Atlas, akıllı şehirlerin ağ kapsamı dışında yer alan mahallelerinde tenekeden bir barakada doğdu. Buralarda doğan her insan gibi erdişiydi. Cinsiyet kromozomlarının aktifleşmesi dölyatağına nüfuz edebilen ışınlarla sağlandığı için bu rutin bakımı yaptıracak durumu olmayan hamilelerin çocuğu hermafrodit olarak dünyaya gelirdi. Bu durum nesillerdir devam ettiği için de şehrin dışında yaşayanlar belirli bir cinsiyet karakterine sahip olmazdı. Hepsinin bilinen bütün üreme organları olsa da birçoğu kısırdı.
Uzaktan kadınsı vücut hatlarına sahip görünürlerdi. Sesleri, tipik bir kadın ya da erkek sesi gibi değildi, ikisinin arasında bir tona sahip olurdu. Barakalarda yaşayanların sesleri gibi yüzleri, saçları ve kıyafet olarak giydikleri atık kumaşlar da birbirine benzerdi. Eski bir Rus romanının giriş cümlesindeki gibi, bütün taşralılar birbirine benzerdi, her şehirlinin ise kendine özgü bir kimliği vardı.
Taşralılar resmi bir kimlik taşımadığı gibi isim de kullanmazdı. Kime yöneldikleri bakışları ve jestleriyle gayet net olur, herhangi bir hitap sözcüğüne gerek duymaksızın gündelik konuşmalarını sürdürürlerdi. Onların hayatında isim, kimlik olmadığı gibi yazılar ve alfabe de yoktu. Yalnızca sayılar vardı. Atık suların kirlettiği gölde kendiliğinden ölmüş balıkları ya da metruk fabrikaların çevresinden toplanan yabani otları; giysiler, şilteler yahut bakılamayan bir bebekle takas ederken kullanılan sayılar… Yahut her organı işlevsel bir taşralının bedeninin bir parçasını kiralamak için istediği karşılığı hesaplarken kullandığı sayılar…
İnsan, kendinden yukarıdaki hayatlara özlem duyardı. Taşralılar her ne kadar şehirlere giremeseler bile şehirlilerden soyutlanmamışlardı. Onların nasıl yaşadığını bilir, o yaşama özenir, hatta içlerinden bazıları kendini geliştirerek bir gün şehre taşınabileceğini umardı. Bir şehirli ile iletişime geçtiği için kendini diğer taşralılardan farklı gören, kendisine isim koyan taşralılar vardı. Bunlardan birisi de Atlas’ın “ras”ı Dünya’ydı.
Kısaltılmış kelimeler diyarında “ras”, “rahim sağlayıcı” anlamına geliyordu. Taşralıların geleneksel bir aile kavramı ya da “anne”, “baba” gibi sözcükleri yoktu ama “ras” bir nevi “anne” sayılabilirdi.
Şehirliler için vergisiz ticaret yapma yasağı, tüm diğer yasaklar gibi çiğnenmek içindi. Barakalar arasında dolaşan şehirliler görmek mümkündü. O bölge için gayet lüks yiyecek, içecek ya da süs eşyası getirirler ve ne istiyorlarsa onu alırlardı. Kimisi eşini aldatıp heyecan yaşar, kimi ucuz taşıyıcı anne arar, kimi üniformalılar -ilaç şirketlerinin çalışanları- denek bulmaya çalışırdı. Amaçları başka olsa bile ortak noktaları şuydu: şehirli bir meta verirdi, taşralı ise vücudunu.
Taşralı zaten hepi topu vücuttu. Mülkü mü vardı yoksa onuru mu? Nesebi mi vardı yoksa hukuku mu?
Berker adında, tıp sektöründe hatırı sayılır bir yeri olan yaşlıca bir iş adamı, -kendisine sonradan Dünya ismini verecek- kısa boylu ve zayıf bir taşralıyla bir yıl boyunca ilişki yaşarken; o taşralı, bunların hepsine sahipmiş gibi hissediyordu. Berker’in getirdiği birbirinden alımlı elbiseleri giyiyor, altın renge boyalı plastik çerçeveli ayna karşısında dans ediyor; iş adamından okuyup yazmayı, görgü kurallarını ve genel kültür bilgilerini öğreniyordu.
Bir ziyaretinde Berker, “Dünya Atlası” yazan bir kitapçık getirip barakadaki örtünün üzerine atmış ve “Dünya’da şöyle bir devir değişikliği olmaması ne yazık!” demişti. “Binlerce yıl önce nasıl yaşıyorsak, şimdi de öyleyiz. Yüzyıllar önce şehirler her önüne gelen giremesin diye surlarla çevrelenirmiş. Şu an sur yok ama sınır polisleri var. ‘Polis’ sözcüğü de antik Yunancada ‘şehir’ demek, biliyor musun?”
Taşralıyla sohbet etmeyi oldukça seven iş adamı, sevgilisinin hamile kaldığını öğrendiğinde sırra kadem bastı ve bir daha gelmedi. Taşralı ise Berker’le açtığı ufkunu hiç kapatmadı. Onun gibi üst sınıftan olmayı kafasına koydu. Elindeki tek yazılı materyal olan “Dünya Atlası”nın “Dünya”sını kendine, “Atlas”ını da karnındakine isim olarak seçti. Batıtepe’de, Berker’in geldiği şehirde yaşayanlar gibi iki cinsiyetten birinin karakterine bürünmek istedi, bu yüzden saçını uzatıp renkli elbiseler giymeye, takılar takmaya başladı ve konuşurken sesini inceltti.
Atlas, işte bu emelle doğdu. Nasıl her insan genetik bir mirasla doğuyorsa, o da rasının arzu ve hırsları benliğine yüklenmiş olarak ilk nefesini almıştı.
Şehirli bir adam olma hayaliyle büyüdü, tıpkı babası gibi. Yüz hatları ve duruşu da zaten bir parça babasına benziyordu.
Sıkı ticaret yapıp iyi para kazanmaya çalıştı. Eline geçen her takas fırsatını erkeklik hormonu ya da kas güçlendirici ilaçlar almakta kullandı. Suç dünyasında bir okulda sınıfları tek tek geçer gibi yükseldi. Yasadışı ticaretleri için aracısı olduğu şehirlilere şantaj yaparak, kutsal surlar gibi, polislerle korunan şehre girdi.
Babasını bulup yasal mirasçısı olmaya çalıştı, reddedildi. Atlas eskisine nazaran çok daha iyi olsa da Berker’le henüz aşık atamazdı. Şehrin vatandaşı olmayı başardıktan sonra gözünü yükseklere dikti. Hem maddi gücünü artırmak hem de doğuştan şehirlilerin ona önyargıyla bakmasına neden olan dış görünüşünü değiştirmek için çalıştı.
Radyasyon çift taraflı kesen bir bıçaktı. Şehirlilerle, taşralıların farkı iki cinsiyet kromozomundan ibaret değildi. Hamileler, yakıcı ışınların, hayran olunası bir robot işçiliğiyle nokta atışı doğru yere yönlendirilmesi sayesinde çocuklarının saç ve göz renklerinden huyuna ve karakterine kadar karar verebiliyorlardı. Estetik ameliyat her yaşta ve her organa yapılabiliyor, hasarlı ya da beğenilmeyen organlar, kemik iliğinden alınan kök hücrelerle üretilen bir yenisiyle değiştirilebiliyordu.
Atlas önce yetersiz beslenme nedeniyle çürümüş olan dişlerini, bembeyaz dişlerle değiştirdi. Kendi hücrelerinden yapılan, gerçek dişlerle… İlk ameliyatından üç hafta sonra çene kemiğini kırdı. Çene kemiğinin yeni dişler için yeterince güçlü olmadığı anlaşıldı ve kafatasının tamamen değiştirilmesi için bir tarih planlandı.
Omuz kemiklerini daha geniş kemiklerle; midesini, strese ve ülsere daha dayanıklı bir mideyle, kaslarını hücre sayısı artırılmış sürümüyle değiştirdi. Ses tellerinin yerine daha davudi ses çıkarabileceği bir parça taktırdı. Kadınlık organlarını aldırdı, erdişi değil erkek oldu, bu sırada var olan erkeklik organlarını da çıkarıp daha büyüğüyle değiştirmişti.
Bir operasyonun iyileşme süreci tamamlandığında diğerine başlıyordu. Bir organı iyi hale getirecek daha basit bir müdahale mümkün olsa bile Atlas onu tamamen değiştirmeyi tercih ediyordu çünkü amacı vücudundan geçmişinin izlerini silmekti.
O, şeref sahibi, hukukun tanıdığı bir kişiydi. Vücuttan ibaret bir taşralı değildi.
Son riskli ameliyatını olup beynini ve sinir hücrelerini de değiştirdiğinde aradan yedi yıl geçmişti.
Beyin değiştiği zaman içindeki bilgi ve yaşanmışlıklar kaybolmasın diye beyin dikkatlice taranıyor ve sinir hücreleri arasındaki bağlantılar kaydediliyordu. Elde edilen bağlantı örüntüsü yeni beyne de yükleniyor ve böylece hafıza kaybı yaşanmıyordu. Yine de zor ve nadir bir ameliyattı, yaklaşık bir yıl boyunca baş dönmesi, migren nöbetleri gibi yan etkiler ortaya çıkabiliyordu.
Atlas bu süreci de Batıtepe’nin her yerini seyredebildiği malikânesinde sabırla atlattı. “Akıllı şehir” kavramının hakkını verircesine, insansız taksiler onu istediği eğlence mekânına ya da yetkilileriyle görüşeceği işyerlerine taşıyordu. Vücudunda değiştirilmemiş tek bir hücre bile kalmayan Atlas’ın ağzını bile açmasına gerek kalmıyordu.
Şans yüzüne gülmedi. Emeğinin meyveleri güldürdü onu, dibini kanatırcasına hayatı kazıdığı tırnakları yanaklarına iki sırıtma izi çizdi. Bir zamanlar sahip olduğu sefil yaşamıyla aciz bedenini, bedel ödeyerek ve ömründen parçalar kopartarak yenisiyle değiştirdi. Bugün piramidin tepesindeydi ve buraya tabandan gelmişti. “Kaymağın kaymağı” diye adlandırılan kesime, toplumun reçel köpüğü gibi alınıp atılası görülen varoşlarından katılmıştı.
Aynaya baktığında gülümsüyor, haklı bir gurur duyuyordu. Tek bir hedefi kalmıştı, o da Berker’in yasal mirasçısı olmaktı.
Berker öldüğü zaman Atlas’ın karşısına mahkeme salonunda bir davacı çıktı: Atlas.
Hafif kıvrımlı vücudu ve taşralı sesiyle eski Atlas mahmur gözlerle ona bakıyordu. Atlas şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Mahkeme salonunda birisi yakışıklı ve güçlü, diğeri ise biraz daha kısa boylu ve zayıfça olmak üzere iki Atlas duruyordu.
Berker, Atlas’ın operasyonları sırasında çıkarılan eski organları satın almış ve laboratuvar ortamında yaşatmıştı. Bir koleksiyonu tamamlar gibi her operasyonda gelen organları biriktirmişti. İskelet sistemini içe yerleştirip etrafına kas giydirmiş, damarları dolaştırmış ve sinirleri kaslara bağlamıştı. İç organları yerine koymuş ve deriyi giydirmişti. Saçları, tırnakları nakletmiş; eski doku ve organlardan yeni bir vücut yaratmıştı. Aylar süren bu sürecin sonunda Atlas’ın beyin ameliyatı öncesi bütün anılarına ve eski görünümüne sahip olan başka bir Atlas meydana gelmişti.
İşte bu kişi mahkemede gerçek Atlas’ın kendisi olduğunu iddia ediyordu. Atlas’ın kişilik haklarının ona devredilmesini istiyordu. Yargıçların uyarılarına aldırmadan bağırıştılar.
Atlas’ın servetini kimin kazandığını tartıştılar. İri Atlas, her şeyi kendisinin yaptığını iddia ediyor, zayıf Atlas ise bedenini işaret ederek “Bu organlar, bu beyin yaptı! Yani ben yaptım.” diyordu. “Atlas’ın organları kimdeyse Atlas odur.”
“Bakınız,” diye seslendi iri olan. “Organ değiştirme ameliyatlarımın kanıtı burada. Bu karşımdaki… Berker’in ürettiği adi bir klondan başkası değil.”
“Ne? Ben mi klonum? Asıl sen klonsun, bütün vücudun kök hücreyle yapıldı. Benim organlarım ise rasımdan doğduğumdan beri var. Şu an senin yerinde ben olmalıydım. Asıl Atlas benim, Berker beni üretmedi, sadece yer değiştirerek Berker’in laboratuvarına geldim.”
“Bebeklikteki hiçbir hücremiz yaşamıyor. Hepsi yenilendi.”
“Hücre yenilenmesi doğal bir süreç, sen ise yapaysın.”
“Asıl sen yapaysın!” Yargıçlar daha önce böyle bir davayla karşılaşmamıştı. İşin içinden çıkamadılar. Theseus’un gemisi paradoksu kanlı canlı karşılarındaydı. Bu davanın çözülebilmesi için doktorlar, hukukçular ve felsefecilerin belki de uzun yıllar çalışması gerekecekti.
Bu öyküyü dinleyebilirsiniz: