DUYGUSUZ – Bir Yaşamsal Mesafe Öyküsü

❝Ömründe birkaç kez tarifin kifayetsiz kaldığı bir hâl yaşamıştı. Dizlerinin bağı çözülmüş, elleri titremeye başlamış ve o, renk vermediğini sanırken dudaklarını kanatacak kadar ısırmıştı. Zamanı geriye alabilmek için varını yoğunu vermeye hazır olduğunu sanmış, ne var ki hiçbir sefer bu imkânı bulamamıştı.❞

Bazı anlar vardı ki insanın başına kaynar sular dökülürdü. Kötü bir haber aldığı ya da vahim bir hata yaptığını anladığı ilk an olabilirdi, sebep çeşitlenirdi ama hissedilenler değişmezdi. İnkâr bir kurtarıcı gibi görünürdü, oysaki gerçeğe sırt dönmek onu değiştiremezdi.

İnsanın o lahzada tek istediği zamanı geriye almak olurdu. Çok fazla değil, sadece birkaç saniye. O cümleyi duymasın, o bilgiyi bilmesin, yeterdi.

İkincil tepki ise kişiden kişiye değişirdi. Kimi kendine bir köşe bulup ağlar, kimi de yalnız kalacağı bir yer bulamadığı halde ansızın aşağı inen gözyaşlarını tutmaya çalışırdı. Beş dakikalık bir deprem nasıl koskoca gökdeleni yıkıyorsa, insanın senelerini harcayarak kurduğu hayatı da öylece başına yıkılabilirdi.

Acıyı duyan insan, onu bitimsiz sanırdı. Bir tepenin doruğuna, aşağı yuvarlanması mukadder bir taş taşımaya mahkûm edilmiş gibi umutsuzluğa kapılırdı. Oysaki hiçbir şey, özellikle duygular, sonsuza dek sürmezdi ve canlı-cansız her varlığa bir ecel yazılıydı.

Atay, ömründe birkaç kez tarifin kifayetsiz kaldığı bir hâl yaşamıştı. Dizlerinin bağı çözülmüş, elleri titremeye başlamış ve o, renk vermediğini sanırken dudaklarını kanatacak kadar ısırmıştı. Zamanı geriye alabilmek için varını yoğunu vermeye hazır olduğunu sanmış, ne var ki hiçbir seferinde ona bu imkân sunulmamıştı.

İlki karnesindeki zayıfları babasının gördüğü andı. On üç yaşındaki küçük Atay evden kaçmayı düşlese de odasının eşiğinde donakalmış, yarım saat azar dinlemiş ve o yaz tatili boyunca bisikletinden mahrum kalmıştı.

Aynı yılın sonbaharında ise huyu değişmişti. Bilgisayar oyunlarından erkenden sıkılır olmuş ve her gün ders çalışmayı alışkanlık haline getirmişti. Okulu sevdiği için değil… Tatilde bisiklete binemeyecek ya da sokakta oynayamayacak olmaktan korktuğu için değil… Sırf o kâbuslu anı bir daha yaşamamak için kitap kapaklarını açmaya başlamıştı.

On bir yıl sonra aldığı hukuk diploması bu alışkanlığın ödülüydü. Ne var ki Atay, heyecanına kapıldı ve aracını olması gerekenden biraz hızlı sürmeye başladı. Böylece o anlardan ikincisini yaşadı. Frene asılmasına rağmen geç kalan adam, arabanın önüne çarpan bir darbeyle durdu ve aşağı indi. Asfalta boylu boyunca uzanmış yaralı köpeği kucakladı. Şansa köpek hayatta kaldı ve Atay, o günden sonra tek bir trafik kuralını bile ihlal etmedi.

Üçüncü an yaşanmasın diye her hareketini dışarıdan izler gibi gözlemlemeyi ve üzerinde düşünmeyi alışkanlık haline getirdi. Hatalarından ders çıkarabilen birisi olmakla gurur duyuyordu. Her hareketini ölçüp tartıyor ve sonucunu hesaplıyordu. Böylece kötü sürprizlere kapısını kapattığına inanıyordu.

Çin’den bir virüs çıkıp dünyaya yayılmaya başladığında Atay ilk günden itibaren tedbir almıştı. Maske ve kolonyayı aktif olarak hayatına almış, insanlarla temasını sıfıra indirmiş ve sosyal mesafeye özen göstermişti. Tanıdıklarını da uyarıyor, kurallara uymalarını salık veriyordu. Ailesiyle de sık sık telefonla görüşüyordu henüz evlenmemiş olan genç avukat.

Ne var ki bir sorun vardı. Yıllar önce Atay’ı disiplinli bir şekilde yetiştiren, düzenli ders çalışmadığı için onunla uzun uzun konuşan babası yaşlanmış ve artık kuralları önemsemez olmuştu. Dört duvarın arasında bunaldığını söyleyip dışarı çıkıyordu. Kalabalıklara giriyor, eve döndüğünde elini yıkamıyor ve maske kullanmıyordu.

Genç avukat annesinin şikâyetlerine daha fazla dayanamadı. Bir süre için ofisini kapatıp işini bırakmaya karar verdi. Bu süre zarfında ailesinin yanında kalacak, babasının evde durmasını sağlayacak ve ailesini tehlikeden koruyacaktı. Birkaç ay boyunca çalışmadan yaşayabilecek birikimi mevcuttu.

Akşamleyin işten döndüğünde masasının başına oturup ince bir plan yaptı.

İki hafta boyunca kendi evinde karantinada kalacaktı. Eğer kendi vücudunda hiç belirti yoksa maske ve eldivenin koruyuculuğunda otomobile binip doğruca çocukluğunun sokaklarının yolunu tutacaktı. “Hiç sorun çıkmayacak.” diye düşündüğünü anımsıyordu, “Her şey tamam. Hiç, hiç sorun çıkmayacak.” Nedense bunu söylerken huzurlu değildi. Sinesindeki garip korkuyu bastırmaya çalışıyordu.

On birinci günde telefonu çaldı. Bu esnada Atay kanepede uzanıyor ve tavanın pürüzsüz griliğini seyrediyordu. Ne yapabilirdi? Dizilerden sıkılmıştı, onca filmi yarım bırakmıştı. Kitaplara odaklanamaz olmuş, harflerin sayfa üzerinde el ele tutuşup oynadığını gördüğünü sanmıştı. Bu dolu, boğucu ruh hali içerisinde bir değişiklik umuduyla doğruldu ve cihazı kulaklarına götürdü.

“Alo?”

“Yavrum!” dedi cihazdan gelen ses, ağlamaklı.

“Anne?” dedi tüm tüyleri ürpererek. “Niye sesin böyle geliyor, ne oldu?”

“Baban…”

O tanıdık eski his, yine zehir gibi damarlarında dolaştı. Atay birkaç kez derin derin soluk aldıktan sonra babasına neler olduğunu soracak gücü buldu.

Dört gün evvel -avukatın kişisel karantinasının yedinci gününde- baba, yiyeceklerin tadını alamadığından şikâyet etmeye başlamıştı. İki gece sonra, uykusunu öksürükler bölmüştü. Ardı ambulans, ardı hastane ve testler… Derken virüsün babanın vücuduna girdiği ortaya çıkmıştı. Anne, evladını aramazdan birkaç saat evvel ise yaşlı adam nefes darlığından dolayı yoğun bakıma kaldırılmıştı.

Üç gün daha… Atay, normal planındaki karantina süresi bitene dek babasından olumlu bir haber bekledi. Hastaneye gidip annesiyle görüşemedi, çünkü hem hâlâ virüs taşıyor olma ihtimali vardı, hem de annesi de virüs bulaşma ihtimalinden dolayı izole edilmişti.

Önceki yıllarda başına kaynar suların döküldüğü o hâl, bir saat olmadan üzerinden düşer giderdi. Bu kez ise o his hep diri kalmıştı. Atay yatarken karanlık his de yatağına uzanmıştı. Ayaktayken ensesinde soluğunu hissettirmişti. Adeta intikamcı bir hayalete dönüşmüştü.

Üstelik Atay’ın bir hatasından da ileri gelmiyordu bu durum. Elinden geleni yapmasına rağmen sırf babasının duygularıyla hareket etmesini önleyemediği için kaygıların ateşinde kavruluyordu. Uzun bekleyişin bitiminde, acı haber geldiğinde, Atay o anların sonuncusunu ve en şiddetlisini yaşadı. Karanlık hayaletin boğazına sarılıp nefesini kestiğini somut olarak duyumsadı.

Geçen mevsimler her buhranı olduğu gibi bu salgını da alıp götürdü. Dış dünya yeni alışkanlıkları benimseyerek de olsa adım adım normalleşti. Atay da uymuştu dünyanın adımlarına. Mesleğine dönmüştü, eskisi kadar sıkı olmasa da maske takmaya devam etmiş ve kolonya sürmeyi ihmal etmez olmuştu.

Ne var ki içi boştu artık, boşluktu. Duygu denen kavram onun için meçhuldü. Neşelenemiyor ya da üzülemiyor, hayatını durgun su yüzeyi gibi kayıtsızlıkla sürdürüyordu. Kaybını Albert Camus’nün meşhur kitabı Yabancı’nın ilk cümlesi gibi anımsıyordu:

Bugün annem ölmüş belki de dün. Tam bilmiyorum.

Albert Camus – Yabancı

Bu hali, sosyal mesafenin de ötesine geçen yaşamsal mesafeyi iradesiyle seçmemişti, biliyordu.

Fakat artık hiçbir şey umurunda değildi. O bir duygusuzdu.

Liste(leri) seçin:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir