Sık ve derin nefesleri, bakışlarını yere çevirerek gizlediği heyecanını izhar ediyordu. Kumral saçları başının arkasında topuz yapılmış, dantelli elbiseleriyle bir eski çağ tablosuna aitmiş gibi görünen genç kadın bu mesut anın gerçekliğini idrak edebilmek için uyluğunu çimdikliyordu. On yedi mevsimdir özlediği, günlüğünün en mahrem köşesini onun anılarıyla doldurduğu adam karşısındaydı. Uzun yolculuğundan göçmen kuşlar gibi dönmüştü.
Asiye bu on yedi mevsimi korkular içerisinde geçirmişti. Lâmi’nin dönmek istemeyeceğinden değil ama başına bir şey gelmesinden, yolda bir aksilik çıkmasından korkmuştu. Her iki ihtimal de son derece yüksekti. Çünkü dünyayı saran ağ artık bir hayaletten ibaretti. Elektrik sistemleri çökmüş, tramvay ya da metro gibi ulaşım araçları ıskartaya çıkmıştı. Dışarıda bir zamanlar yaşanmış teknoloji çağının ağır ağır çürüyen cesedi vardı ve bu ceset, bir zamanlar hayatını kolaylaştırdığı, yeni “eski düzen”e uyum sağlamaya çalışan insanları tehdit ediyordu.
Eğer hasretini biraz olsun gidermek istiyorsa akşam vakti çalışma masasına oturmalıydı Asiye. Kandilini uyandırmalı, kullandığı kibriti zarif bir üflemeyle söndürmeli, dolma kalemini hokkaya batırmalı ve yazmaya başlamalıydı. Kalemin gölgesi kâğıdın üzerinde dans etmeliydi. Sonra el emeği göz nuruyla hazırladığı mektubu zarfa yerleştirmeli ve ertesi gün posta kutusuna yerleştirilmek üzere bir gece beklemeliydi.
Postacı hafta içi her sabah saat altıyı yirmi geçe evin önünde olurdu. Güneşin henüz doğmadığı bir saatte çalışmak ona özgü bir durum değildi. Çarkların dönebilmesi için mesailer her sektörde erken başlıyordu. Dosyalar daktilo ile dolduruluyor, kayıtlar büyük defterlere yazılıyordu. Gutenberg usulü, manuel çalışan çarklı matbaalar kullanılıyordu. Ulaşım için at arabalarına dönülmüştü. Floresan lambalar basit bir dekordu. Bilgisayarlar her kurumda bir köşeye yığılmış çöplerden başka bir şey değildi. Binaların elektrik tesisatları çoktan fareler tarafından kemirilmişti. İnsanlığın telgraf ile başlayan iletişim çağı macerası on iki yıl önceki Güneş patlamasıyla birlikte sona ermişti.
Bu tehlike aslında uzun zamandır biliniyordu. Fakat alınabilecek bir önlem yoktu ve kimse de gerçekleşeceğine inanmamıştı. On bir yıllık döngülerle Dünya’yı aydınlatan yıldızın yüzeyinde hareketlilikler olurdu. Kimi zaman Güneş’in yüzeyindeki lekeler patlar ve Dünya’ya radyasyon saçardı, bu olaya “Güneş fırtınası” denirdi. GPS ve radyo sinyallerinin dolaştığı atmosfer katmanını kötü yönde etkileyen bu fırtına yeterince güçlü olursa yerküredeki elektrik ve iletişim ağlarını çökertebilirdi. Öyle de olmuştu.
Dijital kıyametin ilk anından itibaren toplu ölümler başlamıştı. Önce hastaneler kararmıştı: sağlık cihazları kapanmış, yoğun bakımda yatan hastalar hayata gözlerini yummuştu. Ardından havacılık sona ermiş ve enkazının altında binler kalmıştı. Okyanusa düşüp kaybolan uçakların sayısı bilinmiyordu. Karada jeneratörler birkaç gün idare etse de benzin sevkiyatının aksamasıyla bu geçici iyilik dönemi sona ermiş, otomobillerden sokak lambalarına bütün elektrikli cihazlar kullanılamaz hale gelmişti. Piller ve pilli cihazlar karaborsaya düşmüştü. Hoş, pil masa lambası ve saatten başka nerede işe yarardı ki? Deprem, yangın gibi afetlerde hayat kurtaran pilli radyolar yayınları değil, kaosun cızırtısını iletiyordu.
Zaman adeta geriye akmış, on yedinci asrın şartları yirmi birinci yüzyıl insanları üzerinde egemen olmuştu.
Bilginin değeri azalmış, emeğin değeri artmıştı. Kafa emeği değil, el emeği… Böylece daha zeki olan değil, daha güçlü ve dayanıklı olanlar makbul oldu. Değişen dengenin ilk kurbanı kadınlardı. İş dünyasından bir kez daha dışlandılar, çünkü erkeklerin kas gücü kadınlara göre daha çoktu. Öğretmenlik gibi nadir meslekler hariç her alanda cinsiyet ayrımı yeniden ortaya çıkmıştı.
Kadın hakları savunucuları her gün sokaklarda eylem yapıyordu. Polis ise eylemcilere sert müdahale ediyor, fısıltı gazetesi her gün bir çatışmanın haberini yayıyordu. Bu müdahalelerin içinde su fışkırtma ya da gaz sıkma yoktu, genelde silahlar konuşuyordu.
İşte bu şartlar içerisinde Lâmi okyanus ötesine iş gezisine gitmişti. Kadırga ile yapılan bu seyahatte mahkûmlar ve gönüllüler kürek çekmişti; ilk sınıfın cezaları affedilmiş, ikinci sınıfa ise yüksek ücret ödenmişti. Altı ay gidiş, altı ay geliş, otuz dokuz ay iş… Asiye ve Lâmi, genç nişanlılar, bu süre zarfında birbirlerinin sesini duyamadılar. Mektuplar altı ay gecikmeli iletildi. On yedi mevsim, yedişer mektup taşıdı üzerinde.
Felaket insanlar arası ilişkileri de bir karşı devrime uğratmıştı. Görüntüler kaydedilmiyordu. Sesler küçük bir çipin içine saklanamıyordu. Hafızada ne kalırsa, o… Böylece an değerlendi. Aileler bir arada vakit geçirmeyi önemser oldu. Sevgililer baş başa kaldıkları zaman dilimlerini birbirlerini hissederek, gözlerinin içine bakıp ellerini tutarak, saçlarını okşayarak kıymetlendirdiler. Ayrılıklar ise günlüklere, mektuplara ve gözyaşına saklandı. Asiye Lâmi’ye duyduğu hasreti bir kanaviçe gibi örerken hayatına, yolculuktan önce işittiği son sözler hep kadının hatırına geldi.
“Sen hüsnüyusufsun.” demişti Lâmi. Okulların bu yıkılmış dünyayı tekrar diriltmenin tek umudu olduğunu söylemişti. “Bilirsin ya, bir sürü çiçek açar ve küre şeklinde dizilirler. Hüsnüyusufsun sen, çünkü öğretmensin. Öğrencilerinle birlikte dünyayı güzelleştireceksin. Çiçekten bir yerküre inşa edeceksin.”
Asiye başını kaldırdı ve gülümsedi. Karşısındaki adamın, hayatını birleştireceği bu zarif ruhun kahverengi gözlerine baktı. Mutlulukla aldı dört küsur yıl sonra nefesini. Madem göçmen kuş da dönmüştü evine, başlamalıydı artık hüsnüyusuf mevsimi.
Bu öyküyü ayrıca dinleyebilirsiniz: