GEÇ GÜN DOĞUMU KIRMIZISI – Öykü

Balkondan düşerek ölmekten korktu. Birden girdi bu duygu içine, yelkovanın on ikiye değmesi kadar anlık, takvimin bir gün ilerlemesi kadar kati ve zamanın oku misali geri döndürülemez. Adına yalanlar söylenmesinden korktu; ölümünün çokça “i” harfi içeren ve romantik bir tınısı olan yedi harflik bir kelimeyle süslenmesinden korktu: “intihar” Ne kadar kibar! “İntizar” der gibi yahut “iftihar”.

Oysa “cinayet” öyle miydi? Ağızdan çıkarken bile kaba saba, kan kokan bir kelimeydi. Onu balkondan atacak olanlar, sırf maktulün güzelliğine saygıdan dolayı, olayı böyle tanımlamayacaklardı. “Korkuluklardan aşağı düşüverdi,” diyeceklerdi. Tıpkı haberlere çıkan o kadınlar gibi, hiç beklenmedik bir anda -mesela plazaya iş görüşmesine giderken- bir gökdelenin bilmem kaçıncı katından…

İşte Aysel, gece rengindeki geceliği üstündeyken ve gece yarısını henüz geçtiğini gösteren duvar saatinin altında çay içerken bundan korktu. Dar bir sokakta üç katlı eski bir apartmanda yalnız başına oturuyordu. Çok yüksekte değildi. Yine de aradaki mesafe kemiklerini kırmaya yeterdi.

Yaklaşık bir mevsim boyunca canına yönelmiş tehditlerle yaşamıştı. Bir yakın arkadaş, bir sevgili, bir şirket ve bir milyon dolar, onun sıradan sandığı hayatını savaş atlatmış bir kente çevirmişti.

Bir buçuk yıl önce hayata henüz başlamış bir hekimdi. Hayalleri zihninde, hevesleri yüreğindeydi. Zorunlu hizmetini bitirmiş, uzmanlığını cildiyeci olarak tamamlamış, para biriktirmiş, girişimcilik kurslarına katılmıştı. Bir de kafa dengi arkadaş bulmuştu. Birlikte, deforme olmuş yüzler için makyaj malzemeleri üreten bir şirket kuracaklardı. Hastalık, kaza, doğal afet gibi nedenlerle yüzlerini kaybedenler bu şirketin ürünleriyle hayata yeniden tutunacaklardı.

Ortağının tınısı pek hoş ismini şirkete vermeyi teklif eden Aysel’di: Rozerin… “Tanyeri” manasında. İş fikrini de Aysel’den yedi yaş küçük olan Rozerin bulmuştu. Tanıdığı birinin başına gelen olaydan esinlendiğini söylemiş fakat detay vermemişti. Tabela bir dairenin dış cephesine asıldı. İçerisi beyaza boyandı, ayçiçeği ve güllerle süslendi. Ürünler parlak vitrinlere dizildi. Doktor Aysel ve satış uzmanı Rozerin müşterilerini beklemeye başladı.

İlk ay geride kalırken, şirket yavaş yavaş tanınır oldu. Bir Pazartesi sabahı apartmanın önüne yaklaşan bir arabanın sesi duyuldu. Merdivenler bir çift ayağı taşıdı. İşyerinin kapısı aralandı ve orta boylu bir adam içeri girdi. Suratı cerrahi maskeyle olabildiğince kapatılmıştı. Gözleri görünmüyordu. Yazın en sıcak günleri olmasına rağmen üzerinde ince bir ceket, kafasında ise ressam beresi vardı.

Bu sırada ortaklar arkada kahvaltı yapıyordu. Ailesiyle yaşayan Rozerin annesiyle babasının çocuk özlemi çektiğini, evlatlık almak yahut koruyucu aile olmak istediklerini anlatıyordu. Ayak sesleriyle birlikte sohbetleri yarım kaldı. Aysel çayını yarım bıraktı, ağzını sildi ve dışarı çıktı. Gelen kişinin görünmeyen yüzüne gülümsedi. “Buyurun,” dedi. “Hoş geldiniz.”

Müşteri hızlı hareketlerle pantolon cebinden kıvrılmış büyükçe bir not defteri çıkardı. Önceden yazılmış ilk sayfayı Aysel’e gösterdi. Büyük harflerle “Konuşamıyorum, kusura bakmayın.” yazıyordu.

“Hiç önemli değil,” dedi kadın. “İsteğiniz nedir?”

Adam ceketini yavaşça sıyırdı. Kabarıklıklarla dolu kolları ortaya çıktı. Ten olağan rengini yitirmiş, kırmızının çeşitli tonlarına bürünmüştü.

“Anlıyorum,” dedi Aysel. “Kollarınız için bir ürün istiyorsunuz. Kabarcıkların nasıl oluştuğunu öğrenirsem uygun bir ürün önerebilirim.”

Önlüğünün cebinden çıkardığı kalemi müşteriye uzattı ve oturacak yer gösterdi.

Adam, not defterini çeşitli dergilerin süslediği masaya koydu. Arka sayfayı çevirerek acele ve bozuk bir yazıyla “kimyasal madde ve yangın” yazdı.

“Ah,” dedi doktor. “Hemen geliyorum.”

Depoya doğru seğirtti ve çok geçmeden elinde bir tüp kremle geri döndü.

“Derin Etki adlı bu ürünümüz, deri hücrelerini yenileyen etken maddelerle mükemmel kapatıcıların içeriğini birleştirir. Bu kadar derin bir yanık için iyileşme vadedemem ama kolunuza sağlıklı ve doğal bir görünüm vereceğini ve herhangi bir alerjik etki yapmayacağını söyleyebilirim. Deneyelim mi?”

Adam başını salladı. Aysel bunun üzerine kremi açarak adamın kolunda birkaç noktaya damlalar koydu. Ardından bu krem damlalarını masaj yaparak dağıttı. Kolun rengi anında değişmiş, krem kuruduğunda da sıradan bir cildin görünümünü almıştı. Müşteri başını iyice eğerek maskesini hafifçe indirdi ve kolunu inceledi. Baş parmağını havaya kaldırdı.

“Beğendiniz, harika. O halde kaç tüp istiyorsunuz?”

Adam üç parmağını kaldırdı. Bu sırada Aysel “Bir de…” demiş, ardından “Neyse,” deyip susmuş ve ayağa kalkmıştı.

Adam, kadını önlüğünden tutarak durdurdu ve henüz yazdığı sayfayı gösterdi.

“Bir de ne? Yüzüm mü?”

“Şey,” dedi suçüstü yakalanmış hisseden doktor. “Açıkçası, yüzünüz için de bir ürün istediğinizi düşünmüştüm ama…”

Adam hızlıca not defterinin arka sayfasını çevirdi. “Yüzüme fayda sağlayacak herhangi bir ürününüz olmadığına eminim.” yazdıktan sonra gülücük çizdi.

“Bu konuda fena halde yanılıyorsunuz.” dedi gülümseyen doktor. “En ağır hasar görmüş yüzler için bile ürünlerimiz mevcut. Maskenizi çıkarabilir misiniz? Genel durumuna şöyle bir bakalım.”

Adam derin bir nefes alıp arka sayfayı çevirdi. “Emin misiniz?”

“Yahu bizim işimiz bu.” dedi doktor, gülümsemesi büyüdü. “Lütfen rahat olun.”

Tek bir hareketle beresini çıkaran ve yanık, saçsız kafa derisi ortaya çıkan adamın ikinci hareketi maskenin iplerini kulaklarından kurtarmak oldu.

Aysel belli etmeden yutkundu, gülümsemesini kaybetmemek için iradesini zorladı.

Adamın yüzü, “yüz” biçimini tamamen kaybetmişti. Burun ve ağız erimiş ve geride sondaj kuyusunu andıran bir delik kalmıştı. Boğazı olduğu gibi ortadaydı. Küçük dili sallanıyor, bademcikleri iki yanda solungaç gibi duruyordu. Kaşları dökülmüştü, gözlerinden birisi akmış, diğeri de şekli bozulmuş ve hafifçe yapışmış göz kapaklarının arasından kadına bakıyordu.

“Evet, sandığımdan daha büyük hasar var.” dedi düşünceli bir mimikle. “Yine de umutsuz bir durum değil. Muhtemelen birkaç kez ameliyat oldunuz ve plastik cerrahların yapabileceği başka bir şey kalmadı.”

Müşteri, başını hafifçe salladı.

“Görünüş açısından gerçeğinden farksız ve kullanışlı bir maske üretmemiz lazım, size özel. Birlikte bir süre çalışmamız gerekecek. Yalnız…” Bu kısmı söylerken tereddüt etmişti. “Maddi açıdan külfetli olacak.”

Adam defterine doğru eğildi ve “Param yoksa bana yardım etmeyecek misiniz yani?” yazdı.

Aysel bir an için sertleşmek, “Hayır kurumuna mı benziyoruz kardeşim?” demek istedi. Ancak kalbi hâlâ normalden hızlı atıyor, bir insanın nasıl bu halde yaşayabileceğini kendine soruyor ve kendi suratının eridiği korkunç senaryolar üretiyordu.

“Öyle şey olur mu?” dedi Aysel. Oturuşu, duruşu oldukça sakindi. İç dünyasındaki fırtınalardan dışına hiçbir şey yansımıyordu. “Siz acil ihtiyaç sahibisiniz. Yani, açlıktan ölen bir insana yiyecek parası sorulmaz. Çoktan gerekli müdahalelerin yapılması gerekirdi aslında. Sonuç olarak…”

İçinden kendisine kızıyordu: “Maddi külfeti nereden ortaya attın kızım be!”

“Minnet altında kalmak istemem.” yazdı adam. “Ödemeye yetişemediğim anda hizmet almayı bırakırım. İçiniz rahat olsun.”

Aysel bir şey diyemedi. Bu esnada müşteri, maskesini tekrar takıyordu. Not defterinden bir sayfa kopardı, doktora verdi ve kremin ödemesini yapıp çıkıp gitti. Kâğıtta bir isim, bir soy isim ve telefon numarası vardı.

“Sinan…” diye mırıldandı doktor.

Aradan iki sabah geçti ve aynı sesler tekrar duyuldu: motor sesi, merdivendeki ayak sesleri ve kapının aralanma sesi. Kalbi tıpkı adamın yüzünü maskesiz gördüğü andaki gibi hızla çarpmaya başladığında, Aysel sesleri henüz şuurlu olarak algılamamıştı. Vücudu, bilincinden daha hızlı tepki veriyordu.

“Rahatına bak.” diyerek ayağa kalktı Rozerin. “Ben bakarım.”

Doktor çabucak davranıp onu durdurmak istedi. Belki “Ben baksam daha iyi olur.” diye açıklama yapardı. “Sinan Bey geldi. İlk biz görüşmüştük. Ona yardımcı olabilecek kişi benim. Lütfen çekil, şimdi benim sıram.” Ne harekete geçti ne de böyle sözler söyledi. Elinde bir çatalla taş gibi oturdu. 

Zaten çok geçmeden Rozerin geri dönmüş ve “Müşteri seni çağırıyor.” demişti. Aysel, engel olamadığı bir gülümsemeyle yerinden kalkıp içeriye doğru yürüdü.

Sinan bu sefer siperlikli bir şapka takmıştı. Üzerinde sıfır kollu bir tişört vardı. Kolları ten renginde, tıpkı bir heykel gibi pürüzsüz görünüyordu. Makyaj… Kremin etkisi… Not defterini çıkaran adam sayfalardan birini açarak göğsüne dayadı ve başını hafifçe eğdi.

Gayet okunaklı bir şekilde “Teşekkür ederim hanımefendi.” yazıyordu. Altında daha küçük harflerle “Yazın kolsuz giyebilmek harika bir hismiş.” ifadesi, sağ alt köşedeyse bir kalp vardı.

“Rica ederiz Sinan Bey,” dedi doktor neşeyle. Tam lafa girecekti ki not defterinin sesini duydu. Arka sayfada “İsminizi sormadığım için kabalık ettim.” yazıyordu.

“Adım Aysel,” dedi kadın ve kalp atışları sakinleşinceye dek bekledi.

Beraber oturup genel bir plan çizdiler. Aysel, fakültedeyken dersine girmiş bir plastik cerrahla konuştu. Sinan’ın durumunu anlattı ve neler yapılabileceğini sordu. Profesör, fikir belirtmek için Sinan’ı muayene etmesi gerektiğini söylemişti. Doku kaybının ne seviyede olduğunu kendi gözleriyle görmesi gerekiyordu. Uygun bir gün için randevu aldılar.

Aysel, Sinan’a birçok şey sormak istiyordu. İşiyle alakasız, sırf meraktan meydana gelen sorulardı. Ağzı olmadan nasıl yemek yiyordu? Tat ya da koku duyusu var mıydı? Yüzü nasıl bu hale gelmişti? Herhangi bir kimyasal madde böylesine hasar verebilir miydi? Sinan’ın kazadan önceki görünüşü nasıldı? Sesi… Sesi nasıldı? Hiçbirini soramazdı, hâlbuki hiçbirini silemiyordu. Kafasının içindeki gürültüden başı ağrımıştı Aysel’in.

Rozerin kâh bilgisayarda kendi işiyle uğraşıyor kâh iş arkadaşını göz ucuyla izliyordu. Sinan gittikten sonra dahi hiçbir şey söylemedi. Cep telefonuna gömülüp bir şeyler yazmaya başladı. Aysel yorgunlukla müşteri koltuklarından birine yaslanıp camdan dışarı bakarak dalıp gitti.

Yaz yağmurunun serinlettiği bir akşamüstü vaktiydi. Trafik ışıkları ve farlar, asfalttan ayna misali yansıyordu. Aysel, düşünmekten yorularak boşalmış bir zihinle ve bu hâlin göstergesi olarak kaldırıma dönmüş amaçsız bakışlarla yolda yürüyordu. Ayağında topuklu sandalet vardı ve vıcık vıcık olmuştu. Alelade bir kaygı kıvırcık ıslak saç telleri arasında dolanıyordu, baştan aşağı ıslanmadan eve nasıl varacaktı?

Güneş doğarcasına yoğun bir sarı ışık baş ucuna kadar geldi ve durdu. Kadın, başını çevirdiğinde bir taksinin yanı başında olduğunu gördü. Derken arka cama ilişti gözü, oradaki bedeni tanıdı, onunla göz göze geldiğini hissetti ve gülümsedi. Arka kapı açıldı. Sinan, el hareketleriyle Aysel’i içeri davet etti.

Kadının zihnindeki sağlıksız boşluk bir anda dağılmış, yerini pür neşe almıştı. Sanki hayat daha önceden “Durdur” tuşuyla durağanlığa mahkûm edilmiş de şimdi tekrar “Oynat” tuşuna basılmıştı. Renkler canlı, sesler akışkandı. Gülerken hafif sararmış dişleri görünen “Sinan Bey nasılsınız?” derken bahar kuşları gibi şakıyan bu sürur abidesinin biraz önce bir caddenin kenarında bıkkın adımlarla yürüyen kişi olduğuna inanmak zordu.

Sinan başparmağını kaldırdı. Ardından işaret parmağını kadına doğru uzattı.

“Ben de iyiyim, sağ olun.” dedi kadın.

“Nereye hanımefendi?” diye sordu taksici.

“Şey…” dedi Aysel, Sinan’a dönerek. “Siz ne tarafta oturuyordunuz?”

Yolcu, telefonunu çıkararak haritadan bir adres gösterdi. Uzak bir semtteydi, gitmek yaklaşık yarım saat alırdı. Doktorun evi ise çok daha yakındaydı, şu an gidilen yol üzerinde on dakika… Aysel, taksiciye evini tarif ettikten sonra Sinan’ı bir gecelik misafirliğe davet etti.

“Bende kalabilirsiniz, bu yağmurda o yol çekilmez. Lütfen yanlış anlamayın beni…”

Bir yanlış anlamayı doğruya çevirmek için bir ay yeterli oldu. Aysel, Sinan’a karşı yoğun ve kırmızı renkli hisler beslemeye başladı. Hal hatır sorma bahanesiyle müşterisiyle sık sık görüşüyor, evinin uzak olduğunu öne sürerek onu kendi evine davet ediyordu. Sinan’ın hayatının ayrıntılarını öğrenmişti. Mesela yaşını, otuz ikiden yedi küçük… Yahut o meşum kazayı… Hoşlandığı adamın başına gelen, nadir bir talihsizlik yahut talihti, belki de ikisi birden.

Beş yıl evvel bu genç adam güçlü asitlerin üretim sürecinde yer aldığı bir fabrikada çalışıyordu. Bir makinenin kontrolden çıkmasıyla başlayan yangın ve panik, Sinan’ın alevlerin ortasında kalması ve yüzüne doğruca asit fışkırmasıyla sonuçlandı. Yüzü oracıkta eriyen adam, aylarca yoğun bakımda kaldı ve üst üste bir sürü ameliyat geçirdi. Doktorlar onun sağ kalmasını ve üstelik görme yetisini tamamen yitirmemesini mucize olarak nitelendirdi. Kazanın oluşma şekli talihsizlik, böyle bir kazadan tek parça çıkabilmek de talihti. Bardağın hangi tarafından bakıldığı meselesi…

Sinan da Aysel’in hislerine karşılık verince aralarında bir ilişki başladı. Onun için duygularını göstermenin tek yolu elleriydi. Kadının hafifçe buruşmuş solgun ellerini birleştirip tutar, ardından parmaklarını tek tek ayırır, bastırır, okşar, oynar; sevgisini, şefkatini ve şehvetini aktarırdı.

İlk sevişmeleri bir Ağustos gecesi kadar sıcaktı. Kadın, adamı doya doya öptü. En çok da Sinan maskesini ilk çıkardığı gün bakışlarını kaçırmamak için iradesini zorladığı yerlerinden öptü. Boynundan, çenesinden, yanağıyla ağız boşluğunun birleştiği yerden, açıktaki burun kemiğinden, sevgilisinin tek gözünden süzülen sevinç ve hayret yaşlarından… Bir parça kilolu ve sarkık olan, bu yüzden beğenmediği bedenini bir mermer heykel misalinde duyumsadı.

Teklif aralarından kaybolmuştu. Artık Sinan’ın derdi, Aysel’in derdiydi. Doktor, herhangi bir ücret almadan onun suratı için yapabileceği her şeyi yapmaya hazırdı. Hoş, gerçi Aysel için fark etmezdi. Sinan’ı olduğu gibi seviyordu ve o, mucizevî bir şekilde eski haline dönse bile kendi sevgisinin ya da beğenisinin bir kuple bile artmayacağını hissediyordu.

Doktor, bir sabah dükkânın kapısını araladığında Rozerin’i arka odada değil bekleme salonunda gördü. Tuhaf bir görüntü değildi ama Aysel yine de şaşırdı. Çünkü son zamanlarda Rozerin daha az konuşuyor, mümkünse arka odaya çekiliyor, müşterilerle pek ilgilenmiyordu. Vaktini bilgisayar başında ha bire tedarikçiler ve uzak mesafedeki toptan alış yapan müşterilerle yazışarak geçiriyordu. Ortağıyla sohbet etmeyi bile kısıtlamıştı. Sinan’la, Aysel onları tanıştırmak için ısrar ettiğinde, soğuk bir gülümseme eşliğinde sadece bir kez ve bir cümlelik konuşmuştu.

Kâküllü, uzun boylu kadın şu an hâlâ bilgisayar başında olmasına karşın canlı ve neşeliydi. Onu bir süre seyreden Aysel’in “Günaydın!” diye seslenmesiyle yüzündeki gülümsemenin sönmesi bir oldu.

“Ha,” dedi uyku katatonisine yakalanmış gibi birkaç saniye bekledikten sonra. “Günaydın.”

Aysel hızlı ve hafif adımlarla koltuklardan birine oturdu. “Roz…” dedi. “Senin neyin var?”

Kâküllü kadın “Hiç…” dedi, bir anda dizüstü bilgisayarını kapatmış, elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen bir tavır takınmıştı. “Neyim olacak ki?”

“Bilmem, bu aralar çok dalgınsın.”

“Mevsim değişiminden olacak,” dedi genç ortak. “Sonbahar başlıyor. Ruh halimizi etkiliyor.”

“Öyle…” dedi Aysel. Rozerin’in aksine sonbaharı severdi.

Takip eden günlerde doktor, ortağından daha yoğun olarak bilgisayarla çalışmaya başladı. Sinan için imkânları sonuna kadar zorlamak istiyordu. Biyonik yüz projelerini araştırıyordu. Cerrahlar, Sinan’ın yüzündeki sinir hücreleri tamamen yandığı için işlevsel bir yüz yapmayı imkânsıza yakın görüyorlardı. En fazla dış görünüşünü kurtarabilirlerdi ki Aysel’in de ilk başta ifade ettiği buydu. Fakat biyonik yüz içsel bir elektronik devreye sahip olacağından hareket etmeye, hatta hisleri beyne iletmeye muvaffak olacaktı.

Ekim yağmurları şehri güneşe hasret bırakırken, dükkânın satışları seyrekleşmeye başladı. Aylık kâr, önceki döneme göre yarı yarıya azalmıştı. Bu durum üzerinde ortakların şirkete olan ilgisizliği etkiliydi. Rozerin ara sıra devamsızlık yapıyor, sıkça işe geç geliyor, bilgisayarda geçirdiği vaktinin yarısında internette dolanıyordu. Aysel’in de aklı fikri Sinan’daydı. İşlerini bir an önce bitirmek istiyor, birlikte yaşadıkları eve gitmek için akşamları erken çıkıyordu.

Giderken sıcak şarap alıyordu. Çünkü Sinan tat ve koku alamasa bile tüp aracılığıyla boğazına dökülen içeceklerin sıcaklığını hissediyor ve çakırkeyif olmayı seviyordu. Yemek yeme eylemi ise tamamen ikinci plana atılmıştı. Adam beslenebilmek için yiyecekleri önce parçalayıcıdan geçirmek, sonra da tüple yemek borusuna aktarmak zorundaydı. Aysel bu işlemi görmek istemiyordu. Dışarıda yiyor ya da evde hızlıca atıştırıyordu, zira onsuz yemenin ne anlamı vardı ki?

Daha az yer oldu Aysel, bedeni güçsüzleşti. Giderek zayıfladı ve yüz çizgileri belirginleşti. Karın derisi sarkmasa fit bile olabilirdi.

Kanada’daki bir biyorobotik şirketiyle yazışmaya başlamıştı. Şirket Sinan için gerçeğine çok benzer ve çalışan bir yüz üretmeye olumlu bakıyor fakat astronomik bir fiyat istiyordu. Bir milyon Kanada doları, yaklaşık olarak on iki milyon Türk lirasına dek geliyordu. Üstelik bu fiyat sadece sonraki yılın Şubat ayına dek geçerliydi.

Aysel’in birikimi yoktu. Evi kiraydı. Varını yoğunu şirkete vermişti. Keza Sinan da kazadan sonra tazminat almıştı fakat miktarı şirketin istediği parayı karşılamaya yetmezdi. Para kazanmaya dair bir hırs ateşi düştü doktorun içine fakat bu hırsı nasıl gerçekleştireceğini henüz bilmiyordu.

Ayaza çalan bir Kasım akşamında kadın telefonuna bakıyor, Sinan da koltukta uzanmış, vitrin rafından aldığı Atilla İlhan’a ait bir şiir kitabını okuyordu.

Kitap Aysel’indi ama o pek şiir okumazdı. Kitabın evde olma sebebiyse Atilla İlhan’ın şiirlerinden birinde doğrudan adının geçmesiydi.

Arada şarkı gibi mırıldanırdı yaşamında hiçbir yere dokunmayan bu şiiri: “aysel git başımdan ben sana göre değilim / ölümüm birden olacak seziyorum / hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim / aysel git başımdan istemiyorum…”

Kızıl saçlı kadın, sevgilisinin kucağındaki kitabı görünce istemsizce içinden bu dizeleri akıtmaya başladı. Derken tüyleri diken diken oldu ve durdu. Ezberlediği cümlelerin anlamını ilk kez keşfediyordu. Kadim bir lanet mırıldanan yaşlı cadı görür gibi oldu telefon camının yansımasında. Dehşete düştü. Ayağa kalkıp gezinerek tersine dönmüş bir baharın cemresi gibi içine düşen soğukluğu atmaya çalıştı. Dışarıda, bir bardak suyun üzerine derhal buzdan bir örtü örtmeye muktedir, ağaç dallarına ıslık çaldıran bir rüzgâr vardı.

Şirketin gelirleri azalmaya devam ediyordu. Yılın son ayında tek bir lira bile kâr edememişlerdi, sadece masrafları karşılanmıştı. Ortaklar toplantı yapmak şöyle dursun, birbirlerinden köşe bucak kaçıyorlardı. Çalışma saatleri birbirine değmeyen iki parçaya ayrılmıştı. Aysel öğleden önce, Rozerin öğleden sonra nöbeti devralıyordu. İşyerinde kahve içip vakit öldürüyor ve sorunları hiçe sayarak öteliyorlardı.

Yeni yılın ilk gününde öğleden sonra kapıyı anahtarla açan Rozerin, savaş alanına dönmüş bir ortamla karşılaştı ve bayılayazdı. Raflar yerlere saçılmış, koltuklar ters çevrilmiş, kameralarla pencerelerden biri kırılmış, daha sonra polis tetkikinde anlaşılacağı üzere şirketin kasası açılmış ve yüz yirmi bin lira buhar olmuştu.

Rozerin hırsızlık olayından sonra sakinleşemedi. Geceleri uyuyabilmek için ilaç alıyor, ara sıra panik atak geçiriyor ve hele şirkete kesinlikle bir daha adım atmak istemiyordu. Para da kazandırmayan ekmek teknesinin kapısına mecburen kilit vurulmuştu.

Aysel ise bu süreçte çok fazla aktif olmak zorunda kalmıştı. Eve sadece uyumak için uğruyordu. Sinan sürekli yanında olup ona destek olmasa yorgunluktan pes etmesi an meselesiydi. Polislerle konuşuyor, karakol ve mahkeme arasında koşturuyordu. Komiserin dediğine göre hırsız acemiydi. Parmak izinden saç teline, bir sürü iz bırakmıştı. Üstelik bu deliller bir sabıkalının kayıtlarıyla örtüşüyordu. Elli küsur yaşlarında, kır saçlı, daha önce gasp ve kapkaç gibi suçlardan birkaç kez hapis yatmış, öksüz ve yetim torunuyla tek başına yaşayan, ilerleyici ve ölümcül bir kas hastalığıyla mücadele eden Selçuk adında biri…

Komiser, suçlunun motivasyonunu “Muhtemelen güçten daha fazla düşmeden önce torununu geleceğini garanti altına almak istedi,” diye açıkladı.

“Peki, adam hapse atılırsa torununa kim bakacak?”

“Akrabası yoksa kuruma alınır.”

“Aslında…” dedi Aysel, parmaklarını birleştirerek. “Çocuğa bakmak isteyecek bir aile tanıyorum. Ortağımın, Rozerin’in ailesi nicedir evlatlık almak istiyor.”

“Başvuru yaptılar mı?” dedi komiser.

“Sanırım hayır. Ancak prosedürler olmadan çocuk doğrudan aileyle kalamaz mı?”

“Maalesef.” dedi polis. “Önce devlet nezaretinde ilk görüşme sağlanacak, aile uygun şartlar bakımından araştırılacak, bunlar birkaç ay alacak süreçler.”

“Anlıyorum,” dedi Aysel ve Rozerin’e bilgilendirici bir mesaj attı.

Ertesi gün Selçuk’un cesedi bir harabede asılı olarak bulundu. Merhum, cebine koyduğu notta son hırsızlığını torunu için yaptığını, özgür iradesiyle intihar ettiğini, ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını bildirmiş ve torununa iyi bakılmasını vasiyet etmişti. Lakin çalınan para hiçbir zaman bulunamadı.

Dava kapatılıp olay soğumaya başladığında Aysel, sevgilisine birlikte Kıbrıs tatiline çıkmayı teklif etti. Adam gayet isteksizdi, işaret diliyle yetinmemiş ve not defterini parçalarcasına maddi olarak zora girdikleri şu dönemde böyle bir harcamaya gerek olmadığını yazmıştı. Üstelik en yakın arkadaşı sinirleri bozulmuş bir halde evinde yatarken o nasıl tatili düşünebilirdi?

Aysel son cümleye bir anlam veremedi. Kaşlarını çatıp bir kez daha okudu.

“Kimden bahsediyorsun?”

Sinan kâğıdı bir çırpıda çekti aldı. “Kim olacak?” diye yazdı ve büyük harflerle “ROZERİN” diye ekledi. Aralarındaki ilk kavganın ateşi böylece tutuştu.

Kızıl saçlı kadın, ilişkilerinin başından beri ilk defa Sinan’a bağırdı.

“Rozerin’den sana ne ya?” dedi. “Bir kez konuştunuz be! Dış kapının dış mandalı. Benim arkadaşım ama senin hiçbir şeyin değil.”

Sinan, hızlı el hareketleriyle kendini savunuyordu. Kavganın en ateşli anında kapıyı çarpıp çıkıp gitti. Aysel arkasından bir şarap kadehi fırlattı ve cam parçalarının yere saçılmasını izledi. Ardından antreyi ağlaya ağlaya temizledi.

Uyuyakaldığı kanepenin başına gecenin ilerleyen saatlerinde ayak sesleri yaklaştı. İnce ve uzun parmaklar, dibinden kırlar çıkmış kızıl saçları nazikçe okşadı. Sinan, iki kişilik Kıbrıs gidiş dönüş biletini kanepenin kenarına bıraktı.

Uçakta kızıl saçlı kadın cam kenarına, yüzü olmayan adam ise ortaya oturmuştu. Kadının yüzünde içten, küçük ve yaramaz bir gülümseme vardı.

Bulutlara gömülen şehri izlerken yaklaşık bir ay öncesini düşünüyordu. Apartman inşaatının yanı başında, çatıya çıkmış birine bağıran kalabalığı gördüğü günü…

“Yapma amca!” diyordu insanlar. Çatıdaki ise “Çekilin! Bırakın beni!” diye yanıt veriyordu.

“Hey!” diye bağırdı Aysel. “Beyefendi, lütfen, ben doktorum. Konuşmaya geliyorum. Sakin olun, tamam mı?” Çatıdakinin ve çevredekilerin itiraz etmesine aldırmadan içeriye daldı ve soluğu yaşlı adamın yanında aldı.

İlk hamlesi ihtiyarı tutup geriye çekmek oldu. “Derdin ne?” diye sordu, kullandığı iyelik eki bir anda değişmişti. Bağırmak istememişti ama sesi yüksek çıktı. “Delirdin mi? Niye aşağı atlamak istiyorsun?”

“Çare olamazsın. Hiçbiriniz çare olamazsınız bana.”

“Anlat önce.”

İhtiyar gözyaşları eşliğinde Aysel’e döküldü. Kendisini mesleği olmayan, işe yaramaz biri olarak tanımladı. Birkaç aydan fazla bir yerde çalışmamıştı. Suça bulaşmış, hapse girip çıkmıştı. Emekli maaşı yoktu. Dilenerek torununun karnını doyuruyordu. Kızı, cani birisiyle evlenmiş ve kadın cinayeti kurbanı olmuştu; katil koca, karısını öldürdükten sonra ortadan kaybolmuştu. Geride kalan öksüz bebeğin dedesinden başka kimsesi yoktu.

“Bütün bunlar yetmezmiş gibi hastayım, bir yıl içinde öleceğimi söylüyor doktorlar,” dedi gözyaşını silen ihtiyar. “Dizlerimde derman kalmadı. Yarın bir gün yürüyemeyecekmişim. Yatağa düşecekmişim… Çaresi yokmuş. Söyle doktor, o zaman ne olacak? Devin’e kim bakacak?”

Aysel içindeki sıkıntıyı dağıtmak için konuyu değiştirmek istedi.

“Torununun adı Devin mi?”

İhtiyar başını salladı.

Şeytan Aysel’in ensesine dokundu ve bir fikir tohumu aşıladı. Tohum hırsın suyuyla ıslanarak büyüdü ve filizlendi. Bu filizin etkisiyle Aysel’in gözlerinde kurnaz, kötücül bir parlama oluştu. “Sana bir teklifim var.” dedi. “Benim istediğim bir şeyi yap, ben de Devin’e sevgiyle bakacak bir aileyi evlatlık alma başvurusuna ikna edeyim.”

“Ne?”

Aysel sağı solu kolaçan etti. “Burada olmaz. Sakin bir yerde konuşalım. Bu arada adın ne?”

“Selçuk,” dedi ihtiyar. Anı, burada sona eriyordu.

Kızıl saçlı kadın zihnen uçağa geri döndü. Ara sıra çantasını kontrol ediyor ve dolar balyalarının yeşilini gördükçe gülümsüyordu. Açıkçası Selçuk’un bu işi başaramayacağından korkmuştu. Ne var ki ihtiyar, verdiği sözden hiç caymadan şirkete girmiş ve maymuncukla kasayı açıp parayı takır takır kızıl kadının eline saymıştı. Yüz bin lira değerindeki döviz çantanın içinde yatıyordu. Daha sonra Aysel bir kuyumcuda altın satımı yapmış gibi sahte belgeyle parayı aklamıştı. Bu esnada paranın altıda birini vermek zorunda kalsa da önemli değildi. Hele Kıbrıs’ta şansı yaver giderse…

Çantayı hafif yan tuttu. Bu hareketten maksadı içindeki parayı Sinan’dan gizlemekti. Sinan’ın ne düzmece hırsızlıktan ne de paradan haberi yoktu. Aysel, gizlice kumarhaneye girip bu paraları oynamayı planlıyordu. İki ihtimal vardı sonuçta, kazanmak ve kaybetmek. Kaybederse mevzu zihniyle kendinin arasında kalırdı. Kazanırsa ve bir milyon Kanada dolarına eşdeğer miktarda para kazanırsa sevgilisine harika bir sürpriz yapardı. Onun kalbini sonsuza dek kazanırdı.

Uçaktan inerken Sinan’ın şiir kitabını yanına aldığını fark etti. Kitabın köşesi adamın çantasının fermuarının açık kalan köşesinden fırtmıştı. Kızıl zihni bunu fırsat bilip uğursuz dizeleri diline doladı: “uykularımı uyusan nasıl korkarsın / hiçbir dakikamı yaşayamazsın / aysel git başımdan ben sana göre değilim / benim için kirletme aydınlığını”

Otele yerleşip eşyalarını yerleştirdikten sonra Sinan, el işaretleriyle yorulduğunu ve uyuyacağını anlattı. Aysel onun uykuya dalışını seyrettikten sonra üstüne yakası hafifçe açık pembe bir gömlek, siyah kumaş pantolon ve uygun ayakkabılar giydi. Saçlarını tarayıp arkaya topladı. Aynaya bakıp kendini şöyle bir inceledi. Yatağa yaklaşıp hayat arkadaşının kulağına dışarı çıkıp gezineceğini fısıldadıktan sonra yavaşça dışarı çıktı.

Artık koridordaydı, gri tavanın altında, şans ve şanssızlığın birleştiği bir yolda. Lobiye indi. Otel resepsiyonundan casinonun hemen alt katta olduğunu öğrendi. Merdivenlerden aşağı inip nice servetin el değiştirdiği salona adımladı.

İçeride tek bir pencere bile yoktu ama etraf lambalarla ışıl ışıldı. Aysel’in girişteki kırmızı halının üstünde acemi bir şekilde beklediğini gören bir görevli yaklaşarak, kimliğiyle birlikte kayıt yaptırması ve kasadan fiş alması gerektiğini tarif etti. Henüz erken bir saat olduğu için ortalıkta fazla müşteri yoktu. Masalardan sadece biri doluydu.

Kızıl saçlı kadın kollu makinelerin önünde biraz oyalanırken ve yaklaşık elli dolar kaybederken dahi masada poker oynayan takım elbiseli adamlardan bakışlarını alamıyordu. Kumarbazların oyunu bitirdiğini ve toparlandığını görünce yerde yürüyen kuşlar gibi ufak adımlarla yanlarına gitti.

“Afedersiniz…” dedi tırnaklarıyla oynarken. “Bir şey sorabilir miyim?”

“Buyurun,” dedi içlerinden en şişman olan.

“Ben buraların acemisiyim. Benim biraz para kazanmam gerekiyor da… Kazanma şansı en yüksek oyun sizce hangisi acaba?”

Aysel incecik bir sesle meramını anlatırken adamın yüzüne bir gülümseme yayılmıştı.

“Yani hanımefendi…” dedi. “Bu gidişle para kazanmanız epey zor. ‘Kasa her zaman kazanır’ lafını hiç duymadınız mı?”

“Hiç…” dedi derin bir nefes alarak. “Şansım yok mu?”

Tek eliyle masaya yaslandı. “Şans kaç kez yaver gidebilir ki? Bakın hanımefendi, eğer batıp varınızı yoğunuzu kaybetmek istemiyorsanız, bilmeniz gereken ilk şey sadece zevk için oynamanız gerektiği. İki ihtimal var, kazanmak ve kaybetmek. Eğer kaybederseniz hırsla yeni bir oyuna başlayacaksınız. Eğer kazanırsanız, daha fazla para kazanma hırsıyla yeni bir oyuna başlayacaksınız. Oyunun size verdiği para ne kadar çok olursa hırsınız o kadar büyür. Sonuç olarak kumar, kesinlikle kaybedeceğiniz bir bağımlılık haline gelir.”

“Benim eğlenceye ayıracak vaktim yok, para kazanmam lazım.” Aysel bu sırada kaşlarının gülünç ve acıklı bir şekil aldığından endişe ediyordu. “Bir milyon dolara ihtiyacım var.”

Takım elbiseli adamlar önce sessizce güldü, ocakta ısınan ve kaynamaya başlayan su gibi, ardından kahkahaları patladı. Karınlarını tuta tuta, kıvrana kıvrana güldüler. Bu sırada Aysel dudaklarını ısırmaya ve tırnaklarıyla oynamaya devam ediyordu, gücenememişti bile, müşkül halinden çıkışı bu şişman adamlarda bulacağını seziyordu. 

İlk konuşan adam sakinleştikten sonra “Kusura bakmayın biraz… Şey…” diye sordu. “Bir milyon dolarla ne yapacaksınız? Çok merak ettik. Dışarıda konuşalım.”

Aysel’e barda içki ısmarladılar ve hayat hikayesini dinlediler. Semih, ilk konuşan adamın adı buydu, Aysel gibi sermayesi olmayan birinin yasa dışı işlere girmediği sürece bir milyon doları toplamasının oldukça zor olduğunu söyledi.

“Aysel Hanım’cığım” demişti samimiyetin biraz ilerlemesiyle. “Senin yerinde olsam ben hiç uğraşmazdım. Şimdi neden diye soracaksın. Biz erkek milleti kadınların peşinde koşmayı severiz. Kadınlar bizim peşimizden koşacak olursa da kendimizi beğenmeye başlarız. Eşimizi beğenmez, kendimizi daha güzel kadınlara layık görürüz. Parayı bulduktan sonra karısından boşanan adamları bilirsin. O yüzden diyorum ki bırak dağınık kalsın. Seni kardeşim olarak gördüm, yanlış anlama, güzel bir kadınsın. Fakat bu ona yetmez. Façayı düzeltirse ilk işi seni terk etmek olur. Yarın bir gün umarım Semih Bey haklıydı demezsin.”

Aysel içinden “Asla!” diyordu ama hayal kırıklığı baş sallamak harici bir tepki vermesine mani oldu. 

Akşam henüz çökmeden otele döndü. Sinan’ı bilgisayar başında birisiyle yazışırken buldu. Kazadan sonra grafik tasarım okuyan Sinan internet üzerinden serbest olarak çalışmaya başlamıştı. Sıkça müşterileriyle yazışırdı. Aysel bu yüzden garipsemedi.

Çantasını yatağın üstüne fırlatırken “Bebeğim tatildeyiz,” dedi. “Boş ver bence.”

Gece yarısı boğazında kurulukla uyandı. Gökte yıldızlar ışık kirliliğinin etkisiyle sönük bir şekilde ışıldıyor, bahçede cırcır böcekleri ötüyordu. Sinan yanında uzanıyordu, biçimsiz gözkapağı tek gözünü kapatıyordu. Aysel onu uyandırmamak için sessizce ters döndü, emekledi ve yatağın ucundan sürünerek aşağı indi. Ayağa kalktı. Parmaklarının ucunda mini buzdolabına doğru yürüdü, hiç şişe kalmadığını fark etti ve içini çekti. Masanın üstündeki ısınmış suya talimdi.

Sürahi, boş bardak, mavi ışığı yanan kapağı açık dizüstü bilgisayar yan yana duruyorlardı. Kadın sürahiden bardağa su doldurmaya çalışırken dirseği bilgisayarında gömülü faresine çarptı ve ekran açıldı. Sinan bilgisayarı kapatmayı unutmuştu.

Aysel cihazı kapatmak için harici fareyi tuttu ve ekrana dikkat kesildi. Masaüstünde yer alan bir dosya dikkatini çekti: “ROZ_CV.pdf”

Başkasının özelini karıştırmaktan nefret ederdi ama merakına engel olamadı ve dosyayı çift tıkladı. İsmi kadar içeriği de tuhaftı. Rozerin’in özgeçmişi buradaydı. Okuduğu okullar, iş tecrübesi… vs.

“Bu dosyanın burada ne işi var?” diye düşünürken bakışları satırları dolaştı.

Ortağının geçmişini az buçuk biliyordu. Şirket kurulmadan önce sanayi alanındaki kurumsal bir firmada bir süre satış uzmanlığı yaptığını biliyordu. Ancak bu firmanın ismini özgeçmiş üzerinde görünce gözlerinin fal taşı gibi açılmasına engel olamadı. Burası Sinan’ın yüzünü kaybettiği yerdi. Üstelik, çalışma yılları gösteriyordu ki kaza Rozerin o şirkette çalışırken gerçekleşmişti.

Yani Rozerin, Sinan’ın eski iş arkadaşıydı.

Aysel’in dilinden dökülen ilk söz, fısıltılı bir “Neden?” oldu. Neden bunca zaman birbirlerini tanımazlıktan gelmişlerdi? Bu rolün, bu yalanın nedeni neydi? Özgeçmişe şok olmuş gözlerle bakarken ikinci bir ayrıntı fark etti: liseleri de aynıydı. Aynı okulda dört yıl okumuşlardı.

Karın boşluğuna kaygının sıcak sıvısı yayılırken kadın tarayıcıyı açtı ve sevgilisinin sosyal medya hesabına girdi. Bugüne kadar hiç sosyal medya kullanmadığı için nereye tıklayacağını bilmiyordu ve daha doğrusu, ne aradığından da habersizdi. Fotoğraf sekmesine tıkladı. Sinan’ın kazadan önceki hali vardı burada, her yıldan, beş yıl öncesinden, liseden, hatta ilkokuldan. Her birine tek tek ve hızlıca baktı.

Toplu bir fotoğrafının önünde durdu. Lise üniforması giymiş yüzden fazla ergenin bir arada durduğu, bütün sınıfların bir arada çekildiği bir fotoğraftı. Suratlar zorlukla seçiliyordu. Aysel bir kez tıkladı, etiketleri ortaya çıkardı ve kaşlarını çatıp ekrana yaklaşarak isimleri okumaya çalıştı. Rozerin aralarında yoktu.

Eğer olsaydı bu neyin göstergesi olacaktı? Bilmiyordu. Ana sayfaya gelene dek geri tuşuna bastı. Arama bölümüne Rozerin’in adını soyadını yazdı ve çıkan profili açtı. Farenin tekerini döndürerek bir süre inceledikten sonra ilham gelmiş gibi yukarı çıktı ve mesaj tuşuna bastı. Karşısına bir külliyat döküldü.

Başlangıcı geçen yazdı, Sinan’ın Rozerin’in adını taşıyan şirkete ilk geldiği gündü.

“Roz?” yazmıştı Sinan. “Senin için geldim. Sen ise bana göz ucuyla bile bakmadın. Neden?”

Rozerin yarım saat sonra cevap yazmıştı. “Lütfen… Bak, ben hâlâ suçluluk duyuyorum.”

“Senin duyduğun suçluluğun bana ne faydası var?” demişti Sinan. 

“Senden esinlenerek açtım bu dükkanı. Aysel’e sor. Tanıdığım biri dedim ona.”

Sazı Sinan almıştı. “Önce yüzümü yakıp sonra şirket açınca iyilik meleği mi oldun?” Daha sonra bir gülücük… “Şaka yaptım Roz, yangın senin suçun değildi.”

Cümleler kısa ve parça parçaydı. Aysel boğazında bir yumrunun toplandığını hissetti.

“İnsani bir hata. Cezayı yöneticiler aldı. Biliyorsun. Sen ısıtıcıyı açık unutsan bile otomatik olarak kapanması gerekirdi.”

Demek ki eski firmadaki yangın Rozerin’in ısıtıcıyı açık unutmasıyla çıkmıştı. Rozerin de yıllar sonra Sinan’ın başına gelenlerin suçluluğundan kurtulmak için Aysel ile ortak olarak kozmetik şirketini açmıştı.

“Seni özlüyorum Roz. Konuş benimle. Bir kez.”

On dakikalık sessizlik…

Rozerin başta suçluluğunu belirtmek dışında bir şey yapmamış fakat daha sonraki günlerde o da en az Sinan kadar istekle yazmaya başlamıştı. Lise dönemini anmışlardı. Lisedeyken aynı sınıfta değillerdi ama sevgililerdi, hatta el ele fotoğrafları vardı.

İlerleyen aylardan bir kesitte, “Seni hâlâ seviyorum.” diyordu Sinan. “Keşke eskisi gibi olsa her şey.”

“Aysel içeride uyurken mi yazıyorsun bunu? Benden ne bekliyorsun?” demişti Rozerin. “Sinan. Yapamam. Yüzünü göremeyeceğim, sesini duyamayacağım. Üstelik benim yüzümden.”

“Kes şunu. Kaç kez diyeceğim? Senin yüzünden değildi.”

Çok geçmeden Rozerin inadını kırmış ve gizlice buluşmaya başlamışlardı. Birbirlerine aşkım diye hitap etmeye, iltifatlar yağdırmaya başlamışlardı. Rozerin bir ara Sinan’a “Neden Aysel’in evine yerleştin?” diye hesap bile soruyordu. Aysel diline bir tuz tadı gelene dek ağladığını fark etmedi.

Konuşmalar samimilik dozu artarak dün akşama dek devam ediyordu. Külliyatın son cümlesi Sinan’a aitti. “Bizimki geldi, kapatıyorum.”

“Bizimki” sözünü bir küfür gibi algılayan Aysel bir hışımla siteyi ve bilgisayarı kapattı. Çıt bile çıkarmamıştı ama yüzü sırılsıklamdı. Bacakları titriyordu. Bütün bunların kâbus olmasını diliyordu ki uyansın, geçsin. Parmağını ısırdığında canı yandı. Acı da gerçekti, tüm bu yaşananlar da.

Çantasını alıp kendisini dışarı attı. Doğruca casinoya gitti. Epeyce yüklü bir parayı slot makinesine yatırdı. Ruloların dönüşünü izlerken sert bir içki alıp fondip yaptı ve bu sırada kazandığını belli eden çınlamayı duydu.

Beş parasız ve sevilen bir kadın beş saat içinde milyoner ve aldatılmış bir kadına dönüştü.

Mart’ın ilk haftasonunda Toronto’da bir lokantanın bütün müşterileri soğuk havadan dolayı yemeklerini içeride yerken terasta bir Türk çift oturuyordu. İnce montuna sarılmış bir halde Aysel, yüzü sargılar içindeki Sinan’a gülümsüyordu.

Kıbrıs’taki geceden sonra hiç renk vermeden biyonik yüz takılması için gereken parayı kazandığını müjdelemişti. Sinan duyduklarına inanamamış, müjdeyi tekrarlattıktan sonra gören tek gözü parlayarak sevgilisine sarılmıştı.

Yarı organik biyonik yüzü yaklaşık bir ay içinde sargısız olarak kullanılmaya müsait hale gelecekti. Ancak şimdiden yeni dilini ve dudaklarını hareket ettirebiliyor, konuşabiliyor, protez dişleri arasında yemek öğütebiliyordu. Aysel, Sinan’ın sesini ilk işittiğinde kendisini bulutların üzerinde yürüyor gibi hissetmişti.

Kanada’daki şirkete ödeme yapan kadın kalan parayı Rozerin’e göndermiş ve kozmetik şirketini devam ettirebileceğini müjdelemişti. Böylece bir nevi yaptığı hırsızlığın kefaretini ödediğini düşündü.

Gündüzlerini ve gecelerini birbirinden ayırmıştı. Güneş tepedeyken Sinan’la ilgilenir, onun yüzüne gülerken -hatta gerçekten gülerken- yıldızlar göğün nöbetini devraldığında Sinan’ın sosyal medya hesabına giriyor ve Rozerin’le sürüp giden mesajlaşmalarını okuyordu.

“Seni çok özlüyorum.” diyordu kâküllü kadın. “Dudaklarını hayal ediyorum. Etmemeliyim. Canım yanıyor.”

“Neden? Hayal etmenin ne kötülüğü var?”

Aysel’den bahsediyorlardı. Aysel sayesinde hayatlarının düze çıktığından. İhanetlerinin kucağında Aysel’i övüyorlardı.

“O benim en yakın arkadaşım Sinan. Yanlış yapıyoruz.”

“Hayır Roz, bana zaman ver. Döndüğümüzde her şey bitecek. Üzülecek bir şey yok, yetişkin insanlarız biz.”

Aysel çıt çıkarmıyor, renk vermiyor, sadece okuyordu.

Güneş ışığı ve rengarenk çiçekler Mayıs ayını karşılarken çift Türkiye’ye döndü. Sokaklar cıvıl cıvıldı. Yaz tatiline yaklaşmanın heyecanıyla çocuklar etrafta koşturuyorlardı. Çevredeki bu enerji yalnızca Sinan’a sirayet etmemişti. Sinan’ın yeni yüzü, diğer yüzlerden farksız bir şekilde mimik sergileyebiliyordu lakin tebessüm bunların içinde yoktu.

Aysel ise tam tersi her fırsatta kahkaha atıyor, güler yüzünü hiç soldurmuyor ve Sinan’ın etrafında dört dönüyordu. Bahaneler çıkarıyor ve sevgilisini bir dakika dahi yalnız bırakmıyordu. Adamın canı buna pek sıkılıyordu, bir an önce bu kadını başından def etmek ve sevdiği diğer kadına gitmek için fırsat kolluyordu.

Sinan’ın gülümsediği ilk an, “Hadi Rozerinlere akşam yemeğine gidelim.” teklifini aldığı andı. Çift, günler sonra ilk kez birlikte mutluydu. Özellikle adamın içi içine sığmıyordu. Rozerin’in kâküllerini, iri gözlerini hayal ettikçe kalbi yerinden çıkacak sanıyordu. Kızıl saçlı kadın da kendine münhasır bir sebepten dolayı mutluydu ve rol yapmadan gülüyordu.

Üçlünün birbirini gördüğü ilk an görülmeye değerdi. Rozerin ve Sinan birbirlerine karşı ilgisiz davranarak Aysel’e abartılı bir ilgi gösterdiler. Küçük Devin neler olduğunu anlamaya çalışarak etraflarında dönüp duruyordu. Aysel ise çevreyi pür dikkatle gözlemliyordu. Doğru zamanı yakalaması gerekiyordu.

Ortağının annesiyle koyu bir sohbete girdi. Devin hakkında, şirket hakkında konuştu da konuştu. Gözleri annedeyken aklı odanın geri kalanındaydı.

Bayram çocuğu edasıyla oturan Rozerin kahve getirme bahanesiyle yerinden kalktı. Otuz saniye içinde Sinan tuvalete gitmesi gerektiğini söyledi. Aysel de zaten bunu bekliyordu. O çıktıktan sonra içinden otuza kadar saydı ve sessizce kalkarak koridora doğru seğirtti.

Başını sola çevirdi. Adamı mutfak balkonuna doğru yürürken gördü. Peşinden fare adımlarıyla yürüdü. O, balkona çıkınca kızıl saçlı kadın da yaklaşıp pencerenin altına pusu kurdu.

Rozerin balkonun köşesindeydi, korkuluğa dayanmıştı. Üzerinde kimonoyu andıran iri yeşil çiçekli bir elbise vardı. Koyu renk bir farla boyalıydı göz kapakları, kestane kabuğu saçlarına fön çekilmişti. Sinan’a kaçamak ve korkulu bir şekilde sarıldıktan sonra yanaklarından tuttu, onun dudaklarını kendi dudaklarına yaklaştırdı.

Kızıl kadın işte tam bu anı bekliyordu. İnsan vücudunda sinir hücrelerini yoğun bir şekilde barındıran bu organların birbirine dokunarak muradına ereceği anı… Ayağa kalkıp cama tıklayınca genç aşıklar yerinden sıçradı. Geriye çekilip ona doğru baktılar. Kadın nemden dolayı şişmiş balkon kapısını zorlayarak açmayı başardı ve dışarıya çıktı.

“Aysel…” diyecek oldu Sinan.

Aysel sesinin titrememesi için kendisine verdiği sözü tutamamıştı. “Her şeyi biliyorum.” dedi.

“Ben…”

“Her yazışmanızı okudum.”

Rozerin oralı değilmişçesine başını çevirmiş, tek bir kelime etmemişti. Kızıl kadın gözyaşlarını tutamayacağını fark edince arkasını dönüp hızlıca çıktı. Sinan gölge gibi peşinden geliyor ve adını sayıklıyordu. “Aysel dinle, ne olur beni dinle.”

Aysel’in zihninde dizeler yağmur gibi geziyordu.

“ya ölmek ustalığını kazanırsın / ya korku biriktirmek yetisini / acılarım iyice bol gelir sana / sevincim bir türlü tutmaz sevincini”

Uzayıp giden bir yoldan sonra eve vardıklarında Sinan huysuz adamı oynamaya karar verdi. Dört mevsimi yalanla süsleyen o değilmişçesine Rozerin’i sevdiğini haykırdı. Aysel bir koltuğa oturdu. Sinan ayakta kaldı, sazı eline aldı.

“Sinan ben seni…”

“Ben tamamlayayım cümleni bırak. Beni yüzüme rağmen sevmedin.” dedi. “Yüzüm yaralı olduğu için sevdin. Daha doğrusu sen aslında beni sevmedin.”

Kızıl saçlı kadın girdapta dönen su gibi içini çekti. Soru sormaya dahi mecali kalmamıştı.

“Sen neyi sevdin biliyor musun?” dedi Sinan. Ayağa kalkmış ve sesini yükseltmişti. “Tanrıçalığını sevdin. Bir zavallıyı iyileştirebilmeyi sevdin, Panakeia! Yukarıdan bakıp acımayı sevdin, sen…” 

“Ben sana acımadım.” Sesi boğuk duyuluyordu çünkü Aysel, kendine aksi yönde birçok söz vermesine rağmen, gözyaşlarına boğulmuştu. “İncinme diye esen yelden sakındım seni.”

Adamın duruşunda tek bir his emaresi yoktu. “İncinmeyeyim diye esen yelden sakınmış beni.” diye kısık sesle tekrarladı. “Buram buram kibir kokan şefkatinden tiksiniyorum.”

“Ne istiyorsun?” dedi kadın gözyaşlarını silerek. “Peki, şefkat istemiyorsun, daha önce hayran olduğunu söylemiştin ama boş ver. Eğer benden beklentini anlatırsan öyle davranırım.”

“İşte göremediğin sorun bu. Senden beklentim olmasını istiyorsun. Sana ihtiyacım olsun, acizce kapına gelip tanrıçaya yalvarayım.”

Kadın saçlarını yolacakmış gibi iki eliyle kavrayarak “Nereye çekiyorsun?” diye bağırdı. “Ne alakası var? Sinan sen beni en yakın arkadaşımla aldattın. Böyle mi sıyrılıyorsun?”

“Senden ayrılmayı başaramadım çünkü!” diye aynı tonda yanıt verdi adam. “Cesaret edemedim.”

Kızıl saçlı kadın içinden “Sesini duymak için ömrümü verirdim.” diye geçirdi. “Oysa bu sesin zehirden acı sözler taşıyacağını bilemedim.”

Sinan onun bu düşüncelerini hissetmiş gibi “Tamam,” dedi ve en yakın sandalyeye oturdu. “Sağ olasın, senin vesilenle tedavim yapıldı. Konuşabiliyorum, mimiklerim bile yerine geldi. Ömür boyu borçlu olacağım sana. Ancak bu borcun içinde ilişki yok. Seninle mutlu olamam. Sen de olamazsın. Bırak, Rozerin’le mutlu olayım.”

“Ben mutluydum,” dedi Aysel. “Seni borçlu olarak görmek aklımdan bile geçmedi. Minnetin ağır yükünü bilmeden hissettirdiysem özür dilerim.”

“Özrünü kabul edip sana dönsem kabul edeceksin yani. Gururun yok mu? Tanrıça bu kadar güçsüz müydü?”

Kadın pencereden dışarıya baktı ve cevap vermedi. Gün ışığı bugün fazla mı soluktu, ne?

“Aramızda sağlıklı bir ilişki olsaydı, şu aşamada geri dönmeme izin vermezdin.” dedi Sinan. “Ben, mesela, Rozerin beni aldatsa çok acı çekerim ama buna rağmen ayrılırım. Bir daha yüzüne bakmam. Çünkü ilişkiye devam edersem her daim sadakatsizliğinin lekesini hatırlarım ve eskisi gibi saf sevemem. Sen ise beni her şeyi bildiğin halde kabul etmeye hazırsın. Rozerin’le ilk günden beri yazıştığımı biliyorsun ama sana geri dönmemi istiyorsun.”

Aysel sessiz kaldı. “Bana geri dön demiyorum,” dedi içinden. “Dudakların onun dudaklarına değmese, olmaz mı?”

“Sen sana yaşattığım birtakım hislere bağımlısın. O yüzden seni aldatsam da aşağılasam da beni kabul etmeye hazırsın. Nasıl olsa beyninin bağımlı olduğu kimyasallar salgılanacak. Ha esrar içmişsin ha bana sarılmışsın.”

Şeytan rüzgâr gibi açık camdan içeriye sızdı. Aysel’in ensesine minik bir öpücük kondurdu. Zehirli bir öfkeye bulanmış fikir tohumu filizlenip sarmaşığa dönüştü. Zihni Winchester malikânesine benziyordu. Hani Amerikalı bir silah tüccarının evlat acısı ve vicdan azabından aklını yitiren dul karısının bitmeyen bir inşaatla yaptırdığı çıkmaz merdivenli, boşluğa açılan kapılı, yüzlerce odalı malikâneye…

Mutfağa geçip kendine bir kahve yaptı. Ayağa kalkıp eşyalarını toplamaya başladı. Ufak bir bavulu dolduracak kadar eşya yeterliydi. Atilla İlhan’ın kitabını da koyup fermuarı çekti. Yakındaki bir otele telefon açtı ve rezervasyon ayırttı. Sinan’ın gözü önünde kapıyı çarpıp çıktı.

Sinan her ne kadar berbat hissetse de bir süre sonra omuzlarını silkti ve “Evi terk etmesini ben söylemedim.” diye mırıldandı. Buzdolabını açıp yarım kalmış şarabı fondipledi. Henüz şişeyi çöpe atmadan başı dönmeye başlamıştı. Bu kadar çabuk sarhoş olması normal miydi? Bunları düşünürken yere yığıldı.

Kırpıştırdığı gözlerine loş kırmızı ışık dolarken ilk hissettiği ağrı oldu. Başı çatlayacakmışçasına ağrıyordu; sırtı, kolları, bacakları, her yeri ağrıyordu. Hareket etmeye, kaslarını açmaya çalıştığında her yerinin tutulduğunu fark etti ve korkuyla midesi kasıldı. Felç olduğunu sandı. Başı çok rahatsız bir pozisyonda arkaya yatık duruyordu ve kaldırmaya çalıştığında kaynağı belirsiz bir şekilde engelleniyordu.

Tamamen uyanınca durumu kavradı. Sinan bir sandalyeye bağlanmıştı. İncecik uzun bir zincir kollarından, bacaklarından, bedeninden, boynundan dolanmış ve alnını sararak kafasını zaptetmişti. Yüzü tavana bakıyordu. Burnunun bir karış üstünde tavana asılmış bir huni vardı.

“Pekâlâ, çok zeka gerektiren bir şey değildi.” diye işitildi Aysel’in sesi. “Seni içecekle bayıltıp buraya taşımak, sıkıca bağlamak, huniyi ayarlamak falan filan. Yalnız bana epey paraya mal oldun, biliyor musun? On metre zincir 500 lira olmuş. Bir milyon dolara bile bu kadar acımamıştım.”

Asit dolu şişenin kapağını açtı ve coslamasını klasik müzik konseri gibi dinledi. “Sinan!” diye ünledi. “Bu sesi tanıyor musun?”

Aysel yüzünü sıvazladı ve başını iki yana salladı. Hayır, gerçek değildi. Ayaklarının dibine koyduğu bavul, evi terk etmesi ve yavru kedi gibi beklemesi gerçekti ama gerisi hayaldi. Zihninin en kızıl köşelerinden sızan hayaller… Şaraba ilaç koymamış, tavana huni asmamış ve altı milimetrelik on metre zinciri sevdiği adamın bedenine sarmamıştı.

Ayakları iradesinden neredeyse bağımsız olarak hareketlendi ve işlediği suçları itiraf etsin diye onu karakola sürükledi.

***

Masanın üzerindeki iki mektuptan birini aldı ve kat yerlerini açtı. 

“Canım Aysel,

Bu mektubu, önceki üç mektup gibi, beni bağışlaman için yazıyorum.

Dostluğunu kaybettiğimi biliyorum ve bu canımı yakıyor. Beni haklı çıkaracak herhangi bir bahane yok, biliyorum ama olanları benim açımdan da dinle, lütfen.

Lise aşkları saman alevi gibi kısa sürer ama iz bırakır. Sinan benim hayatta ilk sevdiğim kişiydi. Elini tutarken bayılacağımı sanırdım. Son sınıfta onun gibi birisi için yetersiz olduğumu, benden daha iyilerine layık olduğunu söyleyip benden ayrıldı. Bir dönem yemekten içmekten kesildim. Sinan’a o kadar kızdım ki başına korkunç bir şey gelmesini ve egosunun törpülenmesini diledim.

Aradan geçen yıllar bizi aynı işyerinde bir araya getirdi. Sinan üretim bölümündeydi, bense idari bölümde. Giriş ve çıkış hariç karşılaşmıyorduk. Kızgınlığım kalmamıştı ama tanımazlıktan geliyordum. Soğuk bir kış günü ayaklarımı ısıtmak için yaktığım ısıtıcıyı açık unutarak aşağı indim. Sandalyeden sarkan fularım tutuşmuş. Fitil etkisi yaparak domino taşı gibi içerideki eşyaları da yakmış. Bir saat içinde tüm işyerine sıçramış. Makinelerden birinin sıcaktan yönünün değişmesiyle tazyikli asit Sinan’ın suratına fışkırmış. İhmaller zinciri… Yangın söndürücüsü bile çalışmayan rezil bir yerdi.

Mahkemede yargılandım ve ceza almadım ama içimdeki suçluluğu dindiremiyordum. Bu yüzden seninle kozmetik şirketini kurduk. Böylece Sinan’dan aldığımı geri verebileceğime ve vicdan azabından kurtulabileceğime inanıyordum. Onu dükkana ben davet ettim fakat halini görünce üzüntümden karşısına çıkıp da konuşamadım. Bir korkak gibi gölgelerde kaldım.

Onunla hiç yazışmamalıydım. Sana ümit verdiğini görürken, senin ona duyduğun sevgiyi bir sünger gibi emdiğine şahit olurken ondan uzak durmayı başarmalıydım.”

Aysel mektubun geri kalanını okumadan zarfın içine geri koydu. Cezaevine girdiğinden beri Rozerin’den vicdan azabıyla kavrulmuş mektuplar alıp duruyordu. Oysaki yerinde ve vaktinde yol göstermeyen vicdan nasıl takdir edilir, geç duyulan acı neye yarardı? Eski yakın arkadaşına duyduğu kızgınlık uçup gitmiş, yerini acımaya bırakmıştı.

İkinci mektup Kıbrıs’ta tanıştığı iş adamından geliyordu. Semih, Aysel’in hapse girdiğini öğrenmiş ve son durumunu merak etmişti. “Hak etmediği iyiliği ondan geri alabilirim,” diyerek Sinan’ın yüzüne zarar verebileceğini ima etmişti. Kızıl saçlı kadın bunu istemedi. Bıraktı ki birbirlerinin de kendilerinin de tıynetini bilerek yaşasınlar. Vicdan aynasına bakamamaktan daha büyük bir ceza yoktu. 

Son haberleri biliyordu. Şirket kapatılma sürecine girmişti. Rozerin, Sinan’ı reddettikten sonra Sinan yurtdışına çıkıp ortadan kaybolmuştu.  

“Üç ay,” diye düşündü Aysel. Hırsızlığa azmettirme suçundan dört duvar arasında üç ay geçirmişti. Üstelik Selçuk’un Devin’e bakmayan akrabaları birden ortaya çıkıp onu tehdit etmeye başlamışlardı. Elbette blöften ibaretti ama bütün bunlar ruhunda bir iz bırakmıştı. Yeterince korku altında kalan biri güvenliğe tekrar kavuştuğunda buna bir süre inanamazdı.

Bundan dolayıdır ki bir Aralık günü tahliye olduktan on gün sonra, dar bir sokaktaki üç katlı eski bir apartmanda henüz tuttuğu dairesinin mutfağına astığı duvar saatinin altında gece yarısı çay içerken bir an birilerinin onu aşağı atmasından ve intihar süsü vermesinden korktu. Bu anlık ve geri döndürülemez duygunun ardından, kuruntusunun yersiz olduğunu anımsadı ve derin bir nefes aldı. Yılın en uzun gecesinde içinde akan serin bir pınar olarak tarif edebileceği bir şeyler hissetti, özgür, güçlü, güvende. Papatya çayını son yudumuna kadar içtikten sonra bardağı tezgaha bıraktı ve uyumaya gitti. 

Liste(leri) seçin:
Bu alan gereklidir.

Yorumlar

  1. calakelaam says:

    Nereden geliyor böyle kurgular anlayamıyorum! Hayran kaldım gerçekten. Özellikle Aysel için üzüldüm. Bu insanlar neden böyleler dedim içimden. Kimse saf değeri hak etmiyor maalesef.

    1. matriyarka says:

      Çok teşekkür ederim. 😍 İnsan, son derece nankör bir canlı olabiliyor bazen…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir