“Farzet ki, gözün kör, kulağın sağır, uzviyetin de, donmuş bir parmak gibi dokunduğu yerin temasını hissetmeyecek kadar uyuşuk… Şimdi senin için dünya boşluk gibi bir şeydir. Fezanın ta kendisidir. Yere basmıyorsun, çünkü ayakların duymuyor. Gözün görmüyor ve kulağın işitmiyor. Havada yürür gibi yürü! Önüne bir duvar geldi. Çarp! Ne malûm çarptığın? Çarptığını duymayacaksın ki, duvar yoluna engel olabilsin. Sen kendini yürür farz ettikten sonra yürümediğini sana kim ispat edecek? Yere düştün! Ne malûm? Sen kendini, yerde yattığın halde bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra… Hissediyor musun?
Bak, bir kaç duygunun iptaliyle kâinat ne hale giriyor? Fizik varlıklar nasıl hacimsiz bir satha ve sonra satıhsız bir fezaya doğru gidiyor? Hani bunların hepsi vardı? Birkaç hissimiz iptâl edilir edilmez nereye gittiler? O hâlde yok, değil mi, hiçbir şey yok… İster öyle diyelim, ister her şey var diyelim. Herhalde her şey var diyelim. Gözümüzün görmeyeceği ve kulağımızın duymayacağı şekilsiz vücutlar ve vücutsuz şekiller var… Bilhassa ölüler ve mâzi var… Hassasiyetimiz bir kere tabiînin üstüne çıkınca bizim için yepyeni bir âlem başlayacaktır. Girelim o âleme! Orada kaçırılmış bütün ânlarımızı, mazimizi ve ölülerimizi bulacağız. Sağır bir odaya kapandığımız zaman dışarıda uğuldayan şehirden ne kadar eminsek, ölülerimize de o kadar inanalım! İçinden bir kere geçip, bir daha görmediğimiz bir sokakla, bir ölünün farkı ne? O sokağı görmediğimiz ve bir daha görmeyeceğimiz halde yerinde sanıyoruz da, ölülerimizi, belki göreceğimiz halde yok biliyoruz. Bir inanış farkı…
Ölüler yaşıyor, ânlar yaşıyor; bütün hisler, fikirler, heyecanlar fezada, aklın gidemeyeceği kadar uzak ve başka bir iklimde ve muallâkta, dumandan buz haline geçmiş billûr ve sivri kayalıklar şeklinde yaşıyor, her şey yaşıyor…”
Necip Fazıl Kısakürek, Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri (1928)
Joe Amerikalı genç bir askerdir. Bir kız arkadaşı, hayalleri ve propagandalar tarafından içine ekilen bir ereği vardır: Demokrasi için, “savaşı bitirmek için” savaşmak. Kız arkadaşının yalvarmasına rağmen 1. Dünya Savaşı’na katılan Joe bir çukurda bomba ile feci bir şekilde yaralanır ve dünyayla iletişime geçmesini sağlayacak bütün uzuvlarını kaybeder: kollar, bacaklar, yüz; göz, burun, kulak, dil… Düşünme ve hissetme hariç bütün yetilerini yitirmiştir. Göremez, işitemez, konuşamaz. Bedeni ruhunun kilitlendiği karanlık bir hapishane haline gelmiştir. Joe burada kendi düşünceleriyle baş başa kalır.
UYARI: Yazı, hem kitap hem de film hakkında sürpriz bozan (spoiler) içermektedir.
Kitabın önsözünde “Birinci Dünya Savaşı bir yaz festivali gibi başladı – dalgalanan etekler ve altın apoletler.” der, yazar Dalton Trumbo. “Tüylü imparatorluklar, sükûnet, mareşaller ve diğer budalalar, parlayan lejyonlarının başında Avrupa’nın başkentlerinde geçit töreni yaptı. Cömertlik mevsimiydi; böbürlenmeler, bandolar, şiirler, şarkılar, masum duaların zamanıydı.”
Kitabın/filmin karanlığı, milyonlarca insanın kanının döküleceği bir savaş için oluşturulmuş bu renkli atmosfere tepki niteliğindedir. Nitekim filmde de hayal ve anı sekansları renkli olmasına rağmen güncel zaman siyah beyazdır. Kitabın adı da Birinci Dünya Savaşı‘nda gençleri savaşa katılmaya teşvik etmek için kullanılan “Johnny, get your gun!” (Johnny, silahını kap!) sloganından gelmektedir.
Önsözden, “Dokuz milyon cesetten sonra, bandolar durduğunda, sükûnet kaçmaya başladığında gaydaların feryadı bir daha asla aynı olmayacaktı. Romantik savaşların sonuncusuydu.”
Joe’nun tedavisini üstlenen albay, onun bilinçli olmadığını sanır ve benzer tıbbi durumlarda yapılacak şeyleri öğrenebilmek için onu hayatta tutmaya karar verir. Hemşirelere bakım talimatları verir: nazik olacaklar, fakat herhangi bir şekilde duygusal bağ kurmayacaklardır. Çünkü isimsiz askerin beyni hasar görmüş ve şuuru kaybolmuştur, öleceği güne dek duygu ve düşünceleri olmayacaktır.
Oysaki gerçek tam tersidir. Joe’nun bilinci yerindedir ve başta bir kâbus gördüğünü sanırken zamanla gerçeği anlar. Kolunun ve bacaklarının kesildiğini, yüzünün artık yerinde olmadığını anlar. Güneşi, sıcaklığı ve serinliği, hemşirelerin odaya girip çıkışını hisseder. Artık yaşamla bağlantısı bu kadardır. Savaş elinden her şeyi almış, onu yaşam ve ölüm arasında bir yerde çaresiz bırakmıştır.
“Yetişkin bir insanın birdenbire annesinin vücuduna geri konması gibi bir şeydi bu. Kımıldamadan yatıyordu. Hiçbir şey yapamazdı kendi başına. Karnında bir yerde kendisini besleyen bir boru vardı. Tıpkı ana rahminde gibiydi. Tek fark, annesinin rahmindeki çocuğun yaşayacağı günlere kavuşmayı bekleyebilmesiydi.
Kendisi sonsuza dek yatacaktı bu rahimde. Bunu aklından çıkarmamalıydı. Daha başka bir şeyi ne beklemeli ne ümit etmeliydi. Bundan sonraki hayatının her saatinin her dakikasının böyle geçeceği şüphesizdi. Bir daha merhaba, nasılsın, seni seviyorum diyemeyecekti. Bir daha ne bir müzik notasını, ne rüzgârın dallar arasında ıslıklar çalışını, ne de akıp giden bir suyun kıkırdak sesini işitebilecekti. Annesinin mutfağında kızaran bifteğin kokusunu, ya da baharın o serin havasını da çekemeyecekti içine. Kareen gibi, yüzüne baktığında mutlu olduğu insanların yüzünü de göremeyecekti şüphesiz. Ne güneşin doğuşunu, ne yıldızları ne de Colorado tepelerinin eteklerinde yetişen o bodur çimenleri görebilecekti.
Ayakları ile toprağa basarak yürüyemeyecekti. Ne atlayıp zıplayacak ne de yorulduğunda gerinebilecekti. Artık yorulmasına imkân yoktu.”
Kitaptan – Johnny Silahını Kaptı
Savaş karşıtı diğer yapımların aksine bu kitap/filmde kanlı savaş sahneleri pek yer almaz. Trumbo didaktif bir üslup takınmaz, bunun yerine hikâyeyi ana karakter Joe üzerinden geliştirir ve izleyiciye/okuyucuya empati yaptırır. Film boyunca kendi deyimiyle “bir et parçası gibi” yatan Joe’nun zihninden geçen cümleleri dinleriz, hislerine ve anılarına şahitlik ederiz. Kimi zaman kendimizi onun yerine koyar ve savaşın anlamsızlığını derinden kavrarız, neden? Neye değer? Trumbo aile, devlet, dinsel duyguların istismarı ve savaş olgusunun eleştirisini baş karakterin üzerinden başarılı bir şekilde aktarır.
Kitap/film en anlamlı şeyin hayat olduğunu savunur ve gençleri cepheye sürmek için kullanılan “soylu, onurlu ölüm” edebiyatını reddeder. Yazara göre ölüm anında demokrasiyi, özgürlüğü, bağımsızlığı, şerefi, toprakların güvenliğini, uğruna öldükleri şeyi düşünmeyecektir ölen asker, aksine son nefesinde yaşamak için derin iç çekişlerle, bir tanıdık sese hasret kalacaktır.
İnsanın, hayatını kurtarmak için ölmesi gerekeceğini söylemektedirler. Savaşmayı kabul ettiniz mi, ölmeyi de kabul ediyorsunuz demektir. Oysa hayatını kurtarmak için ölürsen yaşamıyorsun demektir. Böyle bir şey nasıl bir mantıkla açıklanabilir ki? İnsan, açlıktan ölmemek için ağzına bir şey koymadan yaşayacağım diyebilir mi? Para biriktirmek için bütün paramı harcarım denir mi hiç? Evimi yanmaktan korumak için kendi elimle yakacağım der mi insan? Öyleyse yaşamak için neden ölmeyi istesin? Yaşama ve ölme hakkında söylenenler de bakkala gidip bir somun ekmek almak kadar anlaşılabilir olmalı hiç değilse.
Kitaptan – Johnny Silahını Kaptı
Filmin en kült kesitlerinden birisi, küçük Joe’nun babasıyla demokrasinin ne olduğuna ilişkin konuşmasıdır.
Genç asker bir yandan geride bıraktığı insanları ve hatıraları düşünürken, diğer yandan dış dünyayla iletişim kurmaya çalışır. Bir gün -hem mecaz hem gerçek anlamda- “kafasını kullanarak”, kafasını yastığa vurarak mors alfabesiyle yeni gelen ve ona sempati gösteren bir hemşireyle konuşmayı başarır. Hemşire de vücuduna dokunarak ona cevap verir. Nihayet askerler geldiğinde Joe onlardan iki şey ister: dışarı çıkmak ya da öldürülmek.
Ancak onu tek şey karşılar, kitabın/filmin başlangıcıyla aynı şey: karanlık. Askerler onu dinlemez. Hemşirenin onu öldürmesine de izin vermezler. Arzularının, şuurunun, hislerinin bir önemi yoktur. Tıpkı savaş olgusunun da insanı önemsemediği gibi. Savaş insanlığı bir yere götürmemiştir ve götürmeyecektir, fasit daire içerisine sokacak ve aynı hissiz karanlığa hapsedecektir. Kült yapım böylece sona erer.
Metallica’nın One adlı şarkısını bu kitaptan esinlenerek yazmıştır. Şarkının klibinde filmden görüntüler yer almaktadır.