DAYI, FEVZİ VE MURTAZA – Bir ❝Kâşif❞ Öyküsü

2008’in ilk ayında yayın hayatına başlayan Kayıp Rıhtım, ilkin fantastik ve bilimkurgu üzerine kurulmuş, bugün ise edebiyatın ve yaşamın her alanına dokunan bir platform. Ayrıca tam on üç yıldır her ay farklı bir temada öykü seçkisi yayınlıyorlar.

Kâşif temalı Şubat 2023 seçkisinde Dayı, Fevzi ve Murtaza adlı öykümle yer aldım.

Öyküyü linkten ya da aşağıdan okuyabilir, sesli halini ise şuradan dinleyebilirsiniz:

Kulisin kapısını tıklayarak içeri giren kanal çalışanı, “On dakika içinde canlı yayın…” derken ansızın sustu. “Hocam?” dedi daha ince bir sesle. “Neyiniz var?”

Puflu koltukta oturan mavi gömlekli profesör mendiliyle gözlerini silerek “İyiyim, merak etmeyin.” dedi. Çocukluğunun bir anısı gelmişti aklına. Kırk yıl öncesine ait, profesörü bugüne taşıyan bir anı.

*

“Önüm, arkam, sağım, solum sobe! Saklanmayan ebe!”

Pembe duvarı kavlamış iki katlı binanın betondan bahçesinde enine çizgili tişörtlü bir çocuk duvara dönmüş, gözlerini kapatmış ve ona kadar saydıktan sonra tekerlemeyi söylemişti. Cin gibi gözlerle arkasını döndü. Fevzi bahçenin ortasında, kim bilir nereden kopmuş bir tuğla taşı üzerinde oturup dudaklarını sarkıtıyordu.

“Saklansana!”

Fevzi’den ses yoktu. Suphi birkaç metre mesafeyi sıçrayarak aşıp arkadaşının omzuna dokundu. “Ebe!”

Taşta oturan esmerce bir çocuktu, saçları gürdü, yaşından büyük gösterirdi ama şu an yüzündeki ifade bebekler gibiydi. “Ben oynamıyorum.” dedi.

“Neden?” Suphi de Fevzi’nin yanında diz çöktü. “Oyunbozanlık bu.”

Geçen hafta mahallenin en güçlü çocuğu Hasan ve Fevzi top konusunda kavga ettiğinden beri üç yakın arkadaş oyunlara alınmıyordu. Fevzi, komşusunun oğlu Suphi ve Suphi’nin bir yaş küçük dayısı Mustafa. Evlerinin arka bahçesine sıkışıp kalmışlardı.

“On yaşındayız biz, on!” dedi esmer çocuk iki elini de yelpaze gibi açarak. “Artık bizim…” dedi, durup düşündü. “Daha zekice şeyler yapmamız lazım. Bebek oyunlarını bırakın oğlum artık.”

“Ne gibi?”

Fevzi’nin gözleri parladı. “Keşif.”

Heyecanı Suphi’ye de bulaşmıştı. Kriko gibi ayağa kalkan çocuk “Hadi yapalım!” diye haykırdı. “Ama nerede?”

“Tarlada tabii ki!”

O sırada bodrumun siyaha boyalı demir kapısından çıkan Mustafa koşarak Suphi’nin biraz önce sayı saydığı yere gelip elini koydu. “Sobe!” diye bağırdı.

İki katlı eski binalardan oluşan sokağın arkasında boş bir arazi vardı. Çöp poşetleri ve kırık içki şişelerinin biteyini, sokak köpeklerinin ise direyini oluşturduğu bu araziye çocukların girmesi yasaktı. Ne var ki on yaşına gelmişlerdi, bir tarladan mı korkacaklardı? Arnavut kaldırımlı sokaklarından ciddi bir edayla aşağı indiler. Köşede mahallenin diğer çocukları toplanmıştı. Yere uzanmış, bilyeleri nişan alabilmek için gözlerini kısmış Hasan’ı seyrediyorlardı.

Hasan başını kaldırıp yaklaşmakta olan üçlüye “Hop! Gelmeyin!” diye bağırdı. “Yasaklamadım mı size benimle oynamayı? Duydunuz mu?”

Çocuklar cevap vermedi. İstiğnayla yürüyüp sola döndüler.

Işıl ışıl Ağustos gününde çocukların kısalmış gölgeleri tarlaya düşüyordu. Önlerinde keşfedilmeyi bekleyen geniş bir toprak, yüreklerinde ise heyecan ve merak vardı. Fevzi bir bilim insanı edasıyla toprağı süzerek yavaşça yürüyor, Suphi ve Mustafa da küçük adımlarla arkasından geliyordu. Esmer çocuk daha az taş içeren düz bir bölgede durup “Burayı kazacağız,” dedi.

“Ama nasıl kazacağız?” diye sordu Suphi.

“Küreğimiz yok ki…” diye ekledi Mustafa.

“Yahu ne kâğıdı ne küreği? Ellerimiz var ya. Üçümüz birlik olup burayı bir saatte mezar gibi kazarız. Sonra da…” Sözlerinin etkisi artsın diye arkadaşlarının gözlerinin içine baktı. “Define buluruz.”

Sözcükler kimi zaman paradan daha güçlü bir istek sağlayıcı olurdu. Üç çocuk belirledikleri noktayı canla başla kazmaya koyuldu.

Çukur, boylarını aşan bir derinliğe ulaşmıştı. Çocuklar ise yorgunluktan çukurun köşelerine dağılmış, gözlerini kapatmışlardı. Tişörtleri, pantolonları toprak rengine bürülüydü. Bu sırada kazdıkları yerin ortasından tıpkı bir gayzer gibi su kaynamaya başladı. Üç meraklı gözleri fal taşı gibi açılarak yerlerinden fırladılar, sonra suya dokundular. El yakmayacak kadar sıcaktı.

Su madeni bulmanın sevinciyle kazmaya bir süre daha devam ettiler. Dizlerine kadar çıkan su, ortadaki boşluktan, rögar kapağının yarısı kadar bir alandan geliyordu. Burası yer altı sularının çıktığı bir doğal kuyuydu. Suyu içmeyi de denediler ama sıcak olduğu için şu yaz gününde hiç gitmiyordu doğrusu.

“Artık yeter.” dedi Fevzi tek elini kaldırarak. “Hadi banyo yapalım.”

Üstlerini çıkardılar. Sabun varmış gibi çamurla keselendiler. Üstlerinde pırıl pırıl güneş, çevrelerinde ılık su, keyiflerine diyecek yoktu. Kıyafetlerini de yıkadılar. Akşama kadar yatılırdı şurada. Geç kalma halinde annelerinin kızacağı ihtimali hariç hiçbir şey, onları o küçük kaplıcadan çıkaramazdı.

Suphi ayağını ortaya uzatıyor ve suyun akışını daha iyi hissetmek istiyordu. Derken sudan çıkan kaygan bir şey çıplak ayakları değiverdi. Çocuk ilk anda su yılanına dokunduğunu düşündü. “Ay!” diyerek ayağını çektiğinde, yuvarlak ve beyaz bir nesne suyun üzerine çıkarak yüzmeye başladı. Devekuşu yumurtası kadar yahut birazcık daha büyüktü.

“Bu ne?” dedi Fevzi. Havada yüzen nesneyi yakaladı ve inceledi. “Yumurta.” diye tespit ettikten sonra sudan fırlayıp kurumak için ortalıkta koşturmaya başladı. Yumurtayı tekrar suyun içine bırakmıştı.

“Kalkın, gidiyoruz.” dedi diğer çocuklara.

Suphi beyaz nesneyi kucağına alarak “Bu da neyin yumurtası?” dedi.

“Neyin olduğu önemli değil, eğer annesi bizi burada bulursa hapı yuttuk demektir. Bir hayvanın yuvasını kazmışız oğlum! Hayvanlar var ya, yavrularını korumak için bizi parçalamaya tereddüt etmezler. Çabuk onu bırakıp kuyuyu tekrar kapatalım.”

Bilgiç bir edayla konuşuyordu. Büyük bir taş bulup suyun çıktığı yere koydu. “Siz dışarı çıkıp kendinizi kurutun.” dedi.

Suphi yumurtaya daha sıkı sarıldı. İçi garip bir şekilde sızlıyordu. Buz Devri filmindeki Sid gibi hissediyordu. İçinden bir ses bu yumurtanın buraya ait olmadığını söylüyordu. Küçük tartışmayı kazandı. Mahalleye doğru yeni yıkanmış saçlarıyla ve yarı yarıya nemli giysileriyle koşarken yumurtayı yanına almayı başarmıştı.

İlkin yatağında saklamayı denedi. Kuluçkaya yatar gibi ona sarılarak yatacak, bekleyecekti. Yumurta ertesi gün kuruyup pürüzsüz yapısını kaybedince yanlış yaptığını anladı. Doğal ortamından aldığı savunmasız canlıya zarar vermekten vicdan azabı duydu. Mustafa’yla birlikte büyüklerin çok uğramadığı çatı katına çıktılar. Boş kovalardan birini yarı yarıya doldurup yumurtayı koydular. Beyaz nesne can bulmuşçasına dalgalanan suda bir yukarı çıkıyor, bir aşağı iniyordu.

Eylül geldi, okullar başladı. Okuldan gelen çocuklar ilk iş olarak çatı katına çıkıyordu. Gerekliyse suyu tazeliyorlardı. Yumurtada hiçbir değişiklik yoktu.

Ekim geldi, hava soğumaya başladı. Mustafa, Fevzi ve Suphi kovayı kazan dairesine taşıdı. Beyaz nesne hâlâ ilk günkü gibiydi.

Kasım geldi. Artık ödevler de yoğunlaşmıştı. Çocuklar sadece hafta sonları doyasıya oynayabiliyor, onun dışında evlerinde mandalina yiyerek ödev yapıyorlardı. Büyükler ise meşhur yarışma programlarını seyrediyor olurdu, soba yanan tek odada.

Aralık… Fevzi hasta olduğu, Mustafa da artık beklemekten bıktığı için Suphi kazan dairesine tek başına indi. Işıkları yaktı. Kovanın yanında diz çöküp yumurtayı incelemeye koyuldu. Annesi ve anneannesi anlamasın diye burada hep sessiz olurdu ama yumurtadaki çatlakları görünce sevinç çığlığı atmadan edemedi. Yumurtayı sudan çıkarmadan iki eliyle kavradı. İçerideki yaratığın devinimini hissedebiliyordu.

Daha iyi görebilmek için kovayla birlikte ara koridora çıktı. Ampulün tam altına yerleştirdi. Görünmez küçük ayaklar yumurta kabuklarına durmadan vuruyordu. Derken yumurta kabuğunun ilk parçası kalktı. Küçücük ayaklar ve bir baş, boşluktan çıkıp, Suphi’nin gözlerinin içine baktı.

Bir bebek dinozordu.

Balık gibi kuyruğu ve yüzgeçleri vardı. Suyu çok seviyor ama sıkça kafasını sudan çıkarıp bakınıyordu. Dışarıda gezinemiyordu. Işığı hiç sevmiyordu. Bu yüzden çocuklar onu yukarı çıkaramıyor ama her gün bir mabede iner gibi kazan dairesine iniyor ve dakikalarca vakit geçiriyorlardı. Yumurtayken kaldığı kovanın yerini su dolu iki leğen almıştı. “Murtaza” bir leğenden diğerine atlayabiliyordu.

Suphi ve Fevzi komşu oldukları gibi okulda da aynı sınıfta, aynı sıradaydı. (Mustafa bir alt sınıftaydı.) Yaşlı Türkçe öğretmeni, bu kanı deli akan, dinozor sevdalısı gençlere durgun ve derinlikli bir kitap okuma ödevi vermişti. Orhan Kemal’den Murtaza… Çocukların ilgisini konusuyla çekemeyen roman küçük dinozorun isim kaynağı olmuştu.

Ocak ayı… Bir ortaokulun beşinci sınıfında, asık suratlı öğretmen yoklama listesinden rastgele öğrenci seçiyordu. “418 Fevzi Çelik, 114 Suphi Sarı” dedi. “Orhan Kemal – Murtaza. Özetleyin ve anlatın.”

Çocuklar gülümseyerek birbirlerine baktı. Ardından Fevzi kravatını düzeltti, derin bir nefes aldı ve “Murtaza bir dinozordur.” dedi.

Öğretmen düşünceli bir şekilde başını salladı. Romanı tekrar baştanbaşa düşündü. Çocukların karakter tahlili yapması hoşuna gitmişti. Başkahramanın görevine sıkıca bağlı olduğunu söyleyebilir ama dinozor olarak tanımlamak aklına gelmezdi.

“Hangi açılardan dinozordur evladım?” dedi.

“Kafa açısından dinozor.” dedi Fevzi, sırıtarak. “Ama diğer açılardan balinaya da benziyor. Leğende yaşar, suda yüzer. Yemek konusunda da pek seçici değildir.”

Murtaza’nın yumurtadan çıktığı ve isminin konulmadığı ilk günlerde hayvanın ne yiyeceği konusunda uzun bir beyin fırtınası yapmışlardı. Mustafa bir ara tuvalete gitmek için eve çıkıp indi. Yanakları aşağı mahalleye koşmuş gibi kızarmıştı. Nefes nefeseydi. Geçen ay berberde üç numara kesilmiş kafasında ter damlacıkları vardı.

Gelir gelmez “Buldum!” dedi. “Salçalı ekmek yer mi ki? Hem de acı biber salçası… Bakın görün nasıl ateş üflüyor o zaman?”

“Dinozorlar ateş üflemez.” dedi Suphi, okulda öğretmenin sorusunu cevaplar gibi bir edayla. “Ejderhalar üfler. Ejderhayla karıştırdın. Hem su dinozoru bu… Ateş üfleyeceği varsa da suda üfleyemez.”

“Dinozor salçalı ekmek yer mi oğlum?” diye sordu Fevzi.

“Ne yiyecek? Dinozorlar ne yer? Anamlar da bilmez, kime soracağız?”

“İnsan yer.” dedi esmer çocuk, sırıtarak. “Filmlerde görmüyor musunuz?”

“Salçalı ekmek yer bence…” Suphi elini uzattı, yavru dinozor kendini sevdirmek için başını çocuğun eline dokundurdu. “Ama acı olmasın, yazık.”

“O zaman ben annemlere yaptırıp geleyim.” diyerek ayağa kalktı Fevzi.

Salçasından yememişti ama suda ıslanan ekmek kısmını yemişti. Balık, böcek, ıslanmış ekmek, yeşil sebzeleri yediğini çocuklar deneme yanılmayla buldu.

Dinozorlar ateş püskürtmezdi ama öğretmenin kulaklarından ateş çıkmak üzereydi. “Çocuğum siz ne anlatıyorsunuz?” diye bağırdı. “Çıkın dışarı! Çıkın! Kitabı okumamışlar bir de utanmadan dalga geçiyorlar.”

Fevzi ve Suphi kahkaha atmamak için dudaklarını yumup sınıftan çıktı. Merdivenlerde kendilerini bıraktılar. Öyle şiddetli güldüler ki neredeyse aşağı yuvarlanarak ineceklerdi.

Mart ayı ufukta görünürken bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı.

Murtaza çok hızlı büyüyordu. Leğene sığmaz hale gelmişti. Ayrıca çok yiyordu, çocuklar ona yiyecek yetiştirmekte zorlanıyordu. Aç kalma tehlikesi baş göstermişti. Tatlı suda da yaşayabildiğini ama tuzlu suyu daha çok sevdiğini bir tesadüfle fark ettiler. O bir deniz yaratığıydı. Kazan dairesinde beslenemezdi.

Çocuklar kararlarını verdiler. Bu gri, narin, pullu yaratığı ait olduğu yere salacaklardı. Üç çocuk, bir hafta sonu, kucaklarında Murtaza’yla iskeleye kadar yürüdüler. Suphi son bir kez hayvancığı sevdi.

“Beni hiç unutma.” dedi. “Ben seni unutmayacağım.”

Ardından Murtaza’yı iskeleden attılar. Kuyruklu dinozor suya çarpar çarpmaz dalarak gözden kayboldu. Dayı, Fevzi ve Suphi denizi terk ederken hayvana son dokunan çocuğun yanaklarından yaşlar süzülüyordu.

Bu, onun çocukluğuna ilk vedasıydı.

Sekiz yıl sonra, bir paleontolog olma hedefiyle üniversite sınavlarına hazırlanırken henüz on yedi yaşında olan dayısı Mustafa, okulu bırakıp yurt dışında çalışmaya karar verdi. Ablasıyla, yeğeniyle çok seyrek görüşür oldu. Bu, Suphi’nin çocukluğuna ikinci vedasıydı.

Kırk yaşında, profesör unvanıyla hayatına devam eder ve bütün günleri birbirinin aynısı olarak geçerken Fevzi’nin kalp krizi geçirerek öldüğü haberini aldı. Bu haberle birlikte Suphi çocukluğunun son parçasını da kaybederken, kaynamış göz kapakları jiletle çizilircesine uyandı.

“Neden?” diye sordu kendine. Gündelik telaşlara kapılıp gitmişti, peki neden? Bu bölümü seçerkenki asıl amacını nasıl unutmuştu? Murtaza’yı nasıl unutmuştu?

Çocukluğunun geçtiği mahalleye geri döndü. Tarlayı, “Ya üzerine bina yapılmışsa?” endişesiyle yeniden araştırdı. Toprakların hâlâ otuz yıl öncesindeki gibi pis ve boş olduğunu fark edince bir oh çekti. Arazinin sahiplerini buldu ve birikmişinin büyük bölümünü kullanarak tarlayı satın aldı. Kalan parasıyla da arazideki doğal kuyuyu araştırmak için gerekli olan donanımı edindi. Beş yıl boyunca kuyunun nasıl oluştuğunu, suyun nereye aktığını anlayabilmek için toprak ve su analizi yaptı. Yerdeki titreşimleri ölçtü. Bir tekneyle Karadeniz’e açılıp akıntıları inceledi.

Günlerden birinde banyodaydı. Duş başlığı olsa da, Suphi, su tasarrufu için kova ve tas kullanıyordu. Tastaki suyu başından aşağı boşaltırken aklı sorularla doluydu. Beş yıl boyunca biriktirdiği sayılar yığınından nasıl sonuç çıkarabilirdi? Boş tası elinde çevirdi. Ardından, tuhaf bir sezgiyle, tası ters olarak dolu kovaya daldırdı. Tas ne kadar derine inerse insin ters olduğu müddetçe içinde mutlaka hava kalıyordu.

Apansız bir heyecanla tası elinden bıraktı. Tas, içindeki havanın etkisiyle yüzeye fırlarken Suphi dışarıda bornozunu giymeye çalışıyor, “Buldum! Buldum!” diye mırıldanıyordu.

Tarladaki kuyu bir denizaltı mağarasına bağlanıyordu.

İnsanlık ömrü -insan ömrü değil, tek bir insanın ömrü zaten bahis bile olmazdı, insan türünün yeryüzünde var olduğu süreydi söz konusu olan- karaların ve denizlerin ömrü yanında bir damla gibiydi. Dünya bilinen manada bir canlı olsaydı, bir göz açıp kapayışı bile insanlığın tarihinden uzun olacaktı.

Anadolu’nun yerinde milyon yıllar evvel bir deniz vardı. Araştırmacıların Tetis Denizi olarak adlandırdığı bu sularda mosazorlar yüzüyordu.

Mosazorlar, deniz yaşamına uyum sağlamış dev kertenkelelerdi. Çoğu dinozorla aynı devirde yaşamış olsalar da bilim insanları tarafından dinozor olarak sınıflandırılmıyorlardı. Hayatta kalma konusunda son derece başarılı olan bu cinsin fosillerinin Antarktika dâhil her kıtaya yayıldığı tespit edilmişti. Nesilleri tükenmeden son yirmi beş milyon yıl önce birçok farklı türe ayrılmışlardı.

Tetis Denizi’nde geniş bir mağara olan bir adacık vardı. Şiddetli bir deprem neticesinde eğimi değişen levha, adayı geri çıkmamak üzere denizin derinlerine gömdü. Mağaranın içiyse hâlâ hava doluydu. Aradan geçen yıllar boyunca oluşan depremler, fay hattı kırılmaları, yeryüzü yapısındaki değişiklikler mağaranın içine yağmur sularının girebileceği dolambaçlı bir yol açtı. İşte doğal kuyu böyle oluşmuştu.

Murtaza da bir mosazordu, dinozor değil. Deniz canlısıydı ama hava soluduğu için karada da yaşayabilmişti. Ataları, türdeşleri yeryüzünden kaybolurken mağaranın içindeki “iç deniz”e taşınmışlar ve böylece soylarını sürdürebilmişlerdi. Suphi, bir ters akıntı marifetiyle Murtaza’nın yumurtasının yerinden ayrılıp dolambaçtan geçerek tarlaya yakın bir noktaya kadar taşındığını düşünüyordu. Bu hususu netleştirmek için çok daha fazla araştırma yapması gerekecekti.

Beş yıl önce bir dostundan yüklü bir miktarda hibe aldı. Mağaranın varlığına verilerle ulaşmış olması yetmiyor, oraları bizzat gözleriyle görmek istiyordu. İnsanüstü çabalarla uygun bir denizaltı edinmeyi ve gerekli izinleri almayı başardı.

Yaz mevsimine rağmen soğuk bir sabah, masmavi sulara daldı. Suyun içine huzmeler halinde giren güneş ışığı azalır ve etraf kararırken profesörün yüreğindeki heyecan artıyordu. Denizaltı 15 knot dalış hızına ulaşırken profesörün hesaplarına uygun bir rotayla hareket etmeye başladı. Üç saatlik bir gezintinin ardından mağaranın asıl yeri tespit edildi. Suphi’nin tahmini çok küçük bir sapma hariç doğruydu. Mağara, tıpkı bir adada, suyun üzerinde olduğu devirler gibi oldukça geniş bir ağza sahipti. İçerisi milyon yıllık havayla, yaşlı Dünya’nın gençliğinden miras atmosferin küçük bir parçasıyla doluydu.

İçeriye ışık tuttu. Heyecandan nefesi kesildi. Burası Kretase devrinde oluşmuş olmalıydı. Bu da mağaradaki oksijen seviyesinin dışarıdaki dünyadan yarım kat fazla olduğu anlamına geliyordu. Suphi başını sudan çıkardı, derin çıplak bir nefes aldı. Başı dönünce dalış tüpünü tekrar taktı. Işık tutarak mağaranın içinde yüzmeye başladı. Ayak basabileceği bir zemin yoktu. Bir yandan da hayretler içerisinde mağaranın duvarlarına, tavanına bakıyordu.

Neden sonra fotoğraf çekmesi gerektiğini akıl etti. Denizaltına geri dönüp takımlarını getirdi. Mağara içinden hava örneği, toprak örneği aldı. Elindeki fenerin ışığı kuytu bir köşeye vurdu ve tanıdık nesneler gösterdi. Mosazor yumurtalarıydı.

Suphi’nin kolları gevşedi. Bakışları dalıp gitti. Bir iskelede terk ettiği çocukluğu buradaydı. Dayısı buradaydı, Fevzi buradaydı. Murtaza buradaydı.

Murtaza fiziksel olarak da burada olabilirdi. Suphi suya tekrar dalış yaparak fenerini denizin iç kısımlarına doğru tuttu. Hiçbir yetişkin mosazor görmeyince şaşırdı. Epeyce bir süre yalnız olduğunu sandı. Fakat çok geçmeden, milyonlarca yıl boyunca evrimi denizin altında devam eden bu hayvanların artık ışıktan kaçtığını anladı. Vücudunda hissettiği dalgalanmalarla, etrafında kaçışan mosazorları hissetti. Heyecanla titredi. Kamerasının gece görüş özelliğini açıp fenerini kapattı.

Ertesi gün Suphi, yatağında kamerayı kucağına almış, çektiği mosazor fotoğraflarına bakıyordu. Dün yaşadıkları, elinde kanıtı olmasa sanki bir rüya olup unutulup gidecekti. Balinayı andıran bu dev canlıların yanında ne kadar küçük kalıyordu! Acaba bu uzun kuyruklu mavimsi güzelliklerden hangisi Murtaza’ydı? Acaba evcilleşebilir miydi, kendisini tanır mıydı?

Kamerayı bırakıp yatağından doğruldu. Bilgisayarının başına geçip yüksek oksijen seviyesinin insan bedenine etkileri, doğada zor koşullarda hayatta kalma, yapay ışıkla topraksız tarımla ilgili konuları araştırmaya başladı.

Son günlerde pek soğuk, pek düşünceliydi. Bir kanaldan paleontoloji alanındaki son gelişmeler hakkında program teklifi gelince Suphi bir yol ayrımına düşmüş oldu. Günler ve geceler boyunca düşündü. Programdan yaklaşık yarım saat önce kararını verdi. Bu büyük gerçeği, dinozorların hâlâ yaşadığı o gizlenmiş âlemi halka açıklamayacaktı.

Keşfinin insanlık açısından pek faydası olmazdı, ne var ki o bakir alan açısından pek çok zararı olurdu. İnsanlar dinozorları avlar, öldürür, sergiler, deneylerde kullanır, hayvanat bahçesinde esaret içinde yaşatır ama barış içinde yaşamayı beceremezdi.

Kanal çalışanı bir kez daha kulise girip yayının başlamak üzere olduğunu haber verdi. Suphi, çalışanla birlikte beyaz ışıklarla güçlü bir şekilde aydınlatılmış stüdyoya doğru yürüdü.

Aynı kanalın ana haber bültenlerinde bir ay sonra şöyle bir haber yayınlandı:

“Profesör ortadan kayboldu! Geçtiğimiz günlerde paleontoloji alanında son gelişmeleri paylaşmak üzere kanalımıza konuk olan Prof. Dr. Suphi Sarı, bu sabah masasına bir not bırakarak okuldan ayrıldı ve bir daha kendisinden haber alınamadı. Notta tüm öğrencilerinden ve çalışma arkadaşlarından özür dileyen Sarı, mutlu olacağı bir yere gittiğini ve bir daha dönmeyeceğini belirtti.

Sarı’nın kısa bir süre önce LED ışıklar, jeneratör, tarım kiti ve inşaat malzemeleri satın aldığı tespit edildi. Ayrıca Sarı’nın kişisel denizaltısı da ortadan kayboldu. İntihar ya da cinayet şüphesi araştırılıyor. Not kâğıdı, el yazısının kime ait olduğu, yazı yazılırken profesörün bir tehdit altında olup olmadığı gibi soru işaretlerini çözmek için grafologlar tarafından incelenecek.”

Liste(leri) seçin:
Bu alan gereklidir.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir