Locke namlı bir filozof, boş bir levha gibi doğduğumuzu söylemişti. Ona göre doğuştan gelen bir fikrimiz yoktu, zihnimiz biz büyürken yazılarla dolacak bembeyaz bir defterdi. Velev ki haklı olsun. Bu, doğuştan bir mizaç getirdiğimiz gerçeğini değiştirir mi? Aynı rahimde var olan, aynı gün doğan, aynı genleri taşıyıp aynı evde büyüyen ikiz kardeşlerin kimi zaman 180 derece zıt huylara sahip olmasını başka türlü nasıl açıklarız?
Gerçi bana göre Locke hiç de haklı değil. Her bebek kendine has bilgilerle doğar. Örneğin, annesiyle ilgili birçok bilgisi vardır. Annesinin kalp atışlarını duyduğunda güvende hissedeceğini, karnı acıktığında annesinin onu doyuracağını bilir. Dünyaya saf bir iyimserlikle yaklaşır. Odasını, yeri, göğü, bulduğu her nesneyi bir bilim insanı merakıyla inceler. Ona dünyanın iyi niyete ve merak edilmeye değer bir yer olduğunu kim söylemiştir? Neden hiçbir bebek, ailesi böyle hissetmesine neden olmadıkça, dünyanın karanlık ve korkutucu bir yer olduğunu sanıp da içine kapanmaz?
Hayır, boş levha gibi doğmayız. Altın yazılarla dolu bir levha gibi doğarız ki dünyadaki sınırlı hayatımızın amacı da o yazıları karartmadan muhafaza edebilmektir. Bu altın yazılara “öz” ya da İslami bir terim olarak “fıtrat” diyebiliriz.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) bir hadisinde “Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra anne babası onu Yahudi yahut Hıristiyan veya Mecûsî yapar.” [1] diye buyurmuştur.
Lakin topluma ya da kendimize baktığımızda altın yazıların ışıltısını göremeyiz. Aksine öyle dönemler olur ki karanlık bizi âmâ kılacak sanırız. Haberlerde her gün, iyilik ve saf merak timsali bebeğin büyümüş halinin elinden çıktığına inanamayacağımız işleri izleriz. Mutsuzluk bir salgın haline gelmiş, intiharlar artmış, psikolojik rahatsızlıklar ayyuka çıkmıştır. Şaşmamalı! Kafese kapatılmış bir kuş ya da küçücük bir fanusta beslenen balık nasıl bunalıma girerse, özünden uzaklaşan insan da huzuruyla vedalaşacaktır elbette.
İlgili hadisi tekrar dönüp okursak, İslam’ın öze dönmek olduğunu fark ederiz. Sevap ve günah kavramlarının, bir tür skor tabelasından çok, insanın özüyle olan ilişkisine dair olduğunu anlarız. Mesela yalan söylemek günahtır. Yalan insanı gerçeklikten -dolayısıyla özünden de- koparır, sahte bir dünya yaratır. Sadaka vermek ise cimriliği kalpten söküp atarak bizi mal sevgisinden özgür kılar ve bu yüzden ona sevap denir. Mübah ise niyete göre her iki kategoriye de kayabilir, önemli olan o amelin bize ne yaptığı, bizi nasıl değiştirdiği.
Su içmek mübahtır ama öyle bir içeriz ki sevap olur ve bizi temizler. Konuşmak mübahtır ama öyle sözler söyleriz ki kalbimizi karartıp taş gibi cehennemin dibine yuvarlar. Özgür olmak, biraz da tehlikede olmak demektir çünkü bize verilen seçme şansını kötüye kullanıp kendimize yazık edebilme olasılığımız vardır.
Özgürlük, öz, seçme şansı, sorumluluk iç içe kavramlardır.
Özgür olmak, bize seçme şansı verilmesiyle başlar. Çocukluk döneminde seçimlerimiz sınırlı ve basittir. Belki de “Hangi oyunu oynasam ki?” sorusundan ibarettir. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz yemekler, giysiler, oyuncaklar olur ve bu tercihler için annemizle tartıştığımız vakidir. Özgürlük bedenimizle birlikte büyür ve ergenlik döneminden itibaren artık gerçek kararlar vermeye başlarız. Bu kararlar bizim bugünümüzü ve yarınımızı şekillendirir.
Kısa, orta ve uzun vadeli sorular beynimizin içinde dolaşır durur ve hepsinin cevabı birbirine bağlanır. “Hangi bölümü okuyacağım? Hangi mesleği seçeceğim? Kiminle, nasıl biriyle evleneceğim? Nasıl bir yaşam tarzım olacak? Bugün ne giyeceğim ya da ne yiyeceğim?”
Kavramlara dair soruları da bu dönemde sormaya başlarız. Ailem bana hep İslam’ı anlattı ama İslam nedir? Dindarlık nedir? Akıl nedir, dürtü nedir? Güzellik ve çirkinlik nedir? Başka bir ifadeyle felsefe yapmaya başlarız. Bebeklikteki minicik bilim insanının yanına bir de filozof eklenmiştir.
Seçimlerimizin ardındaki motivasyonlar, içsel felsefemizden gelir. Kimi zaman içimizdeki filozofun verdiği cevaplar yanlıştır. Toplumsal baskı, medyanın çarpıttığı algılar, önyargılarımız ya da cehaletimiz onu yanıltmıştır. Bu yanılgılardan korunmak için nitelikli kitaplar okumak, kendini bilgeleştirmiş insanlarla sohbet etmek, kendi kendimize düşünürken gerekirse aynı soruları tekrar sormak ve düşünme sistemimizi daima taze tutmak gerekir.
Eğer kendi sesimizi böylece bulabilirsek ne âlâ, yoksa, özgürlük yalnızca bir hayaldir. Medyanın ya da kalabalıkların dediğini tekrarlayan bir insan ne kadar özgür olabilir ki?
Özgür olmak sorumluluk altında olmaktır. Eğer bizi altın yazılarla dolu bir levha olarak yaratan, bize, bu yazılara ne yaptığımızı sormayacaksa, geçirdiğimiz ömrün bir önemi kalmaz. Yanılgının ya da doğrunun da özgürleşme çabamızın da önemi kalmaz. Yaşamak, altın yazılar diyarından geldiğimiz şu olasılıklar dünyasında, özümüze dönüş yolculuğumuz değilse hiçbir şey değildir. Bu yolculukta uğradığımız duraklar ve seçtiğimiz rota sorulacaktır. Rapor önümüze konulacak ve değerlendirmemiz istenecektir.
“Oku kitabını,” denecektir, “Bugün hesap görmek için sen yetersin sana.”[2]
Medya demişken… Medyanın ilginç bir mahareti vardır. Trendler yaratır ve insanları onlara uymaya güçlü bir şekilde teşvik eder, daha sonra bu trendlere uyanları “özgür” ilan eder. Kalbinin sesinin peşinden gidenler ise “özgür olamayanlar, köhnemişler, eskide kalmışlar”dır. Açık açık bu şekilde demez tabii… Ancak böyle düşündürür. Dikkat etmezsek popüler akımlara uymadığımız ve diğerlerine benzemediğimiz için kendimizi kötü hissetmeye başlarız. Bu akımlar müzikten giyime, izleyeceğimiz diziden sahip olacağımız düşüncelere kadar her alanda baş gösterebilir ki en tehlikelisi sonuncusudur.
Zihnimizin dizginlerini medyanın eline kaptırdığımız an, öze dönüş yolculuğundan saptığımız andır. “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır.” demiş ya İsmet Özel. Çünkü dışarıdan size emreden bir sese dikkat kesilmişseniz iç sesinizi duyamazsınız.
Dış etkilerin algılarımızı yanıltarak düşüncelerimizi değiştirmesine manipülasyon denir. Manipülasyon, özgürlüğe yapılan bir hack saldırısıdır. Zincirlerle bağlanmış birinin zihni özgür olabilir. Örneğin stoacı Yunan filozof Epiktetos, bir köle olarak doğmuştur ama bu, felsefe tarihine adını yazdırmasına engel olmamış.
Zihninden ve kalbinden zincirlenenler, özgürlük yolunu alamayacak hale gelirler. Âtıl duruşlarının tortusu, doğuştan getirdikleri altın yazıların üstünü örttükçe onları huzursuzluğa ve karanlığa sürükler. Ne var ki altın yazılar üstleri örtülse de oradadır; öz, ışığı azalsa da sönmeyen ateş misali yanar; hayat insanın önüne kendisiyle yüzleşme fırsatları sunar ve insanın içinde silkinip tozdan tortudan arınma ve zincirleri kırıp atma gücü her daim mevcut olacaktır.
[1] Buhârî, Tefsîr, (Rûm) 2; Müslim, Kader, 22
[2] Abdulbaki Gölpınarlı Meali, İsrâ Suresi 14. Ayet
Bu denemeyi dinleyebilirsiniz:
Bir yanıt yazın