprağa gömülmüştü. Dillerinde yeni bir beste, yeni sözler vardı.
“Gökyüzüne âşık yüreğim,
Özgürlük akar damarımda.”
Haberlerde borsa ve spor dünyasındaki gelişmelerin, hırsızlık ve cinayetlerin dışında, tek tük de olsa altın iskelet taktıran asil kadınlar yer almaya başlamıştı. Bu kadınların iş hayatında yer almaları tartışılıyordu. Muhabbet tellallarının senetle genç kızları fuhuş yapmaya zorlaması ve yetkililerin buna göz yumması tartışılıyordu. Bir gazete, bölgenin en büyük yayıncısının sahibinin, yıllar önce cam kemikleri kabul etmediği için evlatlıktan reddettiği kızı Elefantivorina’ya -ya da kısaca İvorya’ya- köşe yazarlığı teklif etmişti.
Toplum bir devrim geçirmemişti ama yağmur suyunun kumların arasına sızdığı gibi değişim de insanların arasına sızıyor, yeni gelenekleri buharlaştırıyor, rüzgâra karıştırıyordu.
“Tazecik altın kemiklerim,
Işıldar pembe sabahlarda.”
Bu öyküyü dinleyebilirsiniz: