Kuş cıvıltılarının eşlik ettiği, dökülen yapraklarla süslenmiş bahçe yolunda çiçek kokusunu ciğerlerine çekerek yürüyordu. Çiçekli beyaz elbisesinin pilileri her adımında hafifçe sallanıyordu. Fındık kabuğu rengi saçları iki örgüyle dağınık topuz yapılmıştı. Mavi beyaz göğün altında, şu anda var olmanın sevinciyle esrik, geçmişin ve geleceğin gölgesinden azadeydi. Güneşin ışığı üstüne vuruyor, sanki derisini geçip kalbini aydınlatıyordu.
Işıltılı tebessümüyle parktaki çiçeklerin arasına karışabilirdi. Onu bu halde gören, kederin kadehini hiç tatmamış sanırdı. Oysa insan dünyada olacak da meşakkat içinde olmayacak, mümkün mü? Dikensiz gül olur muydu? Kanatları şairleri âşık eden tavus kuşunun kulak tırmalayan bir sesi yok muydu? Olanca güzelliğine rağmen dikenli tel ve çirkin duvarlarla korunan gözün alamayacağı kadar geniş bahçede dizili taşlara kuş tüyü gibi babetleriyle dokunan genç kadın da özgürlüğünden yoksundu.
Engin çölün ortasına kurulmuş bu lüks tesiste bir tutsaktı. Bedeni ve dahi zihni bilim insanı olduğunu söyleyen bir grup insana kiralıktı. “Zera!” diye çağırırlardı onu. Neyse ki bir adı vardı ve bu, insanlığından kalan son hatıraydı.
Belgeler, 21 yaşında olduğunu söylüyordu ve Zera buraya geleli üçüncü baharını görmekteydi. Ne var ki geçmişine dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Tesise beyaz önlük içinde adım attığı lahzadan öncesi suyun üstündeki dalgalar gibi silinmişti. Her sabah koluna yaptıkları minik enjeksiyon; endişelerini, sorularını ve zihinsel kayıtlarını sıfırlardı. Buharlaşırdı bütün katılar ve ayakları bulutlara basardı.
Bir deneye gireceği söylendiğinden beri sabah enjeksiyonları kesilmiş, yerini düzenli jinekolog muayenesi almıştı. Bahçede boş bir huzurla yürürken “Zera!” diye seslendi uzaklardan, ultrason sorumlusu. “Kontrol saatin geldi.”
“Geliyorum.”
Art arda birkaç bardak su içip masaya uzanacaktı şimdi. Gün be gün şişen karnını açacak ve ultrason jelinin soğukluğunu teninde hissedecekti. Rahminde yüzen üç cenin siyah beyaz ekranda belirecekti.
Yaklaşık yedi aydır kontrol rutini sürüyordu. Jinekoloğun masasından kalktıktan sonra günün geri kalanını bir kır çiçeği gibi sessiz ve itirazsızca yaşıyordu. Ne jinekolog ona herhangi bir bilgi veriyor ne de gebe, bir soru soruyordu. Rahminde ne vardı bilmiyordu. Kimse de bilemezdi, Yaradan hariç. Yağmuru ne zaman dökeceğini de o biliyordu, yarın Zera’nın başına ne geleceğini ve onun nerede öleceğini de. Sadece bir tarla misali içine ektikleri meçhul tohumları büyütüyordu.
Lâkin o sabah, jinekolog onunla konuşmak istediğini söyledi.
“Doğuma az kaldı. Her şey yolunda giderse iki aya bebeklerini kucağına alacaksın ama sonuçta, sıradışı bir gebelik bu, erken doğum da olabilir. Neye hamile olduğunu biliyor musun?”
Hiçbir şeye itiraz etmemeye alışkın olmasına rağmen Zera, sorudaki tuhaflığı fark etti. “Neye mi?” dedi. “Bir bebeğe. Pardon, üç bebeğe.”
“Bebek ama nasıl bir bebek,”
Genç kadın sessiz kaldı. Doktor, sır verircesine eğilerek “Bugüne kadar deney hakkında bilgilendirilmedin,” dedi. “Fakat hazırlıklı olmalısın.”
“İnsanın Evrimi” adlı bir kitapçık verdi. “Yarına kadar okuyup bitirmeni istiyorum, özellikle altı çizili bölümleri.”
Zera sayfaları çevirdi. Homo habilis, homo erectus ve homo neanderthalensis başlıkları kırmızı kalemle işaretlenmişti. Hızlıca okudu.
“Bunlar,” dedi, “Artık yeryüzünde bulunmayan ilkel insan türleriymiş. Bizim türümüz ise homo sapiens adıyla geçiyor.”
Doktor, kadının çevik algılarına şaşırarak “Doğru,” dedi. “Soyları tükenmişti fakat çok geçmeden tekrar aramızda olacaklar. Sen, ilkel insan fetüsleri taşıyorsun Zera.”
Gebe, bu cümleyi anladı fakat ne düşüneceğini ve hissedeceğini bilemedi. Karşısındaki ise ayrıntı vermeye devam ediyordu. “Bebeklerden birisi homo habilis, birisi homo erectus ve bir tanesi de homo neanderthalensis ya da kısaca neandertal,” dedi. “DNA’larını inşa etmeyi başardık, canlı embriyolar oluşturduk ve şu an vücudunun içinde büyüyorlar.”
“Eee?” dedi denek. Yüzünden bir ifade okumak mümkün değildi.
Jinekolog, genç kadının bu heyecanı paylaşmamasına bozularak “Modern insan bebeklerinden biraz farklı görünecekler,” dedi. “İçgüdüsel olarak onları reddetmek isteyebilirsin ama deneyin başarılı olması için onlara annelik etmen gerekiyor. Bu yüzden kendini hazırlamalısın.”
“Neden?” dedi Zera. Buraya geldi geleli ilk sorgulayışıydı bu. “Eski türleri neden dünyaya döndürdünüz?”
“Sebepleri bize kalsın,” dedi doktor ve tutsağın cılız sorusunu tuz buz etti.
Aradan iki ay geçti. Doğum belirtileri jinekoloğun öngördüğü gibi bir aksilik olmadan, tam zamanında geldi. Hemşire, elini hastane yatağında sancı çekmekte olan Zera’nın omzuna koydu. “Korkuyor musun?”
Kadın bir süredir tutmakta olduğu nefesini verdi. “Biraz.”
El, omuzdan aşağı inip şişkin karın üzerine geldi. “Homo habilis ve homo erectus kafatası, modern insan kafatasından daha küçüktür. Doğumun kolay olacak.”
“Peki neandertal?” diye sordu Zera.
Hemşire bilgisini sergilemenin sevinciyle, “Fosil kanıtları gösterdi ki neandertal kadınlarının doğum kanalı, modern insanlarla aynıdır. Neandertal bebeklerinin baş ve vücut boyutlarının da modern insan bebekleriyle benzerdir,” dedi.
Anne adayı gözlerini kaçırarak “Sezaryen daha iyi olmaz mıydı?” diye sordu. Böyle bir terimi hatırladığına hayret etti. Zihninde, ara sıra kaçamak bilgiler ortaya çıkabiliyordu; ama o, bilgiyi tutup da kökünü çekemiyordu. Bu durum bir türlü hapşıramamak gibi rahatsız ediciydi.
“Tıbbi bir zorunluluk olmadan sezaryen yapmazlar, hem emin ol normal doğum daha iyi. Çok daha çabuk toparlanırsın.”
Tıbbi bir zorunluluk olmadan üç antik insan türü embriyosunun rahmine yerleştirildiğini düşündü Zera. Mahreminde, tarih ölü değildi artık. Yaşıyordu, büyümüştü ve doğacaktı. Ama neden? Kime, ne faydası vardı? Hemşire, onun acı ve ironi dolu gülümsemesini rahatlama işareti olarak algılamıştı.
O sırada yataktaki kadın, ani ve şiddetli bir sancıyla çığlık attı. Jinekolog sesi işitmesi ile hemen geldi, kadını muayene etti ve Zera’nın, yüksekten düşüyormuş gibi diyaframında bir boşluk hissetmesine neden olan o cümleyi söyledi.
“Doğum başlıyor.”
Yatan kadın, gözlerini kapattı. Kliniğin tavanındaki uzun floresan lambaların soğuk beyaz ışığı göz kapağından geçerek beyninin sınırlarını ihlal ediyordu. Hava yüzünü yalıyor, yattığı sedyenin tekerlekleri fayans üzerinde kayıp gidiyor ve sedye, bir fayanstan diğerine geçerken titriyordu.
Doğumhanenin kapısından girince atmosfer değişti, sanki hava burada bir parça daha ılıktı. Işıklar daha yoğundu ama daha sıcak bir beyaz tonundaydı ve rahatsız etmiyordu. Zera, sedyeden doğum masasına taşınırken gözlerini açtı. Yanı başında jinekolog ve ebe vardı. Ebe, birazdan anne olacak genç kadının bacaklarını çatala yerleştiriyordu.
“Derin nefes al,” dedi ebe. Kan ter içindeki kadını sakinleştirdikten sonra “Tıpkı tuvaletteymiş gibi ıkın,” dedi. “Göğsünden değil, karnından it.”
“Tamam,” dedi Zera ve ebenin komutunu bekledi.
Sonsuz gibi geçen birkaç dakika sonra sesi duydu.
“Şimdi!”
Gözlerini kapatıp yumruklarını sıktı ve bütün gücüyle bebeği itti.
Vücudu bir anlığına rahatladı. Doktorun ve ebenin sevinç ünlemleri ile ilk bebeğini başarıyla dünyaya getirdiğini anladı. Ne var ki bu rahatlık geçiciydi. Hâlâ rahim kasılmaları devam ediyordu.
“Sıra ikincide,” dedi ebe. “Hadi, Zera!”
Önce ciğerlerini dolduran bir solukla gücünü toplayan anne, ikinci kez karın kaslarını gerdi. On dakika sonra da üçüncü bebek geldi.
O ana dek üzerinden kamyonların geçtiği bir dağ yolu gibi hissediyordu Zera. Doğum sona erdiğinde ise kuş gibi hafiflemiş, canlanmıştı. Doğumhaneden, bir gün kalacağı klinik odasına geçince merak ve sevinçle gülümsedi. İçerisi açık mavi ve pembe renklerle süslenmişti. Tam karşısında hoş vakit geçirebilmesi için büyük bir televizyon vardı.
Hemşire, tekerlekli bir beşiğin içinde bebekleri getirdi. Birini, Zera’nın kucağına yerleştirdi.
Bebeğin gözleri kapalıydı, eliyle yoklayarak meme arıyordu. Sıradan bebeklerden hiçbir farkı yoktu. Taze anne gülümsedi.
“Bu, kız bebeğin,” dedi hemşire.
“Diğerleri erkek mi?” diye sordu Zera.
Başıyla onaylayan hemşire, ikinci bebeği de usulca annenin yanına yatırdı. Üçüncü bebeği getirdiğinde ise Zera neşesini kaybetti.
“Bu ne ya?” dedi agresif bir kahkahayla. “Şakayı bırakıp son bebeğimi getirir misiniz?”
“Bu senin bebeğin,” dedi hemşire. Yavru, kıllı kollarıyla hemşirenin önlüğünden tutuyordu. Bütün vücudu bir şempanze yavrusu gibi kıllarla kaplıydı. Zera midesini tuttu ve kusmamak için dudaklarını büzdü.
“Ama annesi, ne kadar sevimli…”
“Çekin şunu önümden!” diye bağırdı.
Jinekolog, odaya girip Zera’nın elinden tuttu. “Ama hayatım,” dedi, “Biz ne konuşmuştuk? Hani hazırlıklı olacaktın?”
Sonuncuyu gördüğü anda diğerlerine de yabancılaşmıştı yataktaki kadın. Memesini emen bebeği uzaklaştırdı. Bunun üzerine küçük canlı, yüksek sesle ağlamaya başladı. Jinekolog öfkesini hafifçe sıktığı dişlerine gizleyerek “Başka bir şansın yok,” dedi. “Bu bebekleri benimsemek zorundasın.”
Hemşire, Zera’nın omzuna elini koyarak “İsimleri ne olsun?” dedi.
“Bunlar insanmış gibi isim koymaya…” derken doktor, onun sözünü kesti. “Onlar insan Zera. Bilimsel olarak bu böyle. İsim koymak bu duruma adapte olmana yardım edecek.”
Üçüncü bebeği yaklaştırdı. “Bak, ne kadar sevimli. Sorun olan şey kıl mı?”
“Kıl hepimizde var,” dedi hemşire.
Zera tam itiraz edecek iken jinekolog, son bebeği de annenin yanına yatırdı ve “Üç isim söyle,” dedi. “Şimdi.”
Hemşire de bebek bilgi formunu almış, annenin ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu.
Zera, televizyonda devinen insan görüntülerine baktı. Üç karakter vardı sahnede. Biri lacivert bir bluz giymişti; birinin beyaz gömlek üstü bordo kravatı vardı, birinde de bisiklet yakalı yeşil tişört…
“Lacivert, bordo, yeşil,” sözcükleri çıktı ağzından.
“Emin misin?” dedi doktor.
“Evet,” dedi kurtulmak için başını çevirerek. Bu sırada hemşire de formdaki listeye not alıyordu.
“Lacivert: homo erectus, erkek. Bordo: homo habilis, erkek. Yeşil: homo neanderthalensis, dişi.”
Jinekolog diz çöküp yüzünü Zera’nın yüzüne yaklaştırdı. “Sen emzirmezsen açlıktan ölecekler,” dedi. Oysaki bu doğru değildi. Annenin reddetme ya da sütünün kesilme ihtimaline karşılık yenidoğan mamaları hazırdı. Yeşil’in ağlamasına daha fazla dayanamayan Zera, onu tekrar kucağına yapıştırdı. Hemşire de küçük bir ayarlama ile Bordo’ya annenin diğer memesini verdi.
“İşte böyle,” dedi şefkatli bir sesle, doktor.
Anne iç çekti. İçindeki yabancılık, sıcak süt kokusuyla birlikte suların kuruması gibi uçup gitmeye başlamıştı.
“Üç bebeğe nasıl yetişeceğim?”
“Mama ile destek oluruz; ama emzirmen şart. Sırayla sütünü verirsin.”
Yeşil doyduktan sonra sıra Lacivert’e geldi. Bir saat sonra üç bebek de uyuyordu, Zera ise onlara bakıp çelişkili iç seslerini yenmeye çalışıyor ve olup bitenlerin gerçekliğini sorguluyordu.
O günden sonra bahçede güneş ışığının taze biçilmiş çim kokularını soluyarak yürürken aklının bir köşesinde hep bir sorgulama vardı. “Ben kimim? Buraya niçin geldim?”
İçinden bir ses “bunlar senin çocukların” derken, bir diğeri “bu yaratıklar senin değil” diye bağırıyordu. Diğer yandan hafızası ne idüğü belirsiz anılarla kaynıyordu çünkü hamile kaldığından beri sabahları koluna yapılan ve kafasını bir hoş eden iğne kesilmişti.
Başlangıçta bütün çocuklara mesafeliydi, sırf doktorlar onu uyarmasın diye bakım veriyor ve sadece onlar kontrol ederken ilgi gösteriyordu. Yıllar, günler gibi geçerken; zihnindeki “normal insan” imajına biraz daha benzedikleri için Yeşil ve Lacivert’e alıştı, en azından onları “insan” olarak kabul edebilmişti. Bordo’yu ise yabani gibi görmekten bir türlü kurtulamıyor ve ona mesafeli duruyordu.
Yeşil ve Lacivert, her ne kadar dikkatli bakıldığında çıkıntılı çeneleri ve dar alınları seçilebiliyor idiyse de normal bir Avrupalı ve Afrikalı çocuktan farksızdı. Yeşil’in tıpkı adı gibi yeşil gözleri, kumral saçları ve beyaz teni vardı. Lacivert ise bir siyahiydi. Üstelik dil ve zekâ gelişimleri de bir homo sapiens çocuğu gibiydi.
Bordo ise avuç içi, ayak tabanları ve yüzü hariç vücudunu kaplayan kıllarla kardeşlerinden daha farklıydı. İki ayak üzerinde yürüyordu; çocuksu kahkahalar atıp bahçede neşeyle koşturuyor, kardeşlerinin oyununa katılıyordu; zekâ oyuncaklarıyla oynarken kırmızı küple sarı üçgeni kutunun doğru deliklerinden atmayı beceriyor fakat dört yaşına geldiği halde hâlâ konuşamıyordu. Karmaşık komutları anlamakta zorlanıyordu.
Zera, bu durumdan endişelerini sıkça dile getirmeye başlayınca doktorlar Bordo’ya konuşma terapisi vermeye başladı. Nörolog, çocuğun beynini inceleyerek, beyin yapısının fosillerden edindikleri bulgularla uyumlu olduğunu söyledi. Homo habilislerin beynindeki Broca alanı modern insandan küçüktü, ayrıca gırtlağı da yüksek bir konumdaydı ve bu da çıkarabileceği sesleri sınırlıyordu.
Nörolog onun hiç konuşamayacağını öngörmüştü fakat Bordo terapiden sonra ilk kelimelerini söyledi.
Basit cümleler kuruyordu. Kelimeleri yalın halde sıralıyor, neredeyse hiç ek kullanmıyordu. Telaffuzu, dikkatlice dinledikçe anlaşılmayacak kadar kötüydü. Fakat bazen, derin bir anlam sığ bir sözün ardına saklanırdı.
Bir keresinde Yeşil ve Lacivert, bir oyuncak yüzünden kavga etti. Saçların yolunduğu, yüzlerin çizildiği bu kavgada bildikleri en ağır hakaretler de havada uçuşuyordu.
“Salak, bu ayıcık benim, anladın mı!”
“Sensin o! Hem salaksın hem malak! Ver ayıcığı bana, önce ben buldum.”
Bordo ise araya girip darbelerden nasibini alıyor ve kardeşlerini sakinleştirmeye çalışıyordu. “Ayı hep! Oyna biz! Kötü söz neden dil!”
Çocukları ayırmaya gelen eğitmenlerin anlam veremediği bu kelimeleri Lacivert tercüme etmişti.
“Ayı hepimizin. Birlikte oynayalım. Madem kötü söz söyleyeceksiniz, neden konuşma yeteneğiniz var?’ diyor.” demişti yüzünü yıkarken. “Kendi konuşamıyor ya.”
Bordo, diğer iki çocuğa göre daha uysal ve neşeliydi. Bahçede ağaçlara tırmanıyor, gökyüzünü izliyor, kendi kendine vakit geçirmekten hoşlanıyordu. Testler, duygusal ve bilişsel zekâsının normal olduğunu gösteriyordu, dil hariç. Zaman içerisinde Bordo, laboratuvardaki tüm doktorların gözdesi oldu.
Zera emzirme dönemi biter bitmez tekrar ilaç kullanmaya başlamıştı. Fakat bu kez, ilaç onun merakını bastıramıyordu. Niçin buradaydı? Tüm bu deneylerin, ölü genleri vücuda getirmenin amacı neydi?
Bir gün onunla yıllardır ilgilenen jinekoloğa, diğer insan türlerini, mesela Denisovalıları neden canlandırmadıklarını sordu.
“Deniyorlar,” dedi doktor. “Sağlıklı bir embriyo oluşturamıyorlar. Ya eksik gelişiyor ya da ölüyor. Deneyin ilk ve tek başarılı sonucu, bizim üçüzler. Onlar bir mucize Zera. Özellikle Bordo.”
“Neden?” diye sordu anne.
“Homo habilis çok daha eski bir tür, soyu 1,65 milyon yıl önce tükendi. DNA ise 500 yılda bozunmaya başlar ve en iyi şartlarda 1,5 milyon yılda tamamen yok olur. Fosillerden yola çıkıp geriye doğru yapısal analizlerle genetik haritasını çıkardık ve DNA’sını tam anlamıyla sıfırdan inşa ettik.”
Diğer iki çocuğun türünden ise çok daha yakın zamana tarihlendirilen fosiller vardı, bu yüzden bazı DNA bağlarına erişebiliyorlardı.
“İnşa ettik, derken?”
Doktor, ellerini birleştirdi. “Fosillerden aldığımız çok küçük parçalardan, makine öğrenimiyle geriye doğru evrimsel bir dizilim oluşturduk. Eksik yerleri, yakın türlerin genetik haritalarına bakarak doldurduk. Sonra bu diziyi laboratuvarda sentezledik.”
Yıllar geçip giderken mevsimler dönüp duruyordu, günler ise hep aynıydı. Çam ağaçları her daim yeşil kalıyor, çimler uzadıkça biçiliyordu. Doktorlar ve Zera yaşlanıyor, çocuklar ise büyüyordu.
Yeşil, bedensel olarak çok gelişmişti. 12 yaşındayken, okul kitaplarında gördüğü liseli genç kızlara benziyordu. 19 yaşına vardığında ise boyu 1,70’e gelmişti. Güçlü, kaslı bir vücudu; geniş kalçaları ve omuzları vardı.
Lacivert ise kısa ve tıknazdı, minyon yapılı bir sapiens erkeği gibi, 1,65 boya ve 65 kiloya ulaşmıştı. Bordo ise bir sapiens çocuğu cüssesindeydi: 135 cm boyunda 35 kilogram.
Kardeşler birbirine bağlıydı. Kitaplardan okudukları dış dünyayı merak ediyor, bir gün o uzak şehirleri görebilecekler mi diye tartışıyorlardı. Hatta, eğitmenlerini tur ayarlasın diye ikna etmeye bile çalışmışlardı. Fakat ne kadar uzağa gitmeyi düşünürlerse düşünsünler dönebilecekleri bir yer vardı, çölün ortasındaki yemyeşil laboratuvar, evleri.
Ta ki hayatın gidişatı yön değiştirene kadar.
Jinekoloğun bir zamanlar övünçle Zera’ya anlattığı teknik yöntem, aradan geçen yirmi yılda başka hiçbir başarılı sonuç vermedi. Ayda bazen on embriyo sentezliyorlardı, bunlardan sadece ikisi yaşıyor da fakat bir süre sonra bir organın olmadığı anlaşılıyordu. Bazen mide eksik oluyordu, bazen beyin. Aradan geçen 20 yılda 1500’ü aşkın deneme yapmışlardı. Her biri bolca masraf ve emek demekti. Nihayet maddi kaynakların suyu çekildi ve proje sona erdi.
Laboratuvar kapatılıyordu. İnsan genleri üzerinde oynayarak yapılan böylesi bir deney yasa dışı olduğu için tüm delillerin yok edilmesi gerekiyordu. Tesisin başkanı Zera’yı çağırdı, eline bir dosya tutuşturdu.
“Senin gerçek adın Hannah, soyadın ve bilgilerin burada. Ailen şu kişiler. Buraya 200 km uzaklıkta bir şehirde yaşıyordun.”
“Şaka mı bu?” dedi artık kırkına yaklaşmış, saçları beyazlamaya başlamış olan kadın. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Ailesi olduğu söylenen kişilerin fotoğrafına baktığında bir şey hissetmiyordu.
“Buradan bir arazi aracıyla ayrılacağız,” dedi başkan. “Giderken seni bırakabiliriz, yoksa çölden yürüyerek geçmen mümkün değil. Tek şartımız var. Burada yaşadığın hiçbir şeyi anlatmayacaksın, hele çocuklardan asla bahsetmeyeceksin.”
Zera’nın, daha doğrusu Hannah’nın asıl sorusu, boğazındaki yumrudaydı: Neden? 18 yaşında ailesinden ve geçmişinden koparılıp esir edilmeyi hak edecek ne yapmıştı?
Başkan, kadının neden sonra dile getirebildiği bu sorunun karşısında yüzündeki tek bir kası bile hareket ettirmedi. Havadan sudan konuşurcasına “Sağlıklı bir deneğe ihtiyacımız vardı ve sen denk geldin,” dedi. “Bazen hayat tesadüflerden ibarettir. Hazırlan. Yarım saate çıkıyoruz.”
Kadın, ceketini alıp odanın çıkışına yönelen başkanın koluna tutundu.
“Çocuklar ne yapacak?”
“Onlar bizimle gelemez.”
“Ama burada elektrik ve su olmayacak.”
“Hiç var olmamaları gerekiyordu,” dedi başkan, yüzünde en ufak bir mimik değişimi olmaksızın. “Çıkarken tesisi kilitleyeceğiz. Kaynaklar bitene kadar yaşayabilirler.”
Zera ya da Hannah, cevap vermedi fakat endişeli bir ifade takındı. Başkan ise “Bu benim önerim,” dedi. “Yardımcılarıma kalsaydı, işlerini bir tabanca ile garantiye alırlardı.”
Kadın, hazırlanmak için odasına giderken yolda Bordo ile karşılaştı.
“Anne?” dedi habilis. “Işık yok. Neden?”
Zera, bir balon patlatılmışçasına hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Ne ol?” dedi çocuk, şaşkınlıkla ve sarılmak için yaklaştı.
Kadın irkildi. “Uzak dur benden, maymun! Senin gibi ucube bir maymunu rahmime zorla yerleştirdiler. Hayatımı çaldılar. Şimdi de hiçbir şey olmamış gibi ‘İşimiz bitti,’ diyorlar. Mendil gibi fırlatıp atıyorlar beni.”
“Ama anne…”
“Sakın anne deme bana.” dedi kadın. “Ben senin annem değilim. Sen de kardeşlerin de hiç var olmamalıydınız. Burada tek başınıza…” Nefesi kesildi. “Sizi içeriye kilitliyorlar.”
Yüksek sesle hıçkırarak odasına girip kapıyı kapattı.
Omuzları düşmüş bir şekilde ortak salona giren çocuk, kapıda Lacivert’i gördü. O, her şeyi duymuştu. Ortada bir masa, üzerinde de insan türlerini anlatan bir broşür vardı.
Bordo, onu tutup kaldırarak “Ben maymun?” dedi. “Keşke ben maymun! Düşün yok. Oyna, zıpla.”
Gözleri dolu doluydu, dudakları titriyordu. “Ama ben insan, ben acı. Anne yok sev ben. Ben acı.”
“Oğlum, olur mu öyle şey?” dedi Lacivert. “Annem seni seviyor. Kafası bozulmuştur bir şeye.”
Bordo broşürü yere fırlatıp bağırmaya başladı. “Anne ben sev yok! Çünkü ben maymun.” Baş parmağını kendisine doğrulttu. “Çirkin. Aptal.”
Kendi yanağına tokat atmaya başladığında Lacivert, Bordo’nun elini tuttu. “Yeter!” dedi ve sımsıkı sarıldı.
Ardından omuzlarından tutup gözlerinin içine baktı. “Şunu kafana sok,” dedi. “Sen muhteşem bir insansın. Çok yakışıklısın.”
“Yalancı,” dedi Bordo.
“Kendini, kendisini dünyanın merkezi sanan sapienslerle kıyaslamayacaksın,” dedi Laci. “Sağlıklısın, güçlüsün. Yüz hatların da düzgün. Kendi türünün standartlarına göre basbayağı yakışıklısın oğlum sen. Tek suçun 2 milyon yıl önce doğmamak. Evet, annemden farklısın. Ben de farklıyım, Yeşil de. Ne yapalım? Aynı mı olsun tüm dünya?”
“Olma,” dedi hiddeti dinen genç.
“Olmasın tabii,” dedi kardeşi. Sırtına hafifçe vurdu. “Yüzünü yıkayıp kendine gel.”
Bordo birkaç saniye düşündükten sonra “Ben anla,” dedi. “Tamam. Konuş yok. Ama anla.”
“Biliyorum.” Lacivert yutkundu. “Zeki olduğunu, birçok şeyi -en çok da sevgiyi- anladığını, hisseden bir kalbin olduğunu biliyorum. Dil konusunda zayıfsın. Gırtlağın farklı. Karmaşık cümleleri çözemiyorsun. Olsun. Herkesin yapamadığı bir şey vardır.”
Kardeşi cevap vermedi. Çeşmeye doğru giderken Lacivert son kez onu durdurdu.
“Bordo,” dedi. “Kendini sev. Ben seni seviyorum.”
“Ben de seni,” dedi habilis, burnunu çekerek.
Yeşil, kendi odasından çıkıp ortak salona girdi. Kalbi hızla çarpıyordu. “Çocuklar,” dedi. “Bizim buradan derhal kaçmamız gerekiyor.”
“Ne oldu?” dedi Lacivert.
“Duymadınız mı? Annem ağlıyor. Projeyi bitirmişler. Tesisi kapatıyorlar. Bizi de içeride kilitli bırakıp aç susuz ölüme terk edeceklermiş.”
“Hayır ya,” dedi erectus. “Olur mu öyle şey? Bizi ne kadar özenle büyüttüler, farkında değil misin? Bir yanlış anlaşılma var. Annemin morali bozuk, Bordo’yu durduk yere haşladı.”
“Çıkıp bir etrafa bakar mısın Laci?” dedi Yeşil, elini beline koyarak. “Baylar. Yaşamak istemiyor musunuz? Vaktimiz yok, hadi. Dolaptaki şişe suları alın, arkadaki mal kabul kapısından çıkalım.”
Bahçede koştururlarken Lacivert hâlâ itiraz ediyordu.
“Bizi kameradan görecekler.”
“Yakalamasınlar, yeter.”
“Çölde ne yapacağız?”
“Hmm, bir düşüneyim, şehre yürümek olabilir.” dedi kız. “Asıl içeride ne yapacaksın?”
“Şehir çok uzak ve biz varana kadar ölürüz.”
“En azından kurtulmayı dener, öyle ölürüz,” diye bağırdı kız nefes nefese, koşarken son kapasitesine kadar kullandığı geniş ciğerleriyle.
Arka kapının açıklığı, cennet kapısı gibi önlerindeydi. Halbuki cehennem gibi yakıcı çöle doğru koşuyor ve arkalarında çiçeklerle dolu yemyeşil bir bahçe bırakıyorlardı. Kulübesinde pinekleyen özel güvenlik görevlisi, “Hey!” diye bağırınca bu, çocuklara kamçı etkisi yaptı. Eşiği geçtiklerinde görevli, tesisin başkanına telefon açıp kaçtıklarını haber verdi ve “Ateş açacak mıyım?” diye sordu.
Başkan, “Geliyorum!” dedi. Arazi aracına binmiş, eşyalarını toplamış ve tesisi kapatmaya hazırlanmıştı. Arka koltukta Zera oturuyordu. Mal kabul kapısına yaklaştıklarında güvenlik görevlisi elini kaldırdı. Bunun üzerine başkan, camı açtı.
Görevli, görev aşkıyla “İki dakika şunları takip edip işlerini bitirelim,” diye bağırdı.
Zera korkuyla inledi. Başkan, dikiz aynasından annenin korku ve acı dolu gözlerine baktıktan sonra tereddütle “Hayır,” dedi.
“Ama… deney yasa dışı değil mi? Kanıtları ortadan kaldırmamız gerekmiyor mu?” diyecek oldu görevli.
“Sus,” dedi araçta oturan adam. Kadının dava açma hakkı olduğunu bilmesini istemiyordu. Güvenliğin kulağına doğru eğilip “Çölde hayatta kalamazlar,” dedi. “Arkada anneleri var, dikkatli ol.”
“Anlıyorum,” diye homurdandı güvenlik görevlisi ve geri çekildi.
Geriye çekilip elini kaldırdı. “İyi yolculuklar.”
Arazi aracı, sağır edici bir gürültü çıkararak çöle girdi ve geçtiği yeri altın sarısı bir toz bulutuna boğarak uzaklaştı.
Saatler, kum saatinden kayarcasına geçti. Üç kardeş, yorgunluktan ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Güneş batmak üzere ufka yaklaşmıştı fakat sıcak hâlâ çok güçlüydü ve etrafta gölgelenecek bir ağaç dalı bile yoktu.
Ara sıra rüzgâr esiyordu ama çölün üzerinden akarak gelen hava, rahatlatıcı bir serinlik vermek yerine sıcağı daha da çekilmez hâle getiriyordu. Ani bir rüzgârın ardından Bordo elleriyle yüzünü kapayıp yere çömeldi. Gözlerine elleriyle sımsıkı bastırıyor, bir yandan da inildiyordu.
“Bordo!” dedi Yeşil. “N’oldu?”
Kardeşine, ellerini yüzünden çekmesini söyledi. Böylece gözlerine ne olduğunu görebilirdi.
“Kum mu kaçtı?” dedi.
Habilis, başını salladı. Yeşil, su şişelerinden birini, kardeşinin kızarmış gözlerini yıkamak için açtı.
“Hâlâ gözün acıyor mu?” dedi yıkamayı bitirince. Kaşlarını kaldırınca alnı kırışmıştı. “İyi mi şu an?”
“İyi,” dedi Bordo.
Lacivert gözlerini incecik bir çizgi haline gelene dek kıstı. Kumlara karışan damlalara esefle bakıyordu. Gözlerine kum kaçtığında harcayacak kadar bol suları yoktu. Bir çözüm düşündü ve beyaz kısa kollu tişörtünün kollarını çıkarıp ters çevirerek maske yaptı. “Haydi, siz de!” dedi.
Bordo da aynısını yapınca kıllı göğsü ortaya çıktı. Yeşil memnuniyetsiz bir yüzle tişörtünü çıkarıp sütyenle kaldı ve yüzünü diğerleri gibi kapattı.
Laci, “Başka ne yapabilirdik?” dercesine omuz silktikten sonra elini güneşe siper edip dört yöne dönerek ufuk çizgisine baktı. Nereye gideceklerdi? Nerede su ve yiyecek vardı? O kadar çok şeye ihtiyaçları vardı ki, su, ekmek, gölgelik… Hepsinden önce de bir hedef… Kitaplarda okudukları o şehir, neredeydi?
Akşam, yavaş yavaş indi çölün üzerine. Güneş, nöbetini yıldızlara devretti. Hava hızlı bir şekilde soğuyup tenlerini tir tir titretse de rüzgâr da arttığı için maskeyi çıkarmaları mümkün değildi. Yapabildikleri, diz çökerek bedenlerini olabildiğince küçültüp kollarını dolamaktı. Biraz uyumaya çalışıp sabaha karşı yola devam edeceklerdi. Daha doğrusu, rastgele bir yöne gidip bir vaha ummaya…
Bir fotoğrafçı, çöl gecelerinde avlanan, ince yapılı tilkileri çekmek için yoldaydı. Geceleri çölde dolaşıp vahşi hayatın karanlığa gizlenmiş büyüsünü aramak, onun için sıradandı. Ayrıntıları seçmeye alışık olan gözlerini kıstığında tilki yerine; kumlara oturmuş, birbirine sokulan üç insan gördü. Şaşırdı. Bu saatte safarici olmazdı. Açıktı ki kaybolmuşlardı.
Aracı onlara doğru sürdü. Korkuyla kaçıştıklarında kapıyı açıp “Hey!” dedi.
Lacivert arkasını döndü. Yeşil ve Bordo ise el ele, uçsuz bucaksız kum denizinde açılıyorlardı.
“Buraya gelin,” dedi fotoğrafçı. “Size zarar vermeyeceğim.”
Laci, diğerlerine bakıp gür bir sesle “Hey!” deyip ardından arabaya yaklaştı.
Fotoğrafçı, ismini ve niye burada olduğunu söyledi. “Kaybolduğunuzu düşünmüştüm ama galiba sizi korkuttum. Gitmek istediğiniz bir yer varsa, bırakabilirim.”
“Öyle mi? Şehre gitmek istiyoruz.”
“Hangisine?”
Genç, bir müddet sustuktan sonra tereddütle “Fark etmez,” dedi. “En yakın şehre… Hangisi olursa.”
Çöle döndü. “Yeşil! Bordo! Buraya gelin.”
“Adlarınız bu mu?” dedi fotoğrafçı, şaşırarak.
“Evet, benim adım da Lacivert.” Gülümsemek zordu ama yine de denedi.
“Atlayın!” dedi.
Üç kardeş arkaya bindi. Fotoğrafçı, yüzleri kumaşın ardında olan misafirleri aynadan inceledi. Bordo’nun boyu kısa olduğu için onu çocuk sandı.
“Kaç yaşındasın delikanlı?”
Habilis, önce kardeşlerinin yüzüne baktı, sorunun direkt ona sorulduğunu anlayınca boğazını temizledi. Dilini, doğru çalışacağından emin olmak için ağzının içinde gezdirdi ve sonunda “Yirmi bir,” dedi. Gururla gülümseyip rahat bir nefes aldı.
“Ya,” dedi arabayı süren. “Eğer özel değilse, nasıl geldiniz buraya? Merak ettim.”
“Şey,” dedi Yeşil. Omuzlarını kaldırdı. “Hiç,” dedi önemsiz bir durumdan bahseder gibi. “Kardeşlerimle gezmeye çıkmıştık. Hepsi bu.”
Fotoğrafçı, bu cevaptan tatmin olmadı fakat biraz önce anne-baba-çocuk sandığı kardeşlerin kendilerinden fazla bahsetmek istemediğini anladı. Saygı duymaktan başka ne yapabilirdi ki?
Sonraki birkaç saat boyunca sadece temel ihtiyaçlarını sordu. Su ile bisküvi ikram etti. Vücutlarının gevşemesini, başlarının düşüp gözlerinin kapanmasını izledi. Direksiyon başında uyumamak için bol kafeinli enerji içeceğini kafasına dikti ve daha hızlı sürdü.
Sabaha karşı ufukta ilk ışıklar göründü. Araç, dış mahallelerden şehre girip merkeze yakın bir parkın yanında durduğunda gökyüzü yaklaşan şafağın mor rengine bürünmüştü.
Fotoğrafçı kanında gezinen uyandırıcı moleküllere rağmen esneyerek “Çocuklar!” dedi. Ses gelmeyince daha yüksek sesle, “Mavi! Kırmızı!”
Bordo hafifçe kıkırdadı. Lacivert, dudaklarının arasından “Daha koyu ton,” dedi.
“Ha,” diye güldü sürücü. “Lacivert miydi?”
Adı söylenen genç, gözlerini yarı yarıya açtı. Doğrularak toparlanmaya çalıştı. Sesi, normalden daha kalın ve çatallı çıkıyordu. “Geldik mi?”
O sırada diğer kardeşler de uyanmıştı.
“Geldik,” dedi adam. “Siz burada inin. Benim yolum uzun. Ben ta komşu şehre gideceğim. Paranız var mı?”
Cevabı beklemeden bozukluk uzattı. “Fırından simit alın, yiyin.”
“Gerek yok,” diyecek oldu Yeşil. Fotoğrafçı ise torpido gözünden kartvizitini çıkarıp uzattı. “Bir şeye ihtiyacınız olursa beni arayın, buradaysam elimden geleni yaparım.”
Çocuklara sempati duymuştu. Yüzlerini görmese bile temiz kalpli olduklarını duyumsamış fakat anlam veremediği bir gariplik de sezmişti. Çölün ortasında birden buluvermesinden dolayı mıydı, yoksa isimlerinden mi?
“Tanıştığıma memnun oldum renkler.”
Arkadakiler bu hitaba gülümsedi. Yaptığı her şey için teşekkür edip arabadan indiler.
“Haydi, görüşürüz!” diyen adam uzaklaştı. Şimdi, bir yerleşim yeri olarak sadece tesisi görmüş olan üç kardeş, koca şehir ile baş başaydı.
Önlerinde yemyeşil bir park vardı. Tesisteki çiçek dolu bahçeden daha az renkli ama çok daha genişti. Arkalarındaki geniş asfalt yol vardı, sabahın erken bir saati olduğu için tenhaydı. Yolun karşı tarafındaki binalar onları ezecek kadar büyüktü. Aralıklı olarak dikilmiş dev direklerin ucunda ışıldaklar vardı. Apartmanlar ve sokak lambalarından kaçarcasına, geri geri yürüyüp parka girdiler. Çimlere bastı ayakkabıları.
Sükuneti yırtan gür bir havlama sesiyle sıçradılar. Dönerken birbirlerine çarptılar, neredeyse yere düşüyorlardı. Dört beş tane sokak köpeği uykusunu bölmüş, tehdit olarak algıladıkları yabancılara karşı saldırı hazırlığına geçmişti. Ne yapacaklarını hiç bilmiyorlardı, okudukları kitapta böyle bir şey yoktu.
Yeşil, kendisi de korkmasına rağmen fiziksel olarak güçlü olduğu için sorumluluk alma ihtiyacı duymuştu, kardeşlerini arkasına sakladı. En öndeki köpeğin üstüne yürüyüp havaya bir tekme salladı. “Defol!”
Yabancının kararlı tavrını hisseden sürü lideri köpek, kuyruğunu bacakları arasına kıstırıp ince bir ses çıkararak uzaklaştı.
Korkmanın verdiği yorgunlukla bir banka çöktüler. Yeşil, kardeşine bakıp gülümseyerek “Artık tişörtümü giyebilirim, değil mi?”
“Ah, tabii, ben unutmuştum,” dedi Laci ve tişörtünü kafasından çıkardı. Artık yüzleri açık, üstleri de giyinikti. Arkaya yaslanıp zaman sonsuzmuşçasına boşluğa baktılar. Bu sırada güneş doğuyor, hava aydınlanıyor ve tek tük de olsa insanlar geçmeye başlıyordu.
“Ne yapacağız?” dedi Lacivert, sesinde hem can sıkıntısı hem de arayış vardı. “Aç mısınız?”
Bordo cıkladı. Yeşil de “Hayır,” dedi. Arabada yedikleri bisküvi, şekerli olduğundan dolayı hâlâ tokmuş gibi hissettiriyordu. Asıl diledikleri şey, geniş ve yumuşacık bir yataktı. Öyle yorgunlardı ki günlerce uyuyabilirlerdi.
“Ben yine de simit alayım,” dedi soruyu soran. Paraları alıp ayağa kalktı.
O sırada sırt çantalı, okul formalı, kızlı erkekli bir grup gördü. Yaklaşıp “Afedersiniz,” dedi. “Fırın ne tarafta acaba?”
Bazıları yadırgayıcı bakışlarla Laci’yi baştan aşağı süzerken, bir kız gülümseyerek parmağını uzattı. “Caddenin sonunda, sağ tarafta.”
“Teşekkür ederim.”
O uzaklaştıktan sonra öğrenciler aralarında konuşmaya başladı.
“Oğlum, adamın tipi çok tuhaf değil miydi? Mağara adamı gibi.”
“Hişt, ayıp,” dedi yol tarif eden. “Çok da kibar konuştu.”
“Çok çirkindi,” dedi başka bir kız. Muhatabı memnuniyetsizce gözlerini kaçırırken o konuşmaya devam ediyordu.
“Alnı kısa, burnu geniş. Ağız kısmı çıkık. Buralardan değil, belli. Dilimizi nereden öğrenmiş acaba?”
“Ana dil gibi,” dedi bir diğeri.
“Ya, saçmalamayın. İnsan işte. Hadi, gidelim. Okula geç kalıyoruz.”
Lacivert, mis gibi kokan simitlerle banka geri döndü. Bordo, gözleri parlayarak “Vay!” dedi ve birini kapıp yemeye başladı.
“Hani aç değildin?” dedi simit alan, sırıtarak.
“İyi ki aldın,” dedi kız. O da büyük bir iştahla simidi koklamış ve yemeye başlamıştı. “Açmışız. Yalnız, bu ne lezzetli bir şey böyle? Tesiste böylesi yoktu, değil mi?”
“Yok,” dedi Bordo.
“Şehirdeki her şey bu kadar leziz midir acaba?”
Tok iken öylece durmak dahi keyifliydi. Çimlerde uzanıp gökyüzünü izlediler. Beraberce parkı turladılar. Güneş iyice yükselirken bir cesaret -yolu kaybedip çöle geri dönmekten korksalar bile- parktan çıkıp şehrin ana meydanlarını gezmeye karar verdiler.
Sanki birisi içlerinden birini tutup götürecekmiş gibi kol kola girdiler. Cıvıl cıvıl dükkânları, her renkten kıyafet giyip poz vermiş cansız mankenlerin yerleştiği vitrinlerı, akıp giden kalabalığı seyrederek yürümeye koyuldular. Meydana araç girmiyordu ama ara sokaklardan motor sesi geliyordu. Bir müzisyen köşe başında akordiyon çalıyor, ters çevirdiği şapkasında birkaç bozuk para ışıldıyordu.
Alan sona erdi, cadde başladı. Sağ yanda arabalar vızır vızır geçiyordu. Solda ise birkaç kişinin kahvaltı yaptığı ama masalarının çoğu boş olan kafeler vardı. Caddenin bitiminde ise açık mavi renkte bir bina çıktı karşılarına. Büyük bir bahçesi vardı, etrafı çitlerle çevriliydi. Bahçenin yeşillik yerine asfalt ile döşeli olması hariç tesise benziyordu.
“Burası okulmuş,” dedi tabelayı okuyan Yeşil.
Duvara dayanıp içeriyi izlemeye başladılar. İlkin bahçe boştu, derken polifonik bir müzik çaldı ve bahçeye bir örnek giyinmiş öğrenciler doluştu. Sesleriyle ortalık şenlenirken, kardeşler de heyecandan çitlere adeta yapışmıştı.
Bahçeyle sokağı ayıran geniş sürgülü kapı açıldı. Öğrencilerden kimisi cüzdanını kontrol ediyor, kimi de arkadaşı ile öğle arasını nerede geçireceklerini tartışıyordu. Bir kız, yanında iki arkadaşıyla dışarı çıkıp kardeşlerin tarafına baktı.
“Bu o, değil mi?”
“Kim?”
“Sabah anlattım ya, bize fırını soran mağara adamı. Ya, bunlar aileymiş.”
Kahkaha attılar. Kız, lacivert’e çirkin diyen öğrenciden başkası değildi. Yanındakiler de sınıf arkadaşlarıydı. Birisi Bordo’yu işaret edip “Şuna bak,” dedi. “Türü ne bunun?”
Kahkahaları kabalaştı. Kardeşler, henüz onları işitemeyecek kadar uzaktı.
“Soralım,” dedi kız.
Kasıntılı bir tavırla yaklaşıp “Selam,” dedi. Bordo’yu işaret ederek “Arkadaşım merak etti de, şempanzenizin adı ne acaba?”
Öyle bir gülme krizine girdiler ki dizlerini dövüyorlardı.
Bordo’nun hevesli yüzü aniden düştü. Yeşil, bir refleksle kardeşini arkasına alırken Lacivert ağzını açtı fakat kelimeler bir türlü gelmiyordu.
Uzun boylu bir erkek olan öğrenci, “Goril de olabilir,” dedi.
Bordo öne çıkarak, gözleri dolu dolu, kendi göğsüne vurdu. “Ben insan. Siz kötü!” dedi.
“King Kong lan bu,” dedi diğer liseli. “Ama ekonomik boy.”
“Oha, konuşuyor. Ateş de yakabiliyor mu?”
Kız öğrenci, korkmuş gibi yaparak “Ay gidelim, yoksa kuyruğunu boğazımıza dolar.” dedi. Bordo’nun kuyruğu yoktu fakat kızın maksadı alay etmekti. Her laf, gülmesini biraz daha tetikliyordu.
Ortaya “Goril” lafını atan çocuk, “Bön önsön” diyerek Bordo’nun taklidini yapmaya başladı. Yanağında hissettiği darbeyle kahkahası yarıda kaldı ve kafası savrulup ağaca çarptı. Kendine geldiğinde burnundan kan boşanıyordu.
Yeşil’in yumruğu hâlâ havadaydı. Öfkeden zangır zangır titriyordu. Çevrede ne ara çember oluşturdukları belli olmayan öğrenciler “Ooo…” sesiyle ve alkışlarla eşlik ettiler.
Yumruk yiyen öğrenci karşılık vermeye çalışınca Yeşil onun bileğini tuttu ve kolunu oyuncak bebek gibi ters çevirdi. Çemberin desteği çoğaldı. Okulun içinden bir hoca, bu manzarayı izledikten sonra kalabalığı yararak “Genç hanım, benimle gelir misiniz?” dedi. Yaralanan çocuğ revire gönderdi, diğerlerini ise dağıttı.
Üç kardeş, öğretmenin peşinden, öğrencilerin şaşkın bakışları altında arka bahçeye geçip kapalı spor salonuna girdiler. Loş ışıklı salonda birkaç öğrenci dışarıda olup bitenlerden habersiz basketbol oynuyordu. Parkeye çarpan topun sesi yankılanıyor, salonun her yerinden duyuluyordu. Öğretmen, sahanın yanından geçti ve cebindeki anahtar kümesinden birini tek hamlede seçip tozlu bir ofisin kapısını açtı.
“Geçin,” dedi.
Kardeşler, masanın önündeki koltuklara oturdular. Bordo’nun ayakları yere değmiyordu. Suratı asıktı, hıçkırarak ağlamak istiyordu. Şehirde, suçluların hapisle cezalandırıldığını tesisteki kitaplardan okumuştu. Yoksa, kız kardeşi onun yüzünden hapse mi girecekti? Lacivert, endişe içinde olacakları bekliyor, Yeşil ise olayın öfkesini hâlâ üzerinde taşırken “Onlar başlattı,” diye kendini savunmaya çalışıyordu.
Beden öğretmeni masanın arkasına geçti, dirseklerini masaya dayadı ve “İyi yaptın!” dedi.
Bu, genç kadının beklediği bir cevap değildi. “Ne?”
“Şunlardan yaka silktim,” dedi hoca, öğrencileri kastederek. “O kadar saygısızlar, düzen bozucular ki… Kurallar gevşek, veliler sürekli çocuklarını koruyor. Bizim elimiz kolumuz bağlı. Bu acı bir ders olur onlara.” Duraksadı. “Eğer polis devreye girecek olursa siz de alay ettikleri için onlardan şikayetçi olursunuz. Bunu bildikleri için polisi çağırmazlar.”
Yeşil’in yüzü gevşedi. Bordo da heyecanla tuttuğu nefesini vermişti, ellerini ovuşturuyordu.
“Peki, bizi niye çağırdınız?” diye sordu Lacivert.
“Benim asıl işim beden öğretmenliği değil,” dedi adam. “Sadece bu dönem için okuldayım. Antrenörüm ben. Dövüşçü yetiştiriyorum. Bu genç kadında… Afedersin, adın neydi?”
“Yeşil.”
“Yeşil’de büyük bir potansiyel gördüm. Daha önce profesyonel olarak herhangi bir dövüş sanatıyla uğraştın mı, Yeşil?”
“Hayır,” dedi neandertal.
Antrenör, heyecanla, “Eğer benimle eğitime başlarsan altı ayda şampiyonalarda üst sıraları zorlayan bir MMA dövüşçüsü olursun,” dedi.
“MMA ne demek?”
“Karma dövüş. Her dövüşün tekniğinden biraz.”
Kız, nefesini tuttu. Kulağına hoş geliyordu ama nasıl vakit ayıracaktı? Kardeşleri ne olacaktı? Kim ev verecekti onlara, kim ihtiyaçlarını sağlayacaktı?
“Üzgünüm,” dedi başını eğerek. “Kabul edemem. Çalışmalıyım. Hatta hepimiz çalışmalıyız.”
Kardeşler de ona destek olurcasına baş salladılar.
“Ya,” dedi antrenör, dudaklarını büzerek. “Üzüldüm. Sporcu olmanı isterdim. Peki, hangi alanda iş arıyorsun?”
“Her şey olur,” dedi Yeşil. “Yeter ki aç kalmayalım ve başımızın üzerinde bir çatı olsun.”
Hoca, daha da şaşırarak “Eviniz de mi yok?” diye sordu. Bordo’ya ve Lacivert’e şöyle bir baktı. Görünüşleri, alışıldıktan çok daha farklıydı. Alınları küçüktü mesela. Hatta Yeşil’in de öyleydi fakat onun farklılığı kardeşlere kıyasla daha azdı. Demek ki bu yüzden zorbalığa uğradıkları yetmiyormuş gibi evleri de yoktu.
İçinde bir merhamet uyandı. Kardeşlere yardım etmeye karar verdi.
“Sporcu oluyorsun,” dedi kararlı bir sesle Yeşil’e.
“Ama… Dedim ya.”
“Ev, iş… Hiçbir şey için endişe etme artık.”
Antrenör iki katlı müstakil bir evde yaşıyordu. Alt katı spor salonuna çevirmişti. Boş odalara yatak, dolap getirten adam, oraları kardeşler için yaşam alanı hale getirdi. Her sabah okula gitmeden önce Yeşil’e egzersiz ödevi verdi, Lacivert’i katın düzeni ve temizliğinden sorumlu yaptı, Bordo’ya da küçük bedeninden dolayı şefkatle yaklaşıp istediği her şeyi yapabileceğini söyledi. Bordo ise mahcup bir tebessümle başını eğdi.
Dönem sona erdiğinde antrenör okuldan ayrıldı. Artık, Yeşil her gün onunla çalışabiliyordu.
Şehir içi bir turnuvada birinci olunca para ödülü kazandı. Hayatında kazandığı ilk paraya bir hazine gibi bakıp avuçlarını kapattı. Markete bir kahraman gibi hissederek girdi, kardeşlerine sevdikleri abur cuburlardan bol bol aldı.
Eve gelince duyduğu sözler gururunu katladı. “Aynı gün doğduk ama sen, ablamız gibisin,” demişti ona Lacivert. “Senin yanında güvende hissediyorum.”
Bu, Bordo’nun hissettiği ama dile getiremediği düşüncelerdi. Başını salladı, Yeşil’in boynuna sarıldı ve yanağına bir öpücük kondurdu.
Salonda antrenman yaptığı günlerle birlikte Yeşil’in başarıları da büyüyordu. İrili ufaklı birkaç yarışmayı daha kazandıktan sonra ülke çapında bir şampiyonaya katılmaya hak kazanmıştı. Antrenör vücudunun sağlığı için zorunlu olduğunu söyleyerek uyarmasa dinlenmek istemiyor, sabah akşam salondan çıkmıyordu.
Akşam yemeğinde “Beni izlemeye geleceksiniz, değil mi?” sordu.
“Dedik ya,” demişti Laci; çünkü kız, her akşam soruyordu. “Biz evden çıkmasak daha iyi. Değil mi Bordo?”
“Evet,” dedi kardeş, başını yemekten kaldırarak.
“Seni desteklemek istiyoruz ama tuhaf bakışları üzerimize çekmek istemiyoruz.”
Bordo, ağzındaki yemeği yuttu. “Biz okul gibi…”
“Okuldaki gibi olmasın,” diye tamamladı Laci.
Yeşil, çatalını bıraktı. “Yapmayın ya,” dedi. “Kim, ne diyebilir size?”
Kapıyı kolaçan etti ve lavabodaki antrenörün onu duymadığından emin oldu. Tür meselesinden onun haberdar olmasını istemiyordu. Hafifçe doğrulup kardeşlerine yaklaşarak “Sapienslere bu kadar benzemek istiyorsanız, mağazaya gidip yeni kıyafetler alın,” dedi. “Sonra kuaföre uğrayın. Saçınızı sakalınızı düzeltsin. Bakım yaptırın kendinize.”
Ertesi gün Lacivert ve Bordo ellerinde poşetlerle geri döndüler. Yeşil ise evdeydi. Bordo’nun ağlama sesini duyunca telaşla kapıya koştu. Onun halini gördüğünde neredeyse çığlık atacaktı.
Bordo’nun kollarında artık kıl yoktu. Teni kıpkırmızı görünüyordu. Lacivert de aynı durumdaydı, sadece ağlamıyordu ama mutsuzluğunu kardeşiyle paylaşıyordu.
“Ne yaptınız kendinize yahu?” diye bağırdı kız.
“Kuaföre gidip bakım yaptırın,’ demedin mi?” dedi Laci.
“Dedim ama…”
“Sakalımızı tıraş etti. Saçımızı kesti. Sonra, ‘Gelin size ağda yapayım,’ dedi. Meğer bu bir tuzakmış!”
“Aaa…”
Lacivert, hayal kırıklığı ve heyecanla “Bizi arka odaya alıp vücudumuza yapışkan bir şey sürüp bir bez parçasıyla çekti,” dedi. “Biz nereden bilelim işkenceci çıkacağını?”
“Cani!” diye bağırdı Bordo.
“Polise gidebilir miyiz diye düşündük ama onlara ne diyeceğimizi bilemedik.”
Yeşil hayretler içindeydi. Gülse mi, yoksa ağlasa mı kararsız kalmıştı. “Siz niye bilmediğiniz şeyleri yaptırıyorsunuz?” diye sordu. “Ağda böyle bir şey. Birçok kadın düzenli olarak kıllarını aldırır.”
“Ne yani? Sırf kıllarından kurtulmak için kendilerine işkence mi yapıyorlar? dedi Lacivert. Göz bebekleri büyümüştü.
Kız, kahkahayı koyvermemek için kendini zor tutuyordu. “Neyse. Bu kadar acıya katlandığınıza göre, maça kesin geliyorsunuz o zaman, değil mi?”
Nihayet karşılaşma günü gelmişti. Yeşil, birçok kişiyi yendikten sonra, son rakibiyle ringe çıkacak ve onunla şampiyonluk için yarışacaktı. Yıldız maçıydı bu. Biri birinci olacaktı, diğeri ikinci.
Kalbi deli gibi atıyordu. Başlama düdüğü çaldıktan sonra omuzlarından tutmaya çalışan rakibini tek bir kol hamlesiyle yere serdi. Üstünlüğü ilk saniyelerden eline almıştı. Ardından minik bir dikkatsizliğiyle onu elinden kaçırdı ve ayağa kalkan rakibinden bir tekme yedi.
İlk rauntta yenildi. Acıdan gözleri karardı, nefesi kesildi. Kalkmaya çalıştı ama dizleri beyninden gelen komutu reddediyordu. Başını kaldırıp kaçamak bakışlarını tribünlere çevirdi. Kardeşleri oradaydı, umut dolu bir bekleyişin içindeydi. Gücünü toplayıp bu maçı kazanmak zorundaydı Yeşil.
Zor anlarda insanın aklı çok hızlı çalışırdı. Rakibine üstünlük kurduğu anlarda Brezilya jiujitsusu tekniklerini kullanıyordu. Demek ki karşısındaki sporcunun zayıf noktası buydu. Bir sonraki rauntta, Yeşil, rakibinin onu yere düşürmesine izin verdi. Boğazını bacakları arasında sıkıştırıp kollarını da kollarıyla kilitledi.
İkinci raundu kazandı. Üçüncüsünü de.
Dördüncü raunt çekişmeli geçiyordu. Rakip, maçı Yeşil’e kaptırmamak için var gücüyle vurup kendini savunuyordu. Yeşil, yorulmaya başladığını ve üstünlük kuramadığını fark edince bir saniye soluklanıp tribünlere baktı. Öğrencilerin, şu anda onu coşkuyla izleyen Bordo’ya “şempanze” dediği anı gözünde canlandırdı. Korkunç kahkahalarını kulaklarında duyuyor gibiydi. Öfkeyi kanında hissederek, o öğrenciye vuruyormuşçasına, bütün gücüyle yumruk attı.
Rakibin dünyası şaşarken hakem maçın bittiğini ilan etti. Yüzüne yediği darbeyle burnundan zemine kan fışkıran rakip dövüşçü, eldivenlerini burnuna kapatırken “İnsan değilsin sen!” diye bağırdı. Antrenörü havlu ve su getirdiğinde spor yaşamında böyle bir güçle karşılaşmadığına yemin etti. Ringden inen rakip, kameralara dönüp gözyaşları içinde “O bir mutant!” derken seyirciler hakem ile ellerini kaldıran Yeşil’in zaferini alkış ve tezahüratlarla kutluyordu.
Onun gözleri ise kardeşlerindeydi. Bordo’nun sesi boğuk ama heyecan doluydu; Lacivert’in gözleri ise gururla ışıldıyordu. Biraz sonra boynuna altın madalya asacaklardı fakat Yeşil’e göre, kazandığı asıl madalya onların sevinciydi.
Madalyalı bir sporcu olarak kiralık bir eve çıkacak kadar maddi gücü vardı artık. Fakat o, antrenörün evinin alt katında kalmayı tercih etti. Gazeteciler, onunla röpörtaj yapmak için bekliyordu. Sokağa çıktığı seyrek zamanlarda, hayranları onu durdurup fotoğraf çekiniyordu.
Yeşil ise yalnızca üç kişiye bağlılık hissediyordu: kardeşlerine sevgiyle, hocasına ise minnetle. Şöhretin onun için bir anlamı yoktu. Tanınmadığı günlerden farksızdı ruhu.
Lacivert ve Bordo ise günlerini çoğunlukla evde ve evin dışarıdan pek görülmeyen bahçesinde geçiriyordu. Okulda yaşadıkları zorbalıktan sonra, çıkıp şehri keşfetmeye pek istekleri yoktu.
Laci, televizyon izlemeyi severdi. Bordo ise ekranlara bir türlü alışamamış, bahçeye uzanıp gökyüzünü seyretmeyi ya da ellerini meşgul edecek işler yapmayı tercih ederdi. Ağaçtan dökülen yaprak ve dallarla oynar, onlarla küçük oyuncaklar yapar; içerideyken de kalem ve kağıtla ilgilenirdi.
Bir keresinde Bordo evde yalnızdı. Laci ile Yeşil, alışverişe gitmişti. Antrenör ise hazırlanmış, resmi bir iş için dövüş federasyonuna gidiyordu. Genç, kolunu tutarak adamı durdurup “Gitme,” dedi. “Ben yalnız.”
“Sen de benimle gel,” dedi adam. “Farklı bir yer görmüş olursun.”
Hoca, federasyondaki görevlilerle toplantıya çekilmeden önce Bordo’yu gün boyunca müsait olan müdür odasına bıraktı. “Burada oyalan, beni bekle,” dedi.
Aradan yaklaşık bir buçuk saat geçtikten sonra ayak sesleri duyuldu. Hafifçe toz kokulu ofisin kapısı kapandı. Antrenör, ceketini askıya asıp kocaman bir gülümsemeyle müdür odasına girdi. “Bordo, uyandın mı?” derken masanın üstünde dağınık kare not kağıtlarını fark etti. Habilis, elindeki kalemi bırakıp telaşla hepsini toparlamaya çalışırken spor hocası birini aldı.
“Bordo,” dedi şaşırarak.
“Özür,” dedi elini yüzüne götüren genç.
Kağıtta, odanın tükenmez kalem ile ustaca çizilmiş bir eskizi vardı.
“Diğerlerine bakabilir miyim?” deyince hoca, genç geriye çekildi. Kağıtları teker teker inceledi. Her birinde farklı bir resim vardı. Köşede, vazonun üzerinde duran çiçek… Pencereden görünen manzara… Döner koltuk… Eğitim almışçasına, tarama tekniğiyle kağıtlara aktarmıştı. Antrenör, gence hayranlıkla bakarak “Böyle bir yeteneğin olduğunu bilmiyordum,” dedi.
Bordo, suç üstü yakalanmış gibi başını eğip ellerini başının üzerine koydu. Antrenör onun elinden tutup “Oğlum,” dedi. “Utanılacak bir şey mi yaptın sanki? Müthiş bir yeteneğin var. Keşke daha önce fark etseydim. Seni tebrik ederim.”
Habilis, duyduklarını yanlış anlayıp anlamadığını bilemeyerek başını kaldırdı. Hocanın hayranlık dolu ifadesine yarı hayret ve yarı mahcupluk ile baktı. Tokalaşma pozisyonunda elini uzattı.
Antrenör, uzatılan ele gülümseyerek karşılık verince genç, gözlerinde bir bulutla “Ben… Teşekkür… Basit ama siz sev. Ne iyi,” dedi.
“Basit çizimler ama ben sevdim, öyle mi? Mütevazılığı da elden bırakmıyorsun,” diye karşılık verdi orta yaşlı adam. Kağıtlardan birini bayrak gibi tutup “Güzelliğin manası görülmektir,” dedi. “Bir teklifim var. Benim resim kursu işleten bir tanıdığım var. Ülke ve dünya geneli yarışmalara da katılıyorlar. Gel, kursa başla ve yarışmalara katıl. Yeteneğini parlat. Tüm dünya görsün.”
Bordo’nun yüzünde geçmişin bulutları dolaştı. “Ama…” dedi. “Anne de… Ben maymun… İnsan sev yok ben…”
“Annen ne derse desin yahu,” dedi adam, masaya oturmuştu. “Önemli olan senin sanatın. Maymunmuş! Kendine baksın o, sanki Angelina Jolie.”
“Angelina?” dedi habilis.
Hoca, telefondan aktristin fotoğrafını gösterdi. “Bak, Angelina bu.”
“Güzel.”
“Güzel tabii… Ama annen yok Angelina.” Bordo’nun konuşma stilini taklit etmeye çalışmıştı. “Bakmıyor aynaya, atıyor laf.”
Sonra, kendi cümlelerine döndü. “Kursa gideceksin, değil mi? Arkadaşımı arıyorum.”
Genç, başını salladı. Hoca, onu daha da şevklendirmek için tek yumruğunu havaya kaldırıp “Geleceğin ressamı olmaya var mısın?” dedi.
Bordo, gülümseyerek aynı jesti taklit etti ve “Var!” dedi.
Her sabah doğan güneş artık onun için bir mutluluk kaynağıydı. Giyinip hazırlanıyor, durakta bekliyor, otobüse biniyor ve on beş dakikalık bir yolculuktan sonra resim kursuna varıyordu. Otobüs şoförü başta Bordo’yu garipsese bile zamanla alışmış ve çok sevmişti. Onu hemen arkasındaki koltuğa oturtuyor, yolcuların aralarında fısıldaştıklarını fark edecek olursa da “Bu Bordo, benim arkadaşım,” diyerek tanıtıyordu.
Bordo, kursta iki öğretmenden özel ders alıyordu. Birinden kara kalem ile portre çizmeyi, diğerinden ise yağlı boya ile tuvalde meyve resimleri yapmayı öğreniyordu. Boş zamanlarında seramik sınıfını izlediğini gören kurs sahibi, ona seramik dersi de ayarladı. Seramik derslerini, diğer ikisinden farklı olarak on kişilik bir sınıfta alacaktı. Böylece genç adam, haftada altı gün kursa gidecek, üç farklı alanda yeni teknikler edinip yeteneğini somutlaştıracaktı.
Bir seferinde, seramik hocası onları serbest bıraktı. Hamurdan istedikleri nesneyi yapabileceklerdi. Bordo, hamuru yassılaştırmaya başladı. Yan masada oturan, kırklı yaşlarında, top sakallı ve uzun saçlarını at kuyruğu yapmış bir adam, merakla “Ne yapıyorsun Bordo?” diye sordu.
“Maske.”
“Ya…”
“Ya sen?” dedi genç.
“Vazo yapıyorum ben de.”
“Kolay gel.”
Adam, teşekkür ettikten sonra önüne döndü. “Böyle insani bir ruhun, bir hayvan bedenine hapsolması ne trajik!” diye mırıldandı.
Öğrenci başını çevirdiğinde, pişmanlıkla dudaklarını yumdu. “Beni yanlış anlama,” diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. “Ben, aslında felsefi olarak…”
Oysaki tam olarak ne demek istiyorsa onu söylemişti.
“Maske,” dedi henüz şekil verdiği hamuru dikkatlice kaldıran Bordo. Suratı ciddiyetle kasılmış, neşesi kaybolmuştu. “Siz, önem maske. Arkası önem yok.”
Adam ne diyeceğini bilemedi. Başka bir seramik öğrencisi kadın, “Aldın mı cevabını?” diye sordu. “Ben seni destekliyorum Bordo. En anlamlı eser seninki olacak.”
“Sağol,” dedi genç.
“Ben de aynısını dedim,” dedi orta yaşlı adam. “Ruh zarif bir cevherdir ve hepimizin hayvansı bedenlerinde hapsolmuştur.”
“Kıvırma ya,” dedi kadın. Bordo da dahil sınıftaki herkes gülünce adam sustu. Ders çıkışı da gencin karşısına geçip “Özür dilerim, seni kırmak istemezdim.” dedi.
Her sene sonunda kurstaki bütün öğrencilerin eserlerinin yer aldığı bir sergi halka açılırdı. Ressamlar, heykeltıraşlar ve eserleri yerel gazetede yer alırdı. O yıl Bordo’nun resimleri de dahil olacaktı sergiye. Kurs sahibinin odasına gidip basına gerçek ismini vermek istemediğini söyledi. İnsanların önüne, onların bütün önyargılarını yok eden ve kimliğini gizleyen bir nesneyle, siyah bir maskeyle çıkacaktı.
Bütün resimlerinin arkasında resmin sanatsal değerini kanıtlayan bir damga niteliğinde olan o imza vardı: Kaligrafiyle yazılmış bordo renkli bir B harfi.
Serginin ikinci gününde ulusal bir gazete, şu manşetle çıktı: “Kim bu B?” Altında ise “B rumuzuyla tanınan siyah maskeli ressamın sıra dışı eserleri, … şehrindeki sergide ilgi odağı oldu. Kimliğini saklaması merak uyandırdı,” yazıyordu.
Sokaktaki herkes resssam B’yi ve soyut tarzdaki eserlerini konuşmaya, yorumlamaya başlamıştı. Kimi onun bir dahi olduğunu, kimi de maskenin ardında korkunç bir yüz gizlendiğini söylüyordu. Bu başarının asıl mimarından ise yalnızca kendisinin, öğretmenlerinin ve kardeşlerinin haberi vardı.
Evde canı sıkıldığında bir kafeye tek başına kahve içmeye gidebilecek kadar özgüvenini toparlamıştı Bordo. Resimlerinin şöhretini kayıtsızca izliyordu. Kafeye her gittiğinde müşteriler hâlâ onu yadırgayan gözlerle süzse de artık buna aldırmıyordu. Çünkü resimleri ile gerçek rengini ortaya çıkarıyordu.
Diğer yandan Yeşil, dünya şampiyonasına hazırlanıyor; Lacivert ise “Bir kardeşim sporcu oldu, diğeri sanatçı. Bir ben kaldım vasıfsız!” diye espri yapıyordu. Ne var ki başka bir zamanda, bambaşka bir gündem onların henüz parıldamış hayatlarına gölge olacaktı.
Ülkenin başkentinde bir gazeteci, bir savcının huzuruna çıktı.
“Sizi aramıştım,” dedi hararetle. “Ordunun, primat askerler için deney yaptırdığını söylemiştim.”
“Ben de inanmadığımı söylemiştim,” dedi savcı, sakince.
Gazeteci, belgeleri savcının masasına koydu ve tepkisini anlayabilmek için gözlerinin içine baktı.
“İşte! Çölde kurulan tesisin planı. Sizi oraya bizzat götürebilirim. Kaç bin embriyo oluşturdukları da yazılı.”
Savcı kaşlarını çatıp belgeleri karıştırdı. ‘Üç tanesi dışında başarılı olamamışlar, öyle mi?’ dedi. “Bir neandertal, bir homo erectus ve bir homo habilis. Peki tesis kapandıktan sonra onlara ne oldu?”
“Bunu bulmak sizin işiniz,” dedi gazeteci. Sözleri bir tokada dönüştü ve savcının suratına çarptı.
Ulusal gazete, manşetine bu kez deneyi taşıdığında yer yerinden oynadı. Ne var ki halk, ters kelepçeyle cezaevine götürülen doktorları ya da kaçırılıp geçmişinden koparılarak rahmi kullanılan taşıyıcı anne Zera’yı konuşmuyordu.
“Ele geçirilen belgelerde, nesli tükenmiş ilkel insan türlerini diriltmek için genetik çalışmalar yapıldığı tespit edildi,” cümlesine odaklanıp o üç ilkel insanın yaşayıp yaşamadığını, eğer hâlâ hayattalarsa nerede olduklarını tartışıyorlardı. Bereket ki belgelerde, çocukların ismi yazmıyordu.
Bir akşam üç kardeş yan yana televizyon izliyordu. Lacivert dimdik oturuyor, Bordo stresle yumruklarını sıkıp ağzına götürüyor, Yeşil de gözlerini kısıp işittiklerini hazmetmeye çalışıyordu. Bir tartışma programında birkaç uzman primatların ahlaki ve hukuki hakları üzerinde müzakere ediyorlardı.
Birisi, “Onlar da insandır, kişi hakkı tanınıp kimlik verilmesi gerekir,” derken diğeri, “Olmaz efendim! Bir homo habilise kimlik vereceksek, bir bonoboya da verelim. Büyük maymunların hepsinin kişi hakkı olmalı, hatta yunuslar ve filleri de dahil etmeliyiz.”
“Verdiniz ya zaten,” dedi ağzının içinden Lacivert. “Bizim, biz olduğumuzu bilmiyorsunuz sadece.”
“Elbette efendim,” dedi diğer uzman. “Bu, ‘insan olmayan kişi’ kavramı zaten akademik dünyada tartışılıyor. Bilişsel kapasitesi ve duyguları olan her canlının hakları da vardır.”
“Zihinsel engelli doğan bir homo sapiensin hakkı yok mudur yani?”
“Efendim, konuyu saptırmayın, ben modern insanın hakkını…”
“Yok, siz hukuk sistemini tür zemininden çıkarmaya çalışıyorsunuz.”
“Doğru! Irkçılığı geride bıraktığımız gibi türcülüğü de geride bırakacağız.”
“Sizin gizli emeliniz, öjenidir,” dedi uzman. “Hayvanları insanlarla eşitlemek istiyorsunuz çünkü insanları hayvanlarla eşitleyeceksiniz. Sömürülebilir, kullanılabilir, mal statüsünde varlıklar olacağız.”
Yeşil, televizyonu kapattı.
“Bir şey yapmamız gerekiyor,” dedi Lacivert.
“Bordo, iyi misin sen?” diye sordu kız kardeş.
Ressamın suratından düşen bin parçaydı. “İyi,” dedi. “Alışıldık. Hep böyle.”
Laci, içini çekerek “Bizi bulurlarsa ne yapacağız?” dedi. “İnsan olduğumuzu nasıl anlatacağız onlara?”
“Toplum ile uyumluyuz,” dedi Yeşil. “Başarılıyız. Kimin bizimle derdi olabilir ki? Tanımıyorlar bizi… Vahşi, kural bilmez yaratıklar olduğumuzu sanıyorlar. Bizi görünce fikirleri değişecektir.”
“Hiç sanmam,” dedi Lacivert. “Aksine, başarılı olduğumuz için… Düzelteyim, başarılı olduğunuz için sizi cezalandıracaklar. Birey olamamış, kendini gerçekleştirememiş, haset dolu canlılar acısını başaranlardan çıkarır.”
“Olduğumuz için,” diye düzeltti tekrar Yeşil. “Sen de başarılısın. Şu cümleyi kuramayacak onlarca sapiens tanıyorum.”
Ertesi sabah, gazetedeki manşet kâbus gibi üstüne çöktü. “Yeşil bir neandertal mi?”
“Yeşil, dört ay önce Karma dövüş sanatları şampiyonu olmuştu. Yeşil’in bir neandertal olduğu ve bu yüzden dövüşün baştan adil olmadığı iddiası, spor camiasını karıştırdı.”
Bu iddiayı ortaya atan şampiyonluk maçındaki rakibiydi. “İnanamıyorum,” dedi genç kadın. Gazeteye doğru başını eğmiş, boyalı kâğıdın keskin kokusunu alabilecek kadar yaklaşmıştı.
Lacivert, bakışlarını kaçırarak “Haklı çıkmak istemezdim,” dedi.
Yeşil neredeyse ağlayacaktı. Kendi kendine, “Ben… ülkeyi temsil edecektim. Neandertalsem ne olmuş yani? Niye adil olmasın? Bu centilmenliğe yakışır mı?” diyordu.
Bordo, koltuğun üzerine çıktı. Perdeyi incecik aralayıp sokağa baktı. Muhabir ordusu bir yırtıcı sürüsü gibi bekleşiyordu.
“Dikkat,” dedi dışarıyı işaret ederek.
“Çok kalabalık,” dedi kardeşinin işaret ettiği yöne bakan Laci. “Dışarı çıkman gerekiyor mu Yeşil?”
“Bugün değil ama yarın maç vardı.”
Antrenör, bir kahveyle içeri girdi. “Vardı değil, hâlâ var. Senin ne kadar çalıştığını ben gördüm. Bugüne kadar kazandığın her ödülü hak ettin, Yeşil. Yarın da ringe çıkacaksın, anladın mı? Kimse seni durduramaz.”
“Dışarıyı gördünüz mü hocam?”
“Gördüm,” dedi adam. “İki muhabir kapıya kadar geldi. Azarlayıp gönderdim. Bırak, beklesinler.”
“Ama seyirciler…” dedi kız.
“İnsanların tepkilerini boş ver. Federasyon seni diskalifiye etmedikçe bir problem yok. Ben sana inanıyorum.”
Yeşil, minnettar bir gülümsemeyle başını kaldırıp gülümsedi.
Uluslararası turnuva yönetimi, spor kamuoyunun baskısı nedeniyle Yeşil’in yarışmaya devam edip edemeyeceği konusunda bir etik komite kurdu. Komite, doğuştan gelen bir farklılığın müsabaka kurallarına aykırı olmadığı sonucuna vardı. Yine de, kamuoyunun önyargısı genç dövüşçünün iç dünyasını çalkalamaya devam ediyordu. Karnı, kaygılarla sancıyordu.
Ve o gün geldi çattı… Yurtiçindeki son maçtı bu. Bir önceki maçındaki destek tezahüratlarının yerini, yuhalamalar almıştı. Yeşil, suratında kararlı bir ifadeyle yürüyor ve ön sırada, sessizce oturan kardeşlerinin gözlerinin içine bakarak güç topluyordu.
Antrenör, maçtan önce kulağına iki kelime fısıldadı. Bu iki kelimenin verdiği motivasyon, uzun bir konferansın ya da kişisel gelişim kitabının verebileceğinden çok daha fazlaydı.
“Göster onlara.”
Dövüşçü kendi kendine “Üç rauntta bitir şu işi,” diye fısıldadı. Toplam beş raunt olduğu için üçünü kazanırsa, kalan ikisine gerek kalmayacaktı. Ellerini kaldırdı, güreşle başlangıç yapmaya hazırlandı ve başlama düdüğünü bekledi.
On dakika boyunca hiçbir şey düşünmedi. Bedeninin yönetimini kollarına, bacaklarına verdi. Rakibi kontrol altına alıp onu düşürmeye, ardından pes ettirmeye uğraştı. Bir teknikten diğerine sezgileriyle geçip hakemin maçı bitirmesini bekledi.
Üçüncü rauntun bittiğini duyunca derin bir nefes aldı ve dünyaya döndü. Üçünü de o kazanmıştı.
Zaferin sevinci değil, aşmaya çabaladığı önyargı dağının yorgunluğu vardı üzerinde. Havluyu omzuna atıp bir savaş gazisi gibi ringden aşağı indi. Muhabirlere ya da nefretçilerine takılmadan kenara geçip kardeşleriyle görüşmeyi diliyordu.
Güvenliklerin toplandığı yöne baktığında gördüğü kişi, beklediği son kişi bile değildi.
“Anne?” diye haykırdı Yeşil.
Sesini duyan herkes dönüp ona baktı. Yeşil’in, o çöldeki yasadışı deneylerden kaçan neandertalin bir annesi mi vardı? Zera, daha doğrusu Hannah, yaklaşarak kalabalığa döndü ve “Evet, o benim kızım!” dedi. “İki de oğlum var.”
Bordo ve Lacivert tribünden inip kalabalığı yararak gelip Yeşil’in yanında durdular.
Bir muhabir mikrofon uzatıp “Deney için alıkonulan taşıyıcı anne siz misiniz?” diye sordu.
“Evet,” dedi Hannah. “Hepsini anlatacağım. Şimdi, çocuklarımla baş başa kalmama izin verin.”
Üç kardeşin de yüzünde aynı şaşkınlık vardı. Ne hissedeceklerine dair hiçbir fikirleri yoktu: öfke mi, kabullenme mi, yoksa mutluluk mu? Gazetecilerin sonu gelmez soruları devam ediyordu. Ellerinde sanki yuvarlak mikrofonlar değil, kalbe saplanan keskin bıçaklar vardı. Hannah yapabildiği kadar çocuklarına sarıldı ve hep birlikte spor salonundan çıkıp camları filmli arabaya bindiler. Kapı kapanınca, kalabalığın uğultusu dışarıda kaldı.
Hannah gaza bastı. Ana caddeye çıkıp ilk ışıklarda durana dek hiçbiri sessizliği bozmamıştı.
Derken Lacivert, “Seni buraya ne getirdi anne?” diye sordu.
Anne, “Sevgi… ama aynı zamanda pişmanlık ve korku da…” dedi.
“Bizi terk etmiştin,” diye devam etti Laci. “Bordo’ya neler dedin, hatırlamıyor musun? Hayatımızdan çıkıp bizi yalnız bırakıyorsun ve biz her şeyi toparlamışken aniden geri geliyorsun. ‘Sevgi’ diye geçiştiremezsin. Bize bir açıklama yapmak zorundasın.”
Bir yer aradı Hannah. Açık havada, güneş ışığını gören; aynı zamanda insanlardan ve onların bunaltıcı sorularından uzak, ıssız bir yer. Kendi benliğiyle hiç bitmeyen hesaplaşmasına son noktayı koyacaktı. Hatasıyla yüzleşecek ve dünyaya getirdiği evlatlarından, onlardan gelecek her tepkiye hazır olarak af dileyecekti.
Bir mesire yerinde durdu. Arabayı toprak zemine park etti. Kapıyı açıp şehirden uzak, kır çiçeği kokan temiz havayı içine çekti. Kuş ve cırcır böceği sesleri hariç, tek bir ses bile yoktu.
“Hadi çocuklar,” dedi ve arabadan indi.
Bagajdan kamp sandalyeleri taşıdı otların arasına, bir masa açtı. Kağıt bardaklara meyve suyu doldurup bir bisküvi tabağı doldurdu. En iyi şekilde ağırlamaya çalışıyordu çocuklarını, eksik bıraktıklarını telafi etmeye çalışıyordu. Çocuklar ise hâlâ şaşkındı. Çekingen bir şekilde hareket ediyor; Hannah “Buyurun,” demeden oturmuyor, yiyip içmiyorlardı.
“Ne düşündüğünüzü biliyorum,” dedi anne, çocuklar dinlemeye hazır olunca. “Sizi terk ettiğim için bana kızgınsınız. Söyleyeceklerimin, beni haklı çıkarmayacağını da biliyorum.”
Lacivert kaşlarını çatıp kollarını doladı. Hannah, yutkundu.
“Kaçırıldığımda sizden daha küçüktüm. Henüz on sekizimdeydim. Bir doktor kontrolüne gitmiştim ve uyandığımda, kendimi evimden çok uzakta buldum. Çölün ortasında bahçeli bir tesisteydim.”
Yüz hatlarına bakıp bir ifade görmeye çalıştı. Konuşmaya devam etti.
“Bedenim de bilincim de onlara ait olmuştu. Bu durumu… Bu işgali sorgulayamıyordum bile. Çünkü bana ilaç veriyorlardı. Elinizi bağlasalar, zihnen bu duruma karşı çıkarsınız. Yanlış olduğunuzu bilirsiniz. Ya bağlanan şey, zihniniz olursa?”
“Suçlusu biz miydik?” dedi Laci, dayanamayarak.
“Tabii ki değil. Ama… Anla beni, lütfen. Zorla hamile bırakıldım. Sizin sağlığınız için ilacı kestiler ve ben bir şeyleri fark etmeye başladım. Çalınan hayatımın acısını duymaya başladım.”
Hannah, söylemek istedikleri bir şey varsa söylesinler diye durakladı ama çocuklar susuyordu. Onların sessizliği, adeta bir duvar gibi annenin karşısında yükseliyordu.
“Yıllar geçip gitti. Ne eski hayatıma dönmeme izin verdiler ne de yeni bir hayat kurmama. Sonra bir anda dediler ki ‘Tesisi kapatıyoruz, çocukları öldüreceğiz.”
Yüzlerde dehşet…
“Evet,” dedi anne. “İlk planları sizi, kapalı tesiste bırakıp açlık ve susuzluktan öldürmekti. Çölde, nasıl olsa hayatta kalamazsınız diye yaşamanıza izin verdiler.”
“Sen ne yaptın?” dedi burnundan soluyan Lacivert. “Bu maymunlar ne yaparsa yapsın diye düşünüp ayrılmayı sevinçle mi karşıladın? Orada öyle demiştin ya.”
Bordo ve Yeşil konuşmuyordu ama Laci’nin duygularını paylaştıkları her hallerinden belliydi.
“Sevinmedim,” dedi gözleri dolan Hannah. “Asla… Ama engel olamazdım. Çaresizlik duygusu içindeydim. Onlara karşı çıkamayacağımı düşünüyordum. Daha az üzülmek için sizi sevmiyormuşum gibi yaptım.”
Lacivert, gülmeye başladı ama neşe değil alay dolu bir kahkahaydı bu. “Daha az üzülmek için bizi üzdün. Peki.”
Hannah’nın dilinin ucundaki kelimeler, oğlunun kahkahasıyla cam gibi kırılıp döküldü. Gözyaşlarını tutacak gücü kalmamıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken “Özür dilerim,” dedi. “Hiçbir açıklaması yok. Ben kötü bir insanım, bu çok açık. Ama… Sizi özlüyorum. Tekrar bağ kuralım. Ne olur beni affedin. Yaptıklarım, söylediklerim için affedin.”
Pişmanlık içini kavuruyordu. Kendi elleriyle kopardığı bağların bir anda yeniden yerine gelmeyeceğini de, çocuklarının bu durumu kabul edene dek gözlerinin içine saf bir sevgiyle bakmayacağını da biliyordu. Acaba, vicdanının sızısını kaç litre gözyaşı geçirirdi?
Mesire yerinden dönüşte “Sizi evime götüreyim, ister misiniz çocuklar?” diye sordu.
Bu sefer cevap veren Yeşil oldu. “Hayır, biz kendi evimize dönelim,” dedi bunca zamandır yaşadıkları antrenörün evini kastederek.
Hannah, geri adım atmak istemedi. Eğer evlatlarına yaklaşmaya karar verdiyse onlara anlayışla yaklaşması gerekiyordu.
“Peki, ben sizin evinize gelsem?” dedi.
“Olur,” dedi Yeşil, gönülsüzce.
Akşam yemeğinde bir daha baktı çocukların yüzüne Hannah. Kalplerinin yumuşadığını görmek istedi. İçindeki acıyı dindirmek için onlardan gelecek bir sevgi kırıntısına muhtaçtı.
Antrenör, ona cana yakın davranmıştı. Yemekten sonra, balkonda baş başa otururlarken “Yaşadıklarını düşündükçe neden psikolojik bir karmaşa içine girdiğini anlıyorum,” demişti. “Kendini suçlama, bu faydasız olur. Sen, çocuklarla ilişkini tekrar onarmaya odaklanmalısın.”
“Doğru,” diyebildi kadın.
“Çocukların duygusal zekâsı o kadar yüksek ki şanslısın,” dedi. “Empati yapabiliyorlar. Dürüst ve iyi kalpliler. Emin ol, birçok insanda bu yok.”
Soluklandı ve devam etti. “İnsanlar onlara ‘ilkel’ diyor. DNA’ları çok eski bir zamanda oluştuğu için… Peki, icraate baktığımızda kim ilkel? Bu çocukların maddi manevi neler ortaya koyduğu belli.”
Hannah, suçlulukla başını eğdi çünkü o da çocuklarına ‘ilkel’ demişti.
“Hadi Yeşil’in madalyası olmasın, Bordo’nun ödüllü resimleri de,” dedi antrenör, duvara asılı B imzalı tabloyu işaret ederek. “Karakterleri yeter. Çok takdir ediyorum bu çocukları ben.”
“Bordo, ressam mı?” diye sordu kadın, hayretle. “B ile tanışıyorlar mı?”
“Tanışıyorlar mı, derken?” dedi kaşlarını çatan antrenör. Sonra, Hannah’nın durumu fark edemediğini anlayıp “Bordo, B’nin ta kendisi,” dedi. “Sanatıyla öne çıkmak için kimliğini gizliyor.”
“Ben B’nin hayranıyım,” dedi kadın. “Onun oğlum olduğunu bilseydim… Bilseydim…”
Kalbindeki ateş harlandı. Ona söylediği son sözler, onun gözyaşı döküşü geldi aklına. İçeri girdi. Bordo’yu boş odada, fırçasını temizlerken buldu.
“Oğlum…” dedi. “Bordo’m… Senden özür diliyorum. Özel olarak. Çünkü senin kalbini kırmıştım. Haksızlık etmiştim sana. Oysa resimlerin bunca zamandır kalbime dokunmuş. Hiç anlamamışım, nasıl ince bir ruhun ve hünerli ellerin olduğunu.”
“Ben…” dedi Bordo, gözleri ıslaktı. “Yetenek… Gerek…”
“Gerek yok,” diye düzeltti sonra. Düzgünce konuşabilmek için çabalıyordu. “Beni ben için sev… Yetenek için yok…”
Annenin kalbi biraz daha eridi. Diz çöktü, gözleri oğlunun gözlerinin hizasına gelsin diye. “Seni, sen olduğun için seviyorum,” dedi. “Sadece yeterince olgun değildim. Yaşadıklarımın öfkesini senden çıkardım. Resim çizdiğini bilmiyordum ki… Yeni öğrendim.”
Bordo, “Ya çizmeseydim?” diye sormak istedi. Herhangi bir başarısı olmasaydı, annesi onu yine sever miydi? Cevap evet ise neden daha önce sevmemiş ya da bunu göstermemişti? Bunca zaman sonra gelen sevgiye nasıl inanacak ve benliğinin etrafına ördüğü duvarları yıkacaktı?
Hannah, oğlunun hislerinin farkındaydı. Ona bir özsaygı borcu olduğunu biliyordu. Onun maskesini sıyırmak ve parlayan gözlerini dünyaya göstermek istiyordu. Maskenin ardı, belki oğlunun en güvende hissettiği yerdi ama hayata çıplak gözlerle bakıp gerçek renklerini görmek, paha biçilmeyecek kadar güzeldi.
Bordo’nun o duvarları birer tuvale dönüştürmesini istedi. ‘Hayat yolculuğunu anlatan resimler yapar mısın?’ dedi. Her yıla bir tane… Toplam yirmi üç. Tesisin çöl ortasında çiçekler açtıran bahçesinden, çöldeki kum fırtınasına kadar; okuldaki zorba çocukların alaylarından, sergi salonlarındaki alkışlara kadar… Ve son tabloda, anne ve evlatlarının kavuşmasını, dışlanarak büyümüş bir çocuğun kendisi ile barışmasını resmedecekti.
Bir ay sonra, Bordo, içsel mesafesini tam aşamasa da annesiyle konuşurken gözlerinin içine bakmaya, onun varlığını kabullenmeye başlamıştı. Şehrin en büyük salonunda, meşhur ressam B’nin bir sergisi vardı.
İçerisi tıklım tıklım doluydu çünkü o güne dek gazetecilere röportaj bile vermeyen B, toplumun karşısına çıkarak bir söyleşi yapacaktı.
Bordo, sahneye çıkmadan önce heyecanlıydı. Parmaklarını ısırıyor, yerinde duramıyordu. Hannah, hafifçe gülümsedi, oğlunun omzuna dokundu ve her şeyin iyi olacağını söyledi, yeterdi ki endişelenmesin.
Şık bir takım elbise giymiş olan Lacivert, Bordo’nun koluna girdi. Onun kurduğu eksiz, bağlaçsız cümleleri insanların daha iyi anlayacağı bir biçime tercüme edecekti.
Ressam, platforma yavaş adımlarla çıktı. Ona merakla bakan kalabalığın üzerinde gözlerini dolaştırdı. Orada, o dakikalarda ne diyeceğini defalarca düşünmüş fakat tek harf bile yazmamış, plana dökmemişti. “Hepi… Hepiniz… Merhaba…” dedikten sonra yutkundu.
Lacivert, “Hepinize merhaba…” diye çevirdi. Yalnızca onda mikrofon vardı, dolayısıyla insanlar B’nin sözlerini, tercümanının ağzından kurallı cümleler halinde duyacaklardı.
“Benim için buraya çıkmak, bugüne kadar yaptığım en cesur işlerden biri.”
Salonda bir alkış koptu. Kalbinin de alkışlayan ellerle birlikte çarptığını hissediyordu B.
“Bugüne kadar, beni resimlerimle tanıdınız. Adımı bilmediniz, yüzümü görmediniz. Kendimi sakladığımı sandınız ama aslında, ruhumu yalın bir şekilde gördünüz. Yüzümü açsaydım eğer, orada beni değil, önyargılarınızı görecektiniz. Çünkü ben, Homo habilis adı verilen, bir zamanlar dünyadan silinip gitmiş bir insan türüyüm.”
Salonda bir şaşkınlık uğultusu koptu. Bordo, dudaklarını ısırıp Lacivert’in yüzüne baktı. Sonra seyircilere dönüp “Ben maymun yok… Ben insan…” dedi.
“Ben maymun değilim,” diye çınladı hoparlörler. “Ben insanım. Ama maymun olsam, ne olurmuş? Yunus olsam, kedi olsam hatta bir ağaç olsam, bu beni daha mı az değerli yapardı? İnsan nedir, sevgili dinleyiciler, bunu hiç düşündünüz mü?”
İçeride o kadar çok gürültü yükseldi ki salon görevlileri bir orkestra şefi gibi ellerini sallayarak herkesi susturmak zorunda kaldı.
“Ben, hislerimi ve insan olduğumu çizgilerimle anlatmak istedim,” dedi. “Sanat bana anlatamadıklarımı anlatma gücü verdi. Bugün, artık yüzümü de göstermek için hazırım. Beni korkularınızla değil, kalbinizle görün.”
Salon, biraz öncekinin tam aksine, derin bir sessizliğe büründü. Işıklar yandı. Bordo, elini çenesine götürdü ve maskeyi ağır ağır çıkardı. Kalbi, göğsünü yarıp çıkacak kadar hızlı atıyordu. Seyircilerin tepkisine baktı, kimisi şaşkın, kimisi suskundu. Bordo’nun ise alnı dikti ve bakışlarını kaçırmayacaktı.
Derken, havai fişeklerin art arda patlaması gibi şiddetli bir alkış koptu. Kimileri ayağa kalkıp gözyaşları eşliğinde “Bordo! Bordo!” diye tezahürat yapıyor, kimileri de sahneye çıkıp fotoğraf çektirebilmek için güvenliklere yalvarıyordu. Hannah ve Yeşil de sahneye girince tüm aile bir araya gelmiş oldu. Kırgınlıklar kaybolmuş, geriye saf sevgi kalmıştı.
Aradan bir ay geçti. Televizyon programı ve röpörtaj tekliflerinin ardı arkası kesilmiyordu. Hatta bir yapımcı, Hannah ve çocukların hayat hikâyesini film yapmayı bile önermişti. Şehrin dışında bahçeli bir eve yerleşen aileye hayran mektupları yağıyordu. “İnsanlığı tüm renkleriyle kucaklamayı sizden öğrendim,” yazmıştı biri. Gerçekten de şehirlerde barışçıl düşüncelere destek verenlerin oranı artmış, suç oranı azalmıştı.
Deneyle ilişkili doktor ve bürokratlar ise hapisteydi. Primat asker yetiştirip komşu ülkelere savaş açmayı planlayanlar, yaptıklarının bedelini ağır şekilde ödemişti. Amaçlarının tam tersi gerçek olmuştu. Çünkü sevgi, nefretten güçlüydü ve insanat bahçesinin çiçekleri, en çorak çölün bile ortasında filizlenirdi.
Bu öyküyü dinleyebilirsiniz: