❝Toplam sekiz adet bebek sağ olarak dünyaya geldi. Hepsi de bu laboratuvarda, benim deneylerim için doğdular. Ben hiç kimseyi kaçırmadım, insan kaçakçılığı yapmadım. Etiğe karşı gelmedim. Hepsi benim insanlarımdı! Diğer bilim insanları kök hücrelerden organ ürettiği zaman etik de ben organizma ürettiğim zaman mı etik değil? Kim diyor bunu? Yoksa işe yarar bir şey icat edemedikleri için kıskançlıkla dişlerini sıkan meslektaşlarım mı?❞
Tek bölümlük bir bilim kurgu hikayesidir. Keyifli okumalar dilerim!
Yirmili yaşlarının yarısını aşmış; lisenin fırtınalı, üniversitenin neşeli yıllarını atlatmış ve sekiz mevsimi aşkındır hafta içi mesai saatlerini klimalı bir ofiste bilgisayarın başında geçiren bir yetişkinin hayatını kökten değiştiren bir olay yaşanma olasılığı çok azdı. Şule’nin başına ise, sıvı su içeren bir gezegenin ilkel çorbasından DNA’nın teşekkül etmesi kadar nadir ve adeta mucizevi bir şekilde, bu olaylardan aynı saat içerisinde iki adet gelmişti.
Pazartesi kasvetinde bir sabah saçlarını arkadan toplamış genç kadın bir yandan haberleri okuyor, diğer yandan da ucuz beyazlatıcılı granül kahvesini yudumluyordu. İnternetten alınmış stok laboratuvar fotoğrafının üzerinde “Dünya gündemini sarsan olay! Yunanistan’da kaçak insan deneyleri!” manşetini görünce göz devirdi. Tık tuzağı olarak hazırlanmış aptalca içeriklerden biri olduğunu düşündü. Yine de, işlerine başlamadan önce biraz daha vakit kaybedecek bahanesi olsun diye habere tıkladı.
“Dünya gündemini sarsan olay! Yunanistan’da kaçak insan deneyleri!
Atina’da, eski üniversite binasına yapılan uyuşturucu baskınında akıl almaz bir skandal ortaya çıktı.
Atina’daki Didymoi Üniversitesi’nin 1993 yılında kapatılmasının ardından; okul arazisi, binaları ve tüm demirbaşlar ülkenin sayılı zenginlerinden Profesör Ilias Barakos tarafından özel mülk olarak satın alınmıştı. Barakos araziye yabancıların girişini engellemek için önlem almış ve sonuçlarını kamuoyuna duyuracağı önemli bilimsel araştırmalar yaptığını duyurmuştu.
Bu durum ülkedeki bazı akademisyenlerin tepkisine yol açtı. Bir üniversite arazisinin tek bir kişinin mülkü olmaması gerektiğini savunan öğretim görevlileri Barakos’un içeride yasa dışı işler yaptığına dair defalarca ihbarda bulundu. Geçtiğimiz yirmi beş yıl içerisinde arazi birkaç kez polis baskınına uğradı.
Yeraltındaki bölmeler suçları gizlemiş
Son baskın, çevre halkından bir vatandaşın Barakos’un yardımcılarının beyaz toz dolu torbaları toprağa gömdüğünü görmesiyle yapıldı.
Gece saat 3’te polis birlikleri Didymoi arazisine dört bir yandan girdi. Binaların arandığı esnada bir polis, yardımcılardan birinin arazinin ortasında bir çukura girmeye çalıştığını fark etti.
Çukurun bugüne dek keşfedilemeyen yeraltı bölmelerine açılan tünellerden birisinin çıkışı olduğu ortaya çıktı.
Orta çağ zindanlarını aratmayan manzara
Aşağıdaki bölmelerde uyuşturucu değil, tüyler ürpertici bir manzara vardı. Demir parmaklıklarla birbirinden ayrılmış hücreler ve kimliği belirsiz, yarı çıplak insanlar bulundu. Yaşları 25-27 arasında değişen insanların konuşmayı bile bilmedikleri öğrenildi.”
Haber devam ediyordu, ne var ki kanı donan Şule’nin gerisini okuyacak mecali yoktu. Sağ üstteki çarpıya basarken içini çekti. Tık için bu kadar da yalan uydurulmazdı ki canım!
Öğle molasına dek dalgın bir şekilde çalıştı. Aklını o haberden bir türlü alamıyordu. Hayal gücü, paçavralar içindeki zavallıların olası halini canlandırıyor ve ürettiği resimler giderek daha da acıklı hale geliyordu. Nihayet biraz daha araştırma yapmaya karar verdi. Arama motoruna “Ilias Barakos” yazıp dili de İngilizce seçti. İşte ilk sayfada, dünyaca meşhur haber kanallarına ait dumanı tüten haberler sıralanmıştı.
“İnsan deneyleri skandalının başrolü Barakos: Ben hiç kimseyi kaçırmadım, insan kaçakçılığı yapmadım. Etiğe karşı gelmedim. (CCB, 14 saat önce)” yazılı bağlantıya tıkladı.
Bu site, sabah okuduğu sitedeki yazının bir benzerini içeriyordu. Ek olarak burada zanlının itirafına da yer verilmişti. Profesör o insanlar üzerinde deney yaptığını kabul ediyor, hatta üniversite arazisini sırf bunun için satın aldığını söylüyordu. Yalnız, denekler kaçırılmamış, laboratuvara dışarıdan getirilmemişti.
“Hepsini bizzat kendim ürettim.” diyordu profesör. “Plasenta, yani sizin anlayacağınız şekilde bebeğin doğumuyla birlikte anne rahminden atılan et parçası, kök hücreleri bakımından oldukça zengindir. Kök hücreler ise bizim yapıtaşımızdır! Tüm doku ve organlara dönüşebilir.
Çeşitli hastaneden toplattığım plasentalardan kök hücreleri ayırdım. Gelen ilk hücreler aracılığıyla yapay insan rahmi ürettim. Bu organı düşük voltajlı elektrik akımları vasıtasıyla kontrol edip faal hale getirdim. Ardından diğer kök hücreleri dölyatağına yerleştirip embriyo olarak gelişmesini sağladım. Toplam sekiz adet bebek sağ olarak dünyaya geldi. Hepsi de bu laboratuvarda, benim deneylerim için doğdular. Ben hiç kimseyi kaçırmadım, insan kaçakçılığı yapmadım. Etiğe karşı gelmedim. Hepsi benim insanlarımdı!
Diğer bilim insanları kök hücrelerden organ ürettiği zaman etik de ben organizma ürettiğim zaman mı etik değil? Kim diyor bunu? Yoksa işe yarar bir şey icat edemedikleri için kıskançlıkla dişlerini sıkan meslektaşlarım mı?”
Şule ürpertiyle gözünü alt paragraflara kaydırdı. Plasentaları toplamakla görevli yardımcı, sorgusunda Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye’deki bazı hastaneleri dolaştığını anlatmıştı. En aşağıda ise “laboratuvar insanları”nın fotoğraflarına giden bir link bulunuyordu.
Fotoğraflara bakmamak için kendisiyle savaşsa da sonunda merakı galip geldi. Deneklerin boş bakışlarıyla göz göze gelmemeye çalışarak her bir görselin altındaki bilgilendirme yazılarını okudu önce. Barakos onları Yunanca sıra sayılarıyla isimlendirmişti. Erkek deneklerin isminin sonu “-os”, kadın deneklerin ise “-a” ile bitiyordu. Protos… Deftera… Trita… Tetartos… Pemptos… Ektos… Ebdomos… Enata…
Sayfayı birkaç kez kaydırdıktan sonra deneklere doğrudan bakabilecek cesareti topladı. Aşağıdan yukarıya doğru yavaşça baktı yüzlerine. Sıra Deftera’ya geldiğinde ise kalbi duracak gibi oldu. Kaş yapısı, gözleri, burnu, dudakları, çenesi, elmacık kemikleri… Bu yüzü tanıyordu. Bu yüz, kendi yüzüydü. Deftera adlı -ya da sayılı- denek, Şule’ye ikiz kardeş kadar benziyordu.
Tansiyonu düştü, fenalaştı. İşyerinden izin alıp günün geri kalanını evde geçirmek zorunda kaldı.
Plasentalardan çalınan hücreler sayesinde dünyaya geldiklerine göre, bu insanlar dışarıda yaşayan özgür insanların genetik ikizleri olmalıydılar. Şule’nin şokunu atlatması iki haftadan uzun sürdü. Yetkililere başvurdu ve Deftera’nın gerçekten kendisinin genetik ikizi olup olmadığını anlamak için DNA örneği verdi. Hastaneye gittiğinde diğer bir branştan da randevu alıp ağrıyan omuzunun röntgenini çektirdi. Uzun süredir var olan, sinsi ama katlanılabilir bir ağrıydı bu. Bu yüzden muayenesini o güne dek ertelemişti.
Bekleyişi taşıyan sayılı günler çok yavaş geçti. Ertesinde Şule hem gen testini almak, hem de röntgen sonuçlarını öğrenmek üzere hastaneye gitti.
Genetik biriminin bekleme salonuna girdiğinde pek şaşırdı. Saçları kısacık kesilmiş, hastane önlüğü giydirilmiş, durgun ifadeli ve önüne bakan ikizi oracıkta oturuyordu. Sonuçlar bildirilir bildirilmez Yunan makamları Deftera’yı Türkiye’ye yollamıştı.
“Kimsesiz, yardımsız, kalabalık ve rengârenk bir hayatın içinde tek başına.” diye düşündü. İçinin burkulduğunu hissetti. Hiç çekinmeden, yabancılık hissetmeden yanına kadar yürüdü, yumuşak bir sesle adını söyledi.
Deftera sesi işittiğinde kafasını kaldırdı. Şule’nin gözlerinin içine baktı. Nedense ağlayacağı gelmişti Şule’nin, toplumun kalbinde yetişmiş ikizin.
Yabancı kızın yanında bir polis vardı. Şule röntgen sonuçlarını öğrenmek için onları bıraktı ve doktorun odasına gitti. Kas gevşetici içeren reçetesini alıp bir an önce bahçeye çıkmak istiyordu. Aslında doktora bile gitmeye gerek yoktu bu basit omuz ağrısı için. Neden geçen hafta bu işi de aradan çıkarmak istemiş ve vakit kaybetmişti?
Gelecek günlerin çok tuhaf olaylara gebe olduğunu düşündü. Çünkü Şule henüz annesiyle babasına hiçbir şey söylememişti.
“Senin varlığından haberleri yok. Akıllarına bile gelmemiştir. Gerçi senin de onların varlığından haberin yok. Ey yabancı, bakalım sevecek misin bu koca dünyayı? Hayal edebilmiş miydin o laboratuvar denen cehennemin duvarları arkasında uzanan kentleri, denizleri, tarlaları?” diye düşünmekteydi içten içe.
Doktorun odasına girip koltuğa yerleşti. Doktorun yüzündeki karanlık, acı dolu ifadeyi fark etmeden sorularını sıraladı. Yalnızca beş dakika, neşeyle ışıldayan Şule’nin hıçkıra hıçkıra ağlayarak odadan çıkmasına yeterli olmuştu. Beş dakika, iki kelime.
Yirmi altı yaşında, hayatı yolunda giden bir yetişkinin hayatını kökten değiştiren bir olay yaşanma olasılığı çok azdı ama tek bir saat içinde bu olaylardan iki tanesi onun başına gelmişti. Birisi Deftera’nın gelişi, diğeri de henüz saniyeler önce doktorun akciğer kanserinden şüphelendiğini söylemesiydi. Kesin teşhis koymak için ek testler gerekiyordu ama ihtimali bile Şule’nin gözyaşı dökmesi için yetmişti.
Renkli MR… Biyopsi… PET-CT… Çok geçmeden doktorun şüphelerinin doğru olduğu anlaşıldı.
Şule’nin ağır bir kemoterapi alması gerekiyordu. Akciğer kanseri olabilecek en sinsi şekilde ilerlemiş, omuz ağrısı hariç belirti vermeden çevre dokulara yayılmıştı. Doktorlar aralarında gizli gizli başarı şansının çok az olduğunu konuşuyorlardı. Bu süreçte Şule’nin anne ve babası destek olabilmek için Edirne’den İstanbul’a geldi.
Telaş, koşuşturmaca içerisinde Deftera’nın varlığı unutulabilirdi. Ne var ki Şule en halsiz zamanlarında bile ikizini yanında istiyordu. Yanına oturtuyor ve konuşmayı, okuma yazmayı, basit matematiği öğretmeye çalışıyordu. Hasta kadının en büyük moral kaynağıydı bu. Zaman acımasızca geçiyordu. Birinin saçları uzarken diğerininki dökülüyor, birinin vücudu toparlanırken diğerininki eriyordu.
Tedavi süreci ilerledikçe Şule’yi giderek artan bir ölüm korkusu sardı. Deftera’yı bir kardeşten çok, o öldükten sonra yerine geçip yarım kalmış hayatını sürdürecek bir vekil olarak görür oldu. Sağlıklı hayatında hoşlandığı, ilgilendiği, düşündüğü, karşı çıktığı her şeyi tek tek anlatıp onu bu “görev”e hazırlamaya çalıştı.
Akıllı telefonlar çıktı çıkalı pabucu dama atılan CD çalarını istedi, kilerin en arka rafında duran. Kapağında kırmızı saçlı bir kız çocuğunun çizili olduğu diski üç gün boyunca döndürüp hemşirelerin bıkkın bakışları altında en sevdiği şarkıyı ezberletti.
“Gel bak bir elimde gökyüzü var,” diye başlardı Şule.
“Hâlâ…” diye devam ettirirdi Deftera.
“Ötekinde kayıp giden yıldızlar.”
“La la…”
Doktorun açık açık “Kızınızı hastaneden çıkarabilir, tedaviyi sonlandırabiliriz.” demesi, teşhisten üç ay sonrasına rastlıyordu. “Artık kemoterapinin acı çektirmek dışında bir etkisi olmaz, kanser hücreleri bütün organlarına sıçramış. Son günlerini evinde geçirmesi çok daha iyi olur.”
Anne ve baba bu acı sözleri dinlerken Şule’nin odasından koridorun sonuna kadar ulaşan bir çığlık duydular. Doktor, hemşireler ve ebeveynler her türlü müdahaleye hazır olarak odaya doldular. Oysaki kızın çığlığı ağrıdan ya da acıdan kaynaklanmıyordu.
“Deftera yok!” diye ağlıyordu hasta, hıçkırıklarla. “Kaçmış!”
Sahiden de eski denek hastanenin hiçbir yerinde yoktu. Geride iz de bırakmamıştı. Üç gün boyunca, İstanbul kazan onlar kepçe, sırra kadem basan genç kadını aradılar. Türkiye genelindeki emniyet müdürlüklerine haber verildi. Bu sırada Şule tek moral kaynağı da gidince kötüleşmiş, bilincinin kapanmasının ardından yoğun bakıma kaldırılmıştı.
“Vedalaşın, hazır olun.” diyordu doktorlar. “Uyanmaz.”
Üçüncü günün sonunda, Edirne Emniyet Müdürlüğü’nden aileye bir telefon geldi. Deftera, Türkiye’den Yunanistan’a kaçmaya çalışırken yakalanmıştı. Karakolda sorguya alınsa da hiç konuşmadı. Mahkeme de algılama yeteneğinin henüz eksik olduğu, dolayısıyla ceza ehliyetinin olmadığı gerekçesiyle beraat kararı verdi.
Şule’nin babası, Deftera ile birlikte hastaneye geri döndüğünde hasta hâlâ yoğun bakımdaydı. Servisin önündeki koltuklarda bekleyen annesinin ağlamaktan gözleri kızarmıştı. Eski denek bir köşeye doğru yürüdü. Duvara dayanıp eğildi. İşaret parmağını ağzına soktu ve küçük diline değdirdi. Kusuyordu. Önce son yediği yemeğin kalıntıları, ardından biraz mide sıvısı ve en son plastik bir ambalajın içerisinde taşınabilir bellek çıktı.
Belleğin açılmasıyla gerçekler anlaşıldı. Deftera, laboratuvardan ayrılmadan önce önemli belgelerin yer aldığı bir taşınabilir belleği gizlice yanına almış, gümrükten geçerken aramada bulunmaması için yere atmıştı. Hastaneden kaçıp tekrar buraya geldiğinde ise elinden alınmaması için yutarak midesinde saklamıştı.
Ilias Barakos, bu bellekteki dosyalarda, “Phoenix Tedavisi” adında bir yöntemden bahsediyordu.
“Phoenix, Zümrüdüanka, Simurg… Birçok kültürde farklı isimlerle anılan bu mitolojik kuş, devrim niteliğindeki bilimsel tedavi yöntemimi geliştirebilmek için bana ilham oldu.
Bilindiği üzere, Phoenix yaşlanıp ölüme yaklaştığında yanmaya başlar. Bir avuç küle dönüştükten sonra bir yavru olarak tüysüz, tazecik başını şöyle bir silkeler ve böylece küllerinin arasından doğmuş olur. Görüşümce bu mekanizma kanserleşmiş hücrelerin yaşam döngüsünü simgelemektedir.
Normal insan hücreleri sınırsız sayıda bölünemez. Bölünme ‘telomer’ adı verilen ve kromozomların uçlarında yer alan uzun baz dizileri tarafından kontrol edilir. Bu diziler her bölünmede eksilirler. Telomerlerin boyu kritik noktaya kadar kısaldığında, hücreler bölünmeyi durdurur.
Dolayısıyla normal hücreleri temsil eden bir Phoenix, küllerinden her seferinde tüm tazeliğinde doğamazdı. Her seferinde biraz daha yaşlı olarak doğar ve birkaç ömür döngüsünün sonunda geri dönüşsüz bir şekilde kül olurdu.
Kanserleşmiş hücreler ise sonsuz bir şekilde bölünebilme kapasitesine sahiptir. Bu özelliklerini telomeraz enzimiyle kazanırlar. Telomeraz, telomer uzunluğunu koruyarak bölünme sayısını sınırsızlaştırır.
Normal hücrelerde bu enzim aktif değilken kanserleşmiş hücrelerde oldukça aktiftir. Dolayısıyla akademik dünyada telomeraz enzimini hedef alan tedavilere ait deneysel çalışmalar sürmektedir.
Ben ise tam tersi bir yaklaşımla bu tedaviyi geliştirdim. Phoenix tedavisi, ilgili enzimi azaltmayı değil, artırmayı hedefler. Kanser hücrelerini de azaltmak değil, tam aksine artırmak ve bütün vücudu kaplamasını sağlamak gerekir.
Çünkü yalnız iki tür hücre yüksek bölünme yeteneğine ve telomeraz aktivitesine sahiptir: Kanser hücreleri ve kök hücreler.”
Bu paragraftan sonra onkologlar, çalışmanın deli saçması olduğundan emin olup okumayı bıraktı. Bir tek Şule ile ilgilenen doktor, Doktor Gökhan, ciddiye aldı, çalışmanın tamamını okuyup değerlendirebilmek için bütün gece odasına kapandı.
Barakos çalışmanın geri kalanında kanser hücreleri ve kök hücrelerin ortak özelliklerini sıralıyordu. Ona göre kanser hastalık değil, yeniden doğuş ve tazelenme fırsatıydı. Kanserin ölüme yol açmasının nedeni ise kanser hücreleri ile normal hücreler arasındaki uyumsuzluktu.
Tedavinin ilk aşamasında normal hücrelerin yok edilmesi ve kanser hücrelerinin hızla çoğalmasını sağlamak gerekiyordu. Yalnız, bu süreç saatler içerisinde tamamlanıp aşılmalıydı. Yoksa uyumsuzluk organların çalışmasını engeller ve ölüme neden olurdu.
Vücut kanser hücrelerinden ibaret hale geldiğinde ise bu hücreler “eğitilecek” ve eski DNA yapılarına geri dönmeleri sağlanacaktı. Tedavinin ikinci aşaması şu sırayla gerçekleşmeliydi:
- Vücut soğuk bir ortama taşınacak, böylece metabolizma ve hücre bölünmesi yavaşlatılacaktı.
- Kök hücreden organ üretimi sırasında kullanılan teknikler, bu yeni hücreler üzerinde aynen uygulanacaktı. Böylece hücreler özelleşerek eski dokuları yeniden oluşturacaklardı.
- Bütün hücrelerin farklılaştığına emin olunduktan ve aşırı bölünme, telomeraz aktivitesi gibi belirtiler durduktan sonra metabolizmayı ve iyileşme sürecini yeniden hızlandırmak için vücut sıcak ortama alınacaktı.
Barakos çalışmasının son kısımlarında, bu tedavi yönteminin başarıya ulaşma şansının oldukça düşük olduğunu itiraf ediyordu. “Ne var ki…” diyordu. “Eğer doğru bir şekilde uygulanırsa en ağır kanser hastasını bile en fazla sekiz saat içerisinde iyileştirmek mümkün. Phoenix efsanesi boş yere söylenmedi, biz insanlar birer Phoenix’iz. Yeter ki yeniden doğmakla yüzleşelim ve ölümü göğüsleyelim.”
Şule’ye son çare bu tedaviyi uygulamak isteyen doktor başlangıçta meslektaşlarının büyük tepkisiyle karşılaştı. Bu sıra dışı tedavi önerisi tıbbın temelindeki “primum non nocere”, yani “Önce, zarar verme!” kuralına aykırıydı.
Ancak bu çareyi de denemeleri gerektiğini düşünen Gökhan ısrar etti. Prosedürleri yerine getirdi, bütün sorumlulukları üstlendiğine dair belgeler imzaladı. En sonunda Phoenix tedavisinin Şule üzerinde denenmesine karar verildi.
Tartışmalar iki gün sürdü. Bu sırada Deftera, Şule’den boşalan odaya çekilmişti. Hastane o kadar yoğundu ki kimse onunla ilgilenmiyor, niçin orada kaldığını sorgulamıyordu. Eski denek CD çaları kısık sesle çalıştırıyor ve “Beni Bırakma”yı tekrar tekrar dinliyordu.
Tedavinin uygulanacağı gece anne ve baba birbirine sarılıp uykusuz bir şekilde bekledi. Gün doğarken kızlarının akıbeti de belli olacaktı. Şule ya yatağında buz gibi uzanacak ya da gözlerini sımsıcak yeni bir hayata açacaktı.
Akrep ve yelkovan pek tembeldi o gece. Uyku da utangaç ve korkak… Saatler bir türlü geçmiyordu. Doktorların ve bekleyenlerin göz kapakları kapanmayı reddediyordu.
Hastanede bu tedavi yöntemine asla ikna olmayan ve şiddetle muhalefet eden bir onkolog vardı: Doktor Altan. Phoenix tedavisinin hastayı yüzde yüz ihtimalle öldüreceğini iddia ediyor, aileyi ve diğer doktorları vazgeçmeye çağırıyordu. Tedavinin uygulanacağı gece hiç kimse onu görmedi. Şule’nin doktoru ise Altan’ın yokluğunda daha bir umutlu, gururlu dolaştı. Şimdiden zafer edası taşıyordu.
Sabahın ilk saatlerinde yataktaki beden gözlerini açtı. Hâlâ bitkin, ancak sağlıklıydı. Yüzüne vuran ışık refleks olarak gözlerini kısmasına neden oldu. Anne ve baba nutukları tutulmuş bir halde bekliyor, doktor ise mutluluktan gözleri dolmuş halde “Başardık!” diyordu.
Bu huzur dolu an, ardına dek açılan kapıyla bölündü. Doktor Altan, arkasında polislerle birlikte içeriye girdi. Polisler doğruca Şule’nin cinayet zanlısı doktoru Gökhan’ı kelepçelerken “Yaptığınızı beğendiniz mi?” diye sordu aileye. “Kızınızı yok ettiniz. Mutlu musunuz?”
Yataktaki canlı bedenin yanına doğru yürüdü. “Size anlatmaya çalıştım. Başından beri anlatmaya çalıştım. Bir insanın kişiliğini beyin hücrelerinin sayısı değil, o hücreler arasındaki bağlantılar, yani elektrik akımları belirler. Hücreleri üretebilirsiniz. Peki ya aradaki bağları nasıl geri getireceksiniz? O bağlar Şule’nin bebekliğinden beri yaşadığı bütün deneyimler, bütün anılarıydı. Benlik algısıydı. Hepsini yok ettiniz. Tebrik ederim!”
“Yalan söylüyorsun, işte kızımız yaşıyor!” diye çıkışacak oldu anne.
“Kızınız yaşıyor, ha? Şu nefes alan organizmanın hâlâ sizin kızınız olduğunu mu düşünüyorsunuz? Evet… Aynı genleri taşıyorlar. Fakat aynı kişi değiller. Deftera’yla Şule nasıl aynı genleri taşımalarına rağmen farklı insanlar ise bu adsız vücut ile sizin kızınız da farklı insanlar. Üstelik bu yeni vücudun bir kişiliği bile olmayacak. Çünkü sinapsları arasında hiçbir alışveriş yok. Beyni boş, bomboş! Öğrenme yeteneği dahi yok. Yalnızca temel reflekslere sahip olan, bunun dışında bir et parçası olarak yaşayıp ölecek yeni evladınız hayırlı olsun!”
Baba başından beri süren sessizliğini “Doktorumuz neden bunları söylemedi bize?” diyerek bozdu.
“Kızınız, doktorunuzun umurunda bile değildi. Doktorunuz Barakos ile aynı motivasyonla hareket ediyor, yalnızca ün ve para peşinde koşuyordu. Primum non nocere! Önce zarar verme! Biz doktorlar, tedaviden önce hastaya daha da zarar vermemenin yollarını ararız. Hipokrat yüzyıllar önce boşa söylemedi bu sözü. Doktorunuz ise Şule’nin milyonlarca sağlıklı hücresini bile isteye yok etti. Şule’yi bile bile öldürdü.”
Anne bir feryat kopardı. Şule’nin doktoru ömür boyu hapis istemiyle tutuklanacağı geleceğine, karakola götürüldü. Bu sırada Deftera her şeyden habersiz odadaki yatağında uzanıyor ve şarkıyı dinliyordu.
“Korkular da benim, umutlar da. Beni bırakma… Beni bırakma…”
Ben bile jendimi bazen gerizekalı hissediyorum. O his normaldir. 🙂
Hahahaha
Kendimi*
Bir solukta bitirilecek kadar etkileyiciydi. Kalemine sağlık. Aslında çarpıcı ve şu, ölümün her daim olduğu ve her ne şekilde olursa olsun kaçılamayacak bir durum olduğunu net bir şekilde anlatıyor bence. Baştan sona ilginçliklerle ve birçok konuda çarpıcı olaylarla doluydu. Kopya olayı da öyleydi. Belki tekrar okusam ve hızlıca okumaktansa sindirmeye çalışsam farklı şeyler düşünürüm. Düşünülmeli. Her ne ise, fazla uzatmadan, bu etkileyici ve altından mis gibi araştırılmış emek verilmiş hikaye kokuları gelen hikaye için teşekkür ederim. Ellerin dert görmesin. Kalemine sağlık. Bir sonrasını merakla bekliyoruz. 💛
Beğenmene çok sevindim bebeğim, çok teşekkür ederim 🌼🥰
Emeğine sağlık canım, yazmak gerçekten ruhuna işlemiş her kelimen ve kurgun bir cevher. 🥰🌿😍Devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Çok teşekkür ederim 😍🥰
Bayağı merak uyandırıcıydı. Anlatımını beğeniyorum. Cümlelerin ve olayın sürükleyiciliği süperdi. Bir tık daha uzatılsaydı son kısmın sindirilmesi için fena olmazdı dedim 🙂 eline sağlık
Çok teşekkür ederim. 🤩