❝Bir gece ben uyurken bütün insanlık yanılgıya düşmüş, Yahya Kemal’in gemisini Nuh Nebi’nin belleyip meçhule çekip gitmişti.❞
Kahve kokusu, yârin okşayışı gibi burnumdan içeri süzülürken bilgisayar başında çökmüş omuzlarımı dikleştirdim. Şuurum açıldı ve tahayyülüm gri duvarlı âlemlerden ayrıldı. Esneyip ayağa kalktım, aynı ofiste çalıştığım iş arkadaşlarımın boş koltuklarına anlamsızca göz atıp duvarın kenarına yerleştirilmiş su ısıtıcısına doğru yürüdüm.
Bahar güneşi doğruca masama vuruyor ve beni tembelliğe çağırıyordu, ne var ki işyerinin bahçesindeki yemyeşil manzarayı seyretmek yerine ekrana döndüm. Dünya savaşlarının yıkıntısını ülkesinden defetmek için gayrete gelmiş bir işçinin azmiyle çalışmaya devam ettim. Toplumunun kabullenişlerini reddeden bir asi, akıntıya karşı yüzmeye çalışan bir balık gibiydim. Hava da oldukça sıcaktı, ona rağmen sanki içim daha da yansın diye sıcak içecek tercih etmiştim.
Yavaş içiyordum kahveyi, kurbanı ölmesin de daha uzun süre acı çekebilsin diye temkinli davranan bir işkenceci kadar yavaş. Her damlasının tadını ayrı ayrı hissetmek istiyordum. Derken kahvem soğudu. Yazık! Hem acı hem de zevk veren o boğazımdaki yangın söndü. Midem bulandığı için kalkıp kalanını döktüm. Masama tekrar oturduğumdaysa parmaklarımın güçsüzleştiğini fark ettim. Azmim gitmiş, yüzüm düşmüş, hatta bilgisayar bile yavaşlamıştı. Devam etmeye kendimi zorladım ama sözüm bir türlü kendime geçmedi. Suçlu ve korkak bakışlarımı su ısıtıcısına çeviriyordum ara ara. Taze bir çay mı canlandırırdı beni, yoksa dumanı üzerinde tüten bir kahve mi? Türk kahvesi mi deneseydim yoksa bitki çayı mı? Hiçbirine cesaret edemedim. Bir kez daha elimdeki içeceğin soğumasını istemedim. Yansın istiyordum boğazım, cayır cayır yansın ağzım. Değilse uyku beni alıp götürecekti.
Klavyedeki tuşlara tek tek basmaya çalışırken binadaki elektrik sistemlerinden gelen uğultunun kesilivermesiyle irkildim. Bilgisayar ekranı da o anda kararmıştı. Kalbimin hızlanması iyi geliyordu bana. Yerimden ayrıldım ve -aslında neler olup bittiğini gayet iyi bildiğim halde- ayak sesimin yankısını dinleye dinleye merdivenlerden aşağı inmeye koyuldum.
Her katta şöyle bir durup diğer ofislere baktım.
Muhasebecinin ofisi boş…
Dış ticaret departmanı boş…
Satış departmanı boş…
Patronun odası boş…
Bugün tatil günü değil, ancak işe bir tek ben geldim. Çünkü ben de gelmeseydim, işler nasıl yürüyecekti? Vefa duygusu sahip çıkmamı söylüyordu geçimimi sağlayan kuruma. Diğer zorunlu işleri de isteğimle üstlendim. Sabah güvenliğin kabininden anahtarları, hizmetlinin odasından da temizlik malzemelerini alıp bütün ofisleri paspasladım. Elektrik olmadığı için jeneratörü çalıştırdım ve işte, sabahtan beri geçen yedi saat içinde onun da benzini bitti!
Artık suyu ısıtamaz, kahveyi pişiremezdim. Işıkları yakamazdım. Başka yakıtım yoktu, başka yakıt alacak gücüm yoktu. Issız çay ocağına uğrayıp çalışmayan buzdolabından bir şişe su aldım. Kendimi dışarıya attığımda üstüm başım güneşin güçlü ışığıyla aydınlandı. Uzaklardan motor sesi gelmiyordu. Üç şeritli caddenin asfaltı arabaya hasretti. Eskiden trafiğin tıkandığı bu yoldan şimdi bir tane araç geçmiyordu.
Dün sabahı anımsadım. Önceki tüm sabahlar gibi yatağımda tortop olmuş halde uyanmıştım. Yüzümü yıkamak için lavaboya geçtiğimde önce banyonun lambasının patladığını sanmıştım, sonrasındaysa elektriğin kesik olduğunu fark etmiştim. Televizyonu açamayacağım için canım sıkılmıştı. Alelacele bir şeyler yedikten sonra evden çıkıp hızlı adımlarla indim. Ortalıkta garip bir sükûnet vardı. Ne motor sesleri ne de insanların sesleri duyuluyordu.
Sırf birileriyle konuşmuş olmak için bakkala uğradım. Ancak çoktan açılmış olması gereken dükkânın kapısında kilit vardı. Bakkalın hastalandığını düşündüm. Telefonumu elime alıp arkadaşımı aradım, açmadı. Annemi aradım, telefon çalıp durdu. Sessizlik beni iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Yollarda ne bir araç ne de bir yaya vardı.
Bütün diğer sıradan sabahlardaki gibi arabama bindim ve radyonun düğmesini çevirdim. Kanalları gezdikçe hayal kırıklığım güçleniyordu. Sevdiğim radyo programlarından hiçbirinin başlamamış olması canımı sıkmıştı, derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Kayıtlı müziklerden açarak tamamladım yolculuğumu. İşyerinde kimsenin olmaması bile açamadı uykudaki şuurumu. Tatil olduğunu düşünüp gerisin geri eve döndüm.
Televizyonu açmayı denedim. Elektriklerin hâlâ olmadığını kumandanın kırmızı tuşuna beşinci basışımda anladım. Nasıl bir arızaydı bu, nasıl bir aksilik! Şehrin göbeğinde kaç saat kesik kalabilirdi elektrik? Umarsızca koltuğa gömülüp şarjı giderek azalan telefonumu alıp internete bağlandım. Arkadaşlarımın yaşadığını görmek istedim. Dış dünyada birilerinin yaşadığını bilmek istedim. Kimseyi çevrimiçi göremeyince ne kadar sıkıcı bir gün olduğunu düşünüp uyumak üzere arkamı döndüm. Gözlerimi yumup zihnimi serbest bırakmıştım ki bir şeyleri anlamaya başladım.
Gözlerimi fal taşı gibi açtım. Halıları kaydırmak pahasına kapıya koşup ayaklarıma yarım yamalak geçirdiğim ayakkabıyla sokağa fırladım. Şehir merkezine kadar koştum. Balkonlarda çamaşır asan kadınlar, sokaklarda saklambaç oynayan çocuklar, caddelerde bin bir telaşla sağa sola giden adamlar yoktu; korna çalan arabalar, toz saçan kamyonlar, tıklım tıklım dolmuşlar yoktu; bisikletliler, motorlular yoktu; seyyar satıcılar yoktu; yaşlılar, gençler yoktu.
Yollar ve binalar boştu. Hatta şehirler ve ülkeler de boştu artık. Bir gece ben uyurken bütün insanlık yanılgıya düşmüş, Yahya Kemal’in gemisini Nuh Nebi’nin belleyip meçhule çekip gitmişti. Dünyada yapayalnızdım.
İlk tepkim dizlerimin üzerine çöküp bağıra bağıra ağlamak oldu. Köşeden birinin çıkıp halimi hatırımı sormasını bekledim. Çocuk gibi ağladığım için beni azarlayıp utandırmasına bile razı gelirdim. Betonun ve madenlerin sabırlı tepkisizliğine alışık değildim.
Duygularımı dindirebildiğimde yorgunluktan bacaklarım titriyordu. Dükkânların dizildiği caddeye doğru adımlarken cebimdeki banknotu çıkarıp hınçla yırttım. Sakinleşmek için yaptığım bu hareket ters tepti. Artık her adımda üstümü başımı yokluyor, adi kâğıt parçalarını, değersiz metalleri; kolye, küpe, yüzük denen kelepçe ve zincirleri çıkarıp atıyordum. Sahi bir zamanlar nasıl ikna etmişlerdi bizi bu kölelik alametlerini takmaya? Nasıl değer vermiştik suni, faydasız, anlamsız paraya?
Günün neredeyse ortası olmasına rağmen dükkânlar kapalıydı. Issızlık içime acı veriyordu. Açık bir kapı bulmak istiyordum, canımın çektiği malları alıp kullanmak. Yağma olmaz mıydı bu? Hırsızlık meşru muydu artık? Bir gün, insanların gittiği gibi dönme ihtimali yok muydu?
Nöbetçi eczanenin ağır cam kapısını ittim. İçeride, askıda asılı beyaz önlükte, yarı dolu çay bardağında sanki hâlâ insan sıcaklığı vardı. Tezgâhın arkasına geçtim, bunu yapmak çocukluğun yaramazlığına benzer bir haz veriyordu, ilaçları teker teker inceledim. Vitamin ve mineral ilaçlarını topladım. Çocuklar için imal edilmiş bir öksürük şurubunu kafama dikip bir yudumda içtim. Ardından bir aspirin kutusunu açıp dilimde erittim, kutunun geri kalanını çöpe fırlattım. Çalıyor, israf ediyor fakat bundan zerre gocunmuyordum. Dünya benimdi, benim!
Derken gözüme uyku ilaçları ilişti. Hastalıklı bir ruh değişimi, sırıtışımı yüzümden çaldı. Diğer kutuları kucağımdan düşürüp bir süre ağladım. Ardından birkaç poşete uyku haplarından doldurup eve döndüm.
Dönerken aklımdan binlerce çılgın istek geçti. Çırılçıplak soyunabilirdim. Kilitli kapıları kırabilirdim. İstediğim metaı elde edebilirdim. En lüks, en sıra dışı yiyecekleri yiyebilirdim. Dünyanın her yerini gezebilirdim. Her imkân önümdeydi, hiçbir kural yoktu, beni yargılayacak hiçbir mahkeme yoktu.
Bütün bu seçenekler içerisinden olağan yaşamıma olabildiği kadar devam etmeyi seçtim.
Günün geri kalanında evden çıkmadım. Gece olunca sabaha her şeyin eski haline gelmiş olma ümidiyle uyusam da saatler sonra yine tek kişilik bir dünyaya uyandım. Hazırlandım, işe gittim, yedek anahtarları buldum, işyerini açtım, temizlik yaptım, jeneratörü halledip ofisime geçtim. Olmadı. Sürdüremedim. Elektriğin tekrar kesilmesiyle yenilgim bir kez daha ilan edilmiş oldu.
Şimdi güneşin zirveyi terkini seyrediyordum. Bu dingin vakitte kokusuz havayı içime çekiyordum. Neden sonra arabama yürüdüm, önce kapıyı, sonra da torpido gözünü açtım. Orada bir şişe su ve bir poşet vardı. Suyun kapağını açıp koltuğa dikkatlice koydum. Poşeti açtım, içinde bir kutu vardı. Kutunun içindeki onlarca beyaz drajeyi ağzıma doldurdum, ardından suyla hepsini yuttum. Koltuğu geriye yatırıp uzandım. Uyku beni alıp götürecekti.
✴
Öykü sona erdi. Peki, yola hangisiyle devam ediyorsunuz?
✴
* Yahya Kemal Sessiz Gemi adlı şiirinde ölümü şöyle tarif etmişti: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan”
Hümeyra’nın güzel sesinden dinleyelim: