KELEBEK AYAKLARI – Bir Umut Öyküsü
Rüya görmek için on dakikalık bir uyuklamanın yettiğini terminalin dev saatine baktığında anladı. Tıka basa dolu ufak bavuldan başını kaldıran kadın, gözlerini uykuyu dağıtmak ister gibi kırpıştırdı. Banktan kalkmadan önce birkaç kez öksürdü. Havanın çelik soğuğunu yumuşatmak için atkısını burnunun üstüne kadar çekti. Sol elini cebinde saklayıp diğerinde asılı kalan tostu kemirdi. Karlı bir Mart sabahının beyazlığında dikkat çekecek kadar pembe bavulu bir kayışla tutunduğu omuzda salıncak misali sallanıyordu.
Önceki geceyi arkasındaki geniş yoldan geçip giden otobüslerin birinde geçirmişti. Bavulun tam kapatılamamış ön gözünden köşesi çıkan kitabın yazarına göre bu, muhteşem bir hikâyenin başlangıcıydı. Ada ise böyle görkemli sıfatların peşinde değildi. Sade ve asude bir hayat ona yeterdi.
Egzoz kokusunun karıştığı buz hava ciğerlerine doldu. Kaygıyla elini karnına götürdü. Acaba bebeği de bu pis havayı mı soluyordu? Kafasını yana çevirip terminale baktı. Burasının bir tür kalp olduğunu düşündü. Yolları kendine bağlıyor, gitmek isteyenleri topluyor ve gelenleri şehre dağıtıyordu.
Başını önüne eğip karnını okşadı. Onu besleyen kan, kordondan geçebilmek için kalbine uğruyordu. Egzozun siyah dumanları bir zamanlar sol yanını acıtan kedere benziyordu. Söz verdi. Alacakları nefesler hep temiz kalacaktı. Ne bir kalp kıracak ne de kendininkini sivri dillerin önüne atacaktı.
Dokuz ay evvel bu şehre veda ettiği gün, bu siyah dumanları hiç fark etmemişti. Yaz mevsimiydi. Ada, ılıman iklimler gibi şen şakraktı. Yüzünde kahkahanın çiçekleri, elinde sevdiğinin elleri vardı. Bavulunun pembesi daha parlaktı.
Onları uğurlamaya kimse gelmemişti. Çünkü evliliklerinde ailelerin onayı yoktu. Gerçi reşit insanların iradesine kimse el koyamazdı ama tecrübeli akıllara danışmak, büyüklerin gönlünü almak, sağlam adımlarla ilerlemek güzeldi. Oysa Ada’nın gözü öyle kördü ki tüm teamülleri tek hamlede çiğnerken tereddüdü yoktu.
Kimdi elini tuttuğu? Otobüsle beş saat uzaklıktaki bir yad şehirde yıldırım nikahıyla kiminle evleniyordu? Bildiğini sanıyor ve yanılıyordu. Çünkü kimse bir başkasını aşk denen sarhoşluğun etkisi altındayken tanıyamazdı.
Nitekim kocasıyla daha ilk haftadan kavga etmeye başladılar. Faturalardan yemeğe, temizlikten televizyona, her nesne kavgaya neden olabiliyordu. Temelsiz evlilikleri küçük sarsıntılarda çatırdıyordu. Hangi gecekondu depreme dayanıklıydı?
Birbirlerine tutkun olmasalardı boşanmaları işten bile değildi. Hâlbuki sevgileri devam ediyordu ve genç çift, evliliği kurtarmak istiyordu. Çocuk sahibi olmanın dertlerine deva olacağını düşündüler. İçleri pır pır ediyordu ve umutları bir kelebeğin kanatlarına benziyordu.
Ada hamile kaldığında fırtına duruldu. Geçici bir sükûnet kadının hamilelik sebebiyle ruh halinin değişmesine kadar eve hâkim oldu. Önceki kavgaların fitilini ateşleyen hep adam oluyordu, bundan sonraysa kadın düğümleyecekti sorunların ipini. Aşerdiği meyve geç alındı diye, televizyonun sesi açık diye, adam işten geç kaldı diye, hava o gün yağmurlu diye…
Ada bağırıp çağırıyor, küçük eşyaları duvara fırlatıyordu. Eskiden sinirlenen ve öfkesinin yükünü muhatabına yükleyen koca artık neye uğradığını şaşırıyordu. Sebep olduğu ve olmadığı her şeyin hesabını veriyordu.
Günler böyle geçip gitti. Kış bastırdı. Yoğun bulutlarla kaplandı gök ve kent, beyazlarını giyip sonbaharın yasını tuttu.
Televizyonda bir son dakika haberi çıktığında Ada, oturma odasında portakal yiyordu. Yediği her lokmanın evladını beslediğini düşünüyordu. Muhabir henüz iki saat önce ana caddede olan bir kazadan bahsediyordu.
Ada, haberde tanıdık bir isim duydu. Bacaklarına örttüğü battaniyeye rağmen buz kesildi. Karnı daha çıkmamıştı, bu yüzden rahat hareket edebiliyordu. Hemen taksi çevirip hastaneye gitti. Kocası yatakta sargılar içerisinde yatıyordu.
Bir şeyler konuştular, Ada’nın daha sonra düşündüğünde asla tam olarak hatırlayamadığı bir şeyler. Birbirlerini bağışlamışlardı. “İyi olacağım.” demişti. “İyi olacağız, bebeğimiz iyi olacak.”
İyi olamadı. Kazadan bir hafta sonra öldü.
Ada sokağa fırlayıp annesini ankesörlü telefondan aradığında aylardan Aralık’tı. Niçin cep telefonunu tercih etmediğini bilmiyordu. Belki de telefonun açılmamasından korkmuştu. Burnu ve gözleri kızarmış, dudağı gözyaşı ve sümükle ıslanmış haldeydi.
“Gel, beni al.” dedi. “Gücüm tükendi.”
Memlekete ilk dönüşü Aralık ayında oldu. Yanında annesi ve babası vardı. Tıpkı kocası gibi onlar da Ada’yı bağışlamışlardı. Eskiye dair hiçbir şey konuşmadılar.
Eve döndüğünde bir süre içine kapandı. Gece balkonda oturdu ve gündüzleri uyudu. Yüzü genelde ifadesizdi. Bu durum depresyonun habercisiydi. Annesi tatlı sözlerle Ada’yı ikna edemeyince elinden tutup psikologa götürdü.
Birkaç seansın ardından durumu daha iyi oldu. Mart ayı gelmiş, bahar henüz yüzünü göstermese de şenliği toplumu sarmıştı. Ada tam da o günlerde eşiyle yaşadığı eve gitmek istediğini söyledi. Annesi her ne kadar onunla gelmeyi teklif etse de tek başına daha hızlı hareket edeceğini ifade etti. Bahanesi kalan eşyalarını toplamak, asıl neden ise mekân değiştirip ruhen rahatlamaktı.
Bir insan çevresini etkiler ve çevresinden etkilenirdi, tıpkı bitki köklerinin toprağa uyum sağlayıp aynı zamanda toprağı şekillendirmesi gibi. Bu yüzden şehriyle bağ kurardı insan ve yaşadığı her şehir hafızasında bir iz bırakırdı.
Ada bir zamanlar bu izlerle alakalı bir kitap okumuştu. Kentin bir dev insan, insanların ise ufak kentler olduğunu düşünmüştü. Beyin denen belediye binasında fikirler uçuşuyor, altyapıyla ilgili kararlar alınıyor; damarlarında trafik akıyor, sinir ağında iletiler dolaşıyor, sindirim sisteminde ticaret ve sanayi sürüp gidiyordu.
“Ada” kentinin ise artık bir sakini vardı.
İşte bu düşüncelerle yürüdü. Ömrünün geri kalanında yürümesi gereken ne kadar uzun bir yol olduğunu düşündü. Bu yola hazırdı. Derin bir nefes alacak, adımlarını hızlandıracak ve yorgunluğunu yolun başında bırakacaktı. Vazgeçeceği tek şey, “vazgeçmek” eylemiydi. Kelebeklerin ayaklarıyla tat aldığı gibi o da yürüyerek hayatın lezzetini duyacaktı.
Leave a Reply