Bu hikâye, Yerli Bilimkurgu Yükseliyor‘un 2020 Haziran ayında düzenlediği yarışmada ikinci olmuştur. İçeriğe şu linkten de ulaşılabilir.
✻
Bu yıl kış sonu tatilinde kardeşimi müzeye götürecektim.
Doksan gün önce bugünü düşlemiştim. Kardeşime, kışın sona erip baharın nefis kokulu bir esinti gibi varlığını belli ettiği 21 Mart gününde hazırlanmasını söylemiştim. Yılda dört gün, dört tatilde görüşüyorduk: 21 Mart, 21 Haziran, 23 Eylül ve 21 Aralık. Yarım saatimiz sonraki tatilde nereye gideceğimiz hakkında pazarlık yaparak geçerdi. Ne var ki son görüşmemizde müze teklifimi hemen kabul etmişti, sevincini zıplayıp ellerini çırparak ve yanağımdan öperek göstermişti.
Henüz dokuz yaşındaydı. Bütün gününü dışarıda, diğer çocuklarla koşup oynayarak geçiriyordu. Hayatını çok seviyor ve “zengin çocukları gibi” okula gitmek zorunda olmadığı için gurur duyuyordu, ben de “Bu, senin on beş yaşını doldurduğunda madenciliğe başlayacağın anlamına gelir.” diyemiyordum. Her yeltendiğimde “Daha çocuk.” diyordu içimdeki ses. “Nasılsa öğrenecek.”
Yirmi dört saatlik tatilim yanıp sönen sarı ışıklarla başladı. Gözlerimi açıp yerimden kalktım ve bir saniyeyi bile yitirmemek için aceleyle asansöre koşturdum. Yeryüzüne çıkarken başımı kaldırdım ve kendimi muhteşem manzaraya hazırladım. Kabini ufak adımlarla terk ettiğimde gözlerime çarpan ihtişamın coşkusuyla yutkundum. Gökyüzü karşımdaydı. Samanyolu, mavi ışıktan bir bulutu andırıyordu. Takımyıldızlarını ve parlak yıldızları yakaladım, Büyükayı’yı, Küçükayı’yı, Avcı’yı… Demirkazık’ı, Betelgeuse’u, Sirius’u…
Dizlerim bedenimi taşımaz hale gelene dek tanımsız bir hazla yıldızları seyrettim. Yorgunluktan titrediğimi fark ettiğimde asfalt zemine oturup bağdaş kurdum ve etrafıma bakmaya başladım. “Her zamanki yeryüzü.” diye düşündüm, ne bir yükselti ne bir çukur; gözün alabildiğince asfalt. Gece yarısı olduğu için etraf ıssızdı.
Kol saatimden ne kadar perparam olduğunu kontrol ettim. Perpara, yani performans parası, iş sırasındaki performansımıza bağlı olarak belirlenen bir değerdi. Genç ve verimli bir çalışan olduğum için tatillerde perparalarımı kardeşimle birlikte gönlümüzün dilediğince harcayabiliyorduk. Yaşlanıp yorulan işçilerin ücreti ise su satın almaya dahi yetmeyecek kadar azalıyordu, neyse ki çalışma günlerinde temel ihtiyaçlarımızın karşılanması için sigortalıydık.
Taksi çağırdım. Balkabağına benzeyen aracın yerin bir parmak üstünde havada kayarak gelişini izledim. İçine atlayıp koordinatları tarif ettim: “45,235°K – 105,712°D noktasına gitmek istiyorum. Teşekkürler.”
Burası kardeşimin kaldığı yerdi. Yenilenme’den önce kumsal olduğunu, hatta Gobi Çölü olarak anıldığını duymuştum, fakat şimdi asfaltla kaplıydı. Dünyadaki tüm anakaralar gibi.
Yolculuk boyunca elimi yanağıma koyup dışarıyı seyrettim. Her yer o kadar aynıydı ki sanki sabit bir manzarayı izliyordum. Sıkılıp önüme döndüm, parmaklarımı oynattım ve gezegenin eskiden nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye çalıştım.
Kardeşimin yeni yürüyebildiği zamanlardı. Her gün onunla oynar, gezici büfelerden mama ve bez satın alıp bakımını yapar ve 1 Haziran’a -annemin yıllık tatiline- kaç gün kaldığını sayardım. Annem çıkageldiğinde dünyalar bizim olurdu. Bir dakika susmaz, ilgisini çekmek için sürekli cilve yapardık. Uykumuz gelince dizine yatar, sesini dinlemek isterdik.
Annem çocukluğunu anlatırdı. Yemyeşil ağaçları, işlek şehirleri… Ormanların değişen iklim ve havaya karışan kimyasalların etkisiyle giderek tahrip olduğunu… Nihayet oksijenin kritik seviyenin altına indiğini… Dünya devletlerinin birleşerek Yenilenme adıyla kararlar aldığını… Binaların sırayla yıkılışını, asfalt dökülüşünü… Dağların dinamitlerle patlatıldığını, çukurların doldurulduğunu… Çadırlarda hayatını sürdürecek çocuklar hariç, herkes için getirilen çalışma zorunluluğunu…
Hedefe vardığımızda uykudan uyanır gibi irkildim. Aşağı indim, düz zemine bastım ve etrafa baktım. Ayak seslerini duyunca kalbim hızlandı. Kollarımı açtım ve kuş gibi üzerime doğru koşan kardeşime sarıldım. İşte bu an, yaşamıma anlam katıyordu. Bu an için bütün zorlukları aşar, bir ömür boyu şikâyet etmeden çalışırdım.
Taksiyi göndermedim, işi bitmemişti, bizi müzeye götürecekti. Müze -tam adıyla Amazon Orman Müzesi- anakaralar üzerinde korunabilmiş yegâne ağaçlık alandı. Atmosfer zehirli gazlardan arınana kadar manyetik alan kullanılmış, sonra da bilet kontrolü için duvar yapılmıştı.
İçeri girdiğimizde güneş henüz doğuyordu. Kuşların cıvıltısı, içimizi bahara açmış çiçekler gibi mutlulukla dolduruyordu. Toprağa oturup doğayı dinledik. Sohbet ederek gezindikten sonra ansızın koşup kovalamaca oynamaya başladık. Yorulunca dev bir ağaç kovuğu bulup içine yattık. Zamanı durdurmak istedim, tadı damağımda kaldı. İki yıl boyunca biriktirdiğim perparamın her kuruşuna değmişti.
Güneş batarken çıktık. Takside ben koordinatları okurken kardeşim hüzünle omzuma yattı. Teselli edebilmek için bahar sonu tatilinde yapabileceğimiz şeylerden bahsetmeye başladım. “Uçurtma alırız. Dondurma yeriz, komik suratlar yaparız…”
Kardeşim parmağını dudağıma götürdü. Beni susturdu.
“Yıldızlara bakıp sohbet edelim sadece.” dedi. “Sen bana yetersin.”
Dünya nüfusunun büyük kısmıyla aynı mesleği yapıyordum. Şartlarım birçok insandan daha iyiydi. Beş yılda bir, hatta on yılda bir tatile çıkabilen işçiler olduğunu duymuştum. Gerçi yan yana çalıştığım arkadaşlarımla tatil günümüz uyuşmadığından bu konuları pek konuşamıyorduk, hatta şefimden “Şanslısın, sistem sana ekinoks ve gün dönümlerini atadı tatil olarak.” dışında bir cümle de duymamıştım, ama işleyişi az çok biliyordum.
İş yerleri yer altındaydı. Anakaralar asfaltla kaplıydı. Adalar… Annemin anlattığı şirin evler adalardaydı. Yemyeşil ağaçlar, hiç basamadığım yumuşacık çimler, koklayamadığım rengârenk çiçekler oradaydı. Nüfusun milyonda biri, yılın her günü hayatı tatmaya hakkı olan zenginler oradaydı. Bizim üretimlerimiz sayesinde yaşıyorlardı.
Taksi benim bölgeme ulaştığımızı haber verdiğinde içimi çektim. Kardeşime döndüm, üç ay sonra ne kadar büyümüş olabileceğini hayal ederek doya doya sarıldım, saçlarını okşadım. Kol saatim uyarılarını sıklaştırınca istemeden de olsa veda ettim ve araçtan inip beni yerin metrelerce altındaki tesise götürecek asansöre bindim.
Çalışma ortamım her zamanki gibiydi. Alçak tavanlı, geniş alanlı, karanlık ve sıcaktı. Yalnızca makinelerin mırıltıları ve her şeyin yolunda gittiğini gösteren yeşil uyarı lambaları vardı. Sıralanmış koltuklara şöyle bir baktım, hepsi bir örnek ve iriydi, puf gibi yumuşaktı. Bir tanesi hariç hepsi gözleri kapalı, vücutlarına örümcek ağı gibi kablolar bağlanmış gözleri kapalı insanlarla doluydu. Tam karşımdaki boş koltuk ise bana aitti.
Bir günlük tatile hak kazanabilmek için üç aylığına bu koltuğa oturacaktım, bütün sinir hücrelerim sistemle bağlantı kuracak ve genel veritabanından işlemek üzere ham veriler çekmeye başlayacaktı. Bu sırada bilinçli olmayacağım için hiçbir şey hatırlamayacak, gözlerimi açar açmaz sonraki tatil gününde uyanacaktım.
Ben bir veri madencisiydim, bilgisayarım beynimdi. Tatilimin son saniyelerinde haziranın hayalini kurdum.