Dostluk, bir ilişki biçiminin adı. Temelinde ne akrabalık gibi kan bağı ne de aşk denen ihtiraslı duygu var. Fakat dostluk bu ikisinden de pay almış; akrabalık kadar samimi, aşk kadar tutkun olmuş. Özetle karşılıklı anlayış ve karşılıklı saygı bağı…
“Dost” sözcüğü Farsça kökenli. Köken demişken bence dillerin birbirine kelime hediye etmesi bir dostluk örneği sayılır. Baksanıza, asırlarca Türkçeden Farsçaya, Farsçadan Türkçeye, Arapçadan her ikisine, sonra da bu ikisinden Arapçaya söz geçişleri olagelmiş. İrtibatı hiç kesmemişler, birbirlerini örnek almışlar ama özlerini kaybetmemişler: işte dostluğun sacayağı.
“İrtibatı hiç kesmemek” tabirinden kastım sürekli görüşmek değil elbet. Kalpten kurulan alakayı hiç kesmemek gerek. Sahici dostlar, olur ki yıllarca iletişim kuramaz ama bir araya geldiklerinde sanki dün hemhâl olmuş gibi yakınlık duyar. Çünkü dostluk, zaman ve mekânın ilişmediği tinsel bir alandan gelir. Ayrıca bu özellik dostluğu arkadaşlıktan ayırır çünkü arkadaşlık, yeterli uzaklık konulduğu zaman tıpkı güneşte bekletilmiş bir afiş gibi solar. Dostluk bu bağlamda arkadaşlığın alışkanlığa dönüşmüş hali denebilir.
Arkadaşlık taze açmış bir çiçeğe benzer, narindir, fazla sudan ya da güneşten etkilenip solabilir. Oysa bir kez itinayla kurutulmayagörsün, geçen zamana dayanıklı olur ve iki kitap sayfası arasında birkaç insan ömrü boyu muhafaza edilebilir. Ne var ki çiçek bu haliyle de darbelere karşı dayanıksızdır. Bu yüzden cam bir mahfazaya konur ya da bir yüzeye dikkatlice yapıştırılıp üstü saydam bir malzemeyle örtülür. Arkadaşlığı işleyerek dostluğa dönüştürmek budur.
Çiçek dışında ayna benzetmesi de oldukça uygundur. İnsan ilişkilerini bir nesneyle ifade edecek olsaydık, bu nesne ayna olurdu. “İnsan insanın aynasıdır” sözü klişe olsa da doğru. Her insan göz ardı edilebilecek kadar küçük farklar hariç benzer bir genetiğe ve zihin yapısına sahip olduğuna göre, insan, bir başkasında kendini görebilir. Peki, dostluk bunun neresinde? Dostların aynaları aralarındaki bağ sayesinde çok daha berraktır. Bir aynam olsa adı “dostluk” olurdu.İki atasözü zihnimizde çağrışsın: “üzüm üzüme baka baka kararır”, “bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim”.
Yeterince birlikte vakit geçiren iki kişi zamanla benzer ilgileri, zevkleri ve alışkanlıkları paylaşmaya başlar. Bu da dostluğun ikinci ayağına dek gelir. Dostumuz bizim yalnızca aynamız değil, rol modelimizdir, istikbalimize dair bir numunedir. İyilerle dostluk, iyi biri olmanın anahtarıdır. Şu meseleye de değinmek gerekir ki dost edindiğimiz kişiyi örnek almak demek, öz kişiliğimizi eritip yok etmek olmamalı. Tek çeşit çiçekten oluşan bir bahçe mi daha güzeldir, yoksa rengârenk güllerin, ortancaların, hercailerin yer aldığı bir bahçe mi? Biz insanlar biriciğiz, tabiri caizse Allah’ın sanat eserleriyiz. Bir eseri diğerine benzetmek için özgün yanlarını yok etmek, bir tür cinayet değil midir?
Zaten insan dostluk sandığı ilişki yüzünden özünü, benliğini kaybediyorsa bunu örnek almak, rol model almak değil “özentilik” olarak açıklarız. Demek ki sahici dostluk öze varabilmekte, özü koruyabilmekte yatıyor.
Özentilik, bireyin topluma karşı yenilgisini maskelemek için geliştirdiği özelliktir. Farklılıkları yok eder. Bu da bizi kişi sayısı arttıkça gerçek duyguların, samimiyetin, dostluğun tehlikeye girdiği sonucuna götürür. Çünkü fazla sayıda kişi toplumsallaşmaya başlayacaktır. Toplumsallık karşısındaysa birey ya direnecek ya da eriyecektir.
İnsanın tek bir dostu mu olur? Yoksa birden fazla kişi birbiriyle dost olabilir mi? Bana sorarsanız, insanın birden fazla dostu olması ihtimal dahilinde olmasına rağmen kalabalıklar arasında gerçek dostluk gelişme olasılığı çok daha düşüktür. Az ama gerçek dost bulmak gerek… Yalnızlıktan kurtulmak için büyük bir arkadaş grubuna ihtiyaç yok. Hatta kalabalık içinde yalnız kalmak daha olası.
Dostluğa önem veren kültürlerdeyse toplumsallık tehlike teşkil etmez. Aksine böyle toplumlar farklılıkları hoşgörüyle benimseyebilirler. İngilizcede “arkadaşlık” ve “dostluk” ayrımı yok. Her ikisine de “friendship” diyorlar, dostluğu vurgulamak içinse “gerçek” ya da “yakın” gibi bir sıfat ekliyorlar. Dostluğu anlatmak bakımından zengin bir dilimiz var.
Dil kültürden doğduğuna göre –nostaljiyi hiç sevmem ama– Türk kültürü, özellikle geçmiş yıllarda, gerçek bir hoşgörü kültürüne sahipmiş. Mahallenin delisi, şairi, âşığı, kadını, erkeği bir uyum ve şefkatle sarmalanırmış. Ahlak ve sadakate önem verilirmiş. Bu mahallede gerçek bir dostluk kurulmaz da ne olur?
Bugün ise bu hususiyetimizi kaybettik. Yok yere birbirimizi suçlayan insanlara dönüştük. Böylece duygularımızı önce toplumdan, sonra tanıdıklarımızdan, en son da kendimizden saklar olduk. Dostluğu bir kenara koyun, arkadaşlığı bile kaybettik. Arkadaş, duygularımız hakkında konuşabileceğimiz ve hayatın sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşabildiğimiz kişiydi. Dost ise paylaşırken hiçbir korku duymadığımız… Geriye içi boşaltılmış, soğumuş kelimeler kaldı.
Dostluğun üç temeli: gönül bağı, gönüllerin birbirine ayna olması ve özün korunması. Sahi, dost dediğimiz sadece insandan mı olur? Tan ağarırken ötüşen kuşları, mavinin en teselli edici tonundaki gökyüzünü de dost edinemez miyiz? Ruhani bir nefhayı andıran sabah meltemi insan yüreğine dokunur. “Cansız” dediklerimizden, bitkilerden, hayvanlardan da insanlara dost olur. İhanet etmezler çünkü yalanları yoktur. Oysaki biz insanlar çiğ süt emmişiz. Çocuk gibi saf kalpli olmadıkça dostluğu bozabilecek potansiyeli taşımaktayız. Kâinat ile dost olabilsek biz de özümüzle tanışabilir, yüreğimizi arındırabiliriz. Birbirimizle de dost olabiliriz.
Belki de bütün sorunların çözümü burada yatıyordur. Dostlukta, dost olabilmekte… Dostu olan insan yalnızlık ve sevgisizlik çekmez. Sevgisizlik çekmeyen insan kolay öfkelenmez. Öfkelenmeyen insanlardan oluşan bir toplum huzurlu olur. İnsanlar huzurlu oldu mu dağ da taş da kuş da rahat olur. Şu dünyadaki kısacık hayatımızı mutlu olup mutlu ederek yaşamak gerek. Bu hâlin temeli de dostluk.