TAHTA ÇERÇEVELİ AYNA – Kısa Öykü

❝Sıcağın azabında adım atmaya çabalarken önündeki geceyi sevgili gibi andı.❞

Ayakkabısı yırtılan adam çıplak güneşin altında yol alıyordu. Aslan yelesi saçları ıslanmış, kirli sakallarının arası boncuk boncuk terlemiş ve tişörtü sırtına yapışmıştı. Yirmi yaşına henüz girmiş olsa da yorgunluktan çöken göz altları ve ağır hareketleri, onu otuzundan yukarı gösteriyordu. Ağzının içi kupkuruydu. İki özlem vardı içinde: renk ve renksizlik. Ağaçların rengi, suyun renksizliği.

Her yön olanca davetkârlığıyla çağırıyordu onu. Sağa giderse ne görürdü? Peki ya sola giderse ne ile karşılaşırdı? Serapla mı yoksa hakikatle mi? Yüzündeki kumu sildi ve bedeninin giderek ağırlaştığını hissetti. Sanki boynunda Karun’dan kalma bir lanet asılıydı ve kumların içine çekilmeye mukadderdi.

Mesleğine tutku duyan şanslı azınlıktandı. Soğuk sudan ve serin havadan ayrılmaya razı olmuş, dünyanın tenha köşelerinden çarpıcı kareler yakalayabilmek uğruna bir başına Afrika’nın çöllerine sürüklenmişti. Yardımcısı, erzakların olduğu ikinci arabaya binip kaçarak çölün ortasında onu tek başına bırakmıştı. Arabasının benzini, cihazlarının pili bitmişti. Cebindeki çoktan eriyip akmış bir çikolatalı bardan başka yiyecek yoktu. Dağhan, çöl denen okyanusta bizatihi bir ıssız adaydı. 

Geride kalmış bir dört çeker ve adımlarca ileride belli belirsiz görünen çadırlar hariç hiçbir şey yoktu. Dağhan’ın yüz kasları uzun süredir kaş çatmaktan dolayı acıyordu. Dermanı kesilen fotoğrafçı nihayet yere oturdu. Yanında taşıdığı mataradan birkaç yudum aldı. Gözlerini kapatsa da faydasızdı. Çölü ateşe veren gökteki top, biçare yolcunun göz kapaklarını da kırmızı bir perdeye dönüştürüyordu. 

Kendine, nerede olduğunu sordu. Parmaklarının arasındaki kumu hissetti. Bunların hepsi bir rüya mıydı? Yoksa bu çöl, baştan başa onun hayatının temsili miydi? Geride bıraktığı hayatı Platon’un mağarasına zincirliyken gördüğü hayaller miydi? Zihninde sorular, kumdan bir nehir gibi akıp gitti. Somut, soyutun yerini aldı.

Mataradaki su bitince ne olacaktı? Ölecek… Nasıl? Hayal sahnesinde bir film gibi kendi sonunu oynattı. Ter atamayacağı için ateş gibi yanmaya başlayacaktı. Başı dönecek, gözleri kararacak, yere düşecekti. Ağzı kuruyacaktı. Böbreklerindeki büyük sancıyla kasılıp iki büklüm olacaktı. Her canlının sudan yaratıldığını anlatan ayete şahit olurcasına, susuz canı damarlarından çekilecekti. Uğurlayanı olmayan cenazesini toprak değil, yalnız gece örtecekti.

Sıcağın azabında adım atmaya çabalarken önündeki geceyi sevgili gibi andı. Ah, ne vardı rüzgârlar esseydi? Şu güneş çekilse ve yerine yaman çöl soğuğu gelseydi? Bir farkındalık gönlüne, gölü dalgalandıran yağmur damlası gibi düşüverdi. Fuzûlî, Leylâ’ya ismini bu yüzden mi vermişti? Kâbe’de derdinin artması için dua eden âşık, çöle bunun için mi düşmüştü? O yakıcı gündüzün kalbinde geceyi daha çok özleyebilmek için mi?

Son bir güçle yerden destek alıp ayağa kalktı, zira umutlanmıştı. Beden havayla, ruh da umutla nefes alırdı. Arabaya geri dönmek istedi. Madem varacağı bir vaha yoktu, o da ömrünün sonunu aşina olduğu bir döşekte beklerdi. Hem, bir ihtimal ki araba bir kervanın ya da helikopterin dikkatini çekerdi.

Düşe kalka yürüdü. Birkaç çöl dikeni paçasına battı. Görüşü bulanıklaştı. Sadece siyah bir karaltı seçebiliyordu. Rüzgârlı havadaki bir mum alevi misali eğilen, kalkan, büyüyen, küçülen bu karaltının rehberliğinde arabaya gidiyordu. Hedefine ne kadar uzakta olduğunu bilemiyordu. Tahminleri çöl kumlarına karışıp kayboluyordu. Gök kararmış olsaydı hiç değilse yıldızlarla dolunay onun yareni olurdu. 

Bir an, soluklanmak için durdu. Bu esnada gözlerini ovdu ve çevreyi net görmeye başladı. Kurumuş ve kararmış dev kütükler gördü. Karartının aslı da bu kütüklerdi. Çöldeki adamın, kelebeğin mum alevinin peşine düşmesi gibi peşine düştüğü araba karşısında değildi. Dağhan, bunca zaman yanlış yöne yürümüştü.

Sukutuhayal ile inledi. Pes etme fikri, şimşek gibi çakıp geçti fakat ansızın zihni açıldı ve esasında çok şanslı olduğunu fark etti. Eğer yolunu şaşırmasaydı, asıl o zaman ölürdü. Çünkü arabanın camları sera etkisi yapacak ve dört çekerin koltukları insan etini kızartabilecek kadar ısınacaktı. 

Eğer çölün ortasında dev kütükler varsa, onları oraya koyan birisi de vardı. Belki de arkasında küçük bir çeşme, bir çadır, hatta bir vaha saklıydı. Kısa duraklamanın ardından daha güçlü bir azimle yola düştü.

“Can havli” diye tabir edilen ve insanın yalnızca canı tehlikedeyken erişebileceği o yüksek güçle kütüklere ulaştı. Sevinçten ağzı kulaklarına varmıştı. Kafasını kaldırıp şöyle bir baktı. Üç kütük rastgele açılarla birbirine temas edecek şekilde yere yatmıştı. Mermer renkli dördüncü bir kütük ise aralarına dikilmiş, bir kısmı kuma gömülmüştü. Ayrıca, maalesef yakınlarda herhangi bir su kaynağı yoktu.

Emekleyerek en öndeki kütüğe yaklaşan adam, kütüğün içinin oyuk olduğunu fark etti. Boşluk, bir insanın sığabileceği büyüklükteydi.

Yakıcı güneşten kurtulmakla teselli bulan Dağhan oyuğun içine girip yüzüstü uzandı. Burası dışarıya nispetle serindi. Bir süre kendi nefesini dinledi. “Eğer çölün ortasında dev kütükler varsa…” diye düşündü bir kez daha, bunları taşıyan birisi vardı. Tekrar gelebilirdi. Dağhan’a su verir ve onu çölden kurtarabilirdi.

Dirseklerinin üzerinde doğrulup başını kütükten çıkardı. Saçını arkaya yatırıp etrafa bakındı. Hâlâ susuzdu ama artık bu ona acı vermiyordu. Kurtulacağına yürekten inanıyordu.

Onun görebileceği açıda uzanan diğer kütüğün içine baktığında, aklından bir zamanlar okuduğu bir öykü geçti. Bronz, gümüş, altın ve tahta çerçeveli aynalar satan bir ayna dükkânıyla ilgili… Öykünün baş kahramanı, dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir özelliğe sahip olan bu dükkânı ziyaret ediyordu. Satıcıya soruyordu.

“Bronz çerçeveli ayna ne kadar?”

“Yüz akçe.”

“Neden bu kadar pahalı?”

Bronz aynanın beş yıl geçmişi gösterdiği ortaya çıkıyordu. Kahraman beş yıl önceki genç halini görüp duygulanıyordu. Gümüş ve altın aynalarda da benzer sahneler yaşanıyordu, bu iki ayna da sırasıyla on ve yirmi yıl geçmişi gösterme özelliğine sahipti. 

Tahta çerçeveli ayna ise yüz bin akçeydi. Kahraman hayret ediyor ve “O aynaya da bakmak istiyorum.” diyordu. Satıcı ise uyarıyordu. “O aynaya herkes bakamaz. Kalbiniz dayanmaz.”

Kahraman ısrar ederek son aynaya bakıyor ve yere yığılıp can veriyordu.

Dağhan yerinden çıkacakmış gibi atan kalbini tuttu. “Tahta çerçeveli ayna”da geleceğini görüyordu. Diğer kütüğün içinde bir iskelet yatıyordu.

Liste(leri) seçin:

Yorumlar

  1. Hudabin says:

    Kaleminize sağlık. Keyifle okudum.

    1. matriyarka says:

      Teşekkür ederim. 💐

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir