Dozu artmış antidepresan ile bakıştı. Prospektüste sıralanmış yan etkilerden yalnızca uykusuzluk vurmuştu onu. Yarın dinç bir kafayla işe gitmesi gerekirken gece lambası niyetine kullandığı balkon ışığının perdenin aralığından geçen kalıntısıyla yetinerek odasında öylece oturuyordu.

Ölmek için mezara girmek gerekmediğini elli iki gün önce, ev arkadaşı ve en yakın dostu Melisa ile bir eğlenceden dönerken anlamıştı.

Başka zamanlarda arabayı Melisa sürerdi ama o gece içkiliydi. Başını dik tutmakta zorlanıyordu. Sürekli espri yapıyor ve gülüyordu. Nehir ise sürücü koltuğunda, iğne dokunsa patlayacak gibi gergindi. Bakışları çevre yolunun en uzak noktasına dikilmiş, direksiyonu tutan kolları ise kaskatı kesilmişti.

Yanındaki “Kızım, rahat ol, sal kendini,” dedikçe o daha da geriliyordu. 

Dikiz aynasında ışıklar parladı. Melisa, sarhoşluğuna rağmen irkilip toparlandı. Göz bebekleri büyümüştü. “Sağa çek!” diye bağırdı, kaymış telaffuzuyla. “Nehir, kime diyorum ben? Sağa çek! Alo!”

Oysaki zaten sağdaydılar. Işıklar büyüyordu. Korku ve panikle donakalan Nehir, istese de elini hareket ettiremiyordu. Ayakları kasılmıştı, kıpırdamıyordu. Derken, bir darbe… Camlar paramparça olurken Nehir’in kulaklarında patlayan bir ses… Ülkeleri yıkıp tarumar eden askeri darbelerin bir saniyelik küçük çaplı bir versiyonu gibiydi. Işık, önce her yeri kapladı ve sonra kayboldu. Safi karanlık vardı artık. Ebediyete kadar sürecek gibi duran o sessizlik ise ambulans sireni ve isimlerini haykıran seslerle bölünmüştü.

Birileri bedenini çekti çıkardı. Sedyeye bağladı belini ve boynunu kayışlar. İlkin kırmızı ve mavi, sonra da beyaz parlak ışıklar gözkapağı perdesini geçti. Kulağını sorular doldurdu. “Hanımefendi, iyi misiniz? Beni duyuyor musunuz?”

“Evet.”

“İsminiz?”

“Nehir. Kimliğim çantamda.”

Teknisyenler sedyeyi ambulansa taşıyordu. “Melisa nerede?” diye sordu kadın. Sesi güçlü ve yüksek çıkmıştı. “Arkadaşım vardı yanımda. O nerede?”

“Tamam,” dedi içlerinden birisi. Halbuki bu bir yanıt değildi. Kazazede kadın bu kaçamaktan ürktü çünkü gerçeğin kalbinin en dip noktasına bir hançer gibi saplanacağını seziyordu. “Melisa!” diye inledi, ağzına oksijen maskesi geçirilmeden hemen önce. 

Sonrası beyaz bir odaydı. Muayene, serum, ilaçlar ve ziyaret saatiydi. Kendine gelmesinin hemen ardından odaya gelip ifade alan polislerdi. Israrla sorduğu halde polislerin de doktor ve hemşirelerin de cevapsız bıraktığı sorusuydu. Beyaz tenli, uzun siyah saçlı, gözleri siyah inci gibi gençliğin ışıltısını taşıyan can dostu neredeydi? Bir de neden odada bir televizyon varken onu açmak yasaktı? 

Taburcu olmadan bir gün önce, odaya daha hiç görmediği bir personel geldi. “Siz kimsiniz?” diye sorduğunda, hasta bakıcı, yıllık izinden henüz döndüğünü söyledi. Hastanın niçin burada olduğunu bilmiyordu.

“Sıkılmıyor musunuz bu sessizlikte?” deyip kumandanın düğmesine bastı.

Televizyonda günlük bir dizi vardı. O bitince reklamlar, ardından öğlen haberleri başladı. Nehir gözleri yarı kapalı izliyordu ekranda değişen görüntüleri. Sunucu, seyircileri selamladıktan sonra kadının yaşadığı şehirde birkaç gün önce gerçekleşmiş bir trafik kazasından bahsetti.

“Sayın seyirciler, daha önce gündeme getirdiğimiz kazada, iş insanı …’nın 17 yaşındaki oğlu Demir …, 23.40 sularında çevre yolunda ehliyetsiz kullandığı araçla Nehir …’in kullandığı otomobile çarpmış ve yan koltuktaki Melisa …’ın ölümüne sebep olmuştu. Demir …’nın emniyetteki ilk ifadesi ortaya çıktı.”

Kadın, gerçeklik algısından koptu. Dünyayı dışarıdan izliyormuş gibi hissetmeye başladı. Zihni algıladıklarını bütün gücüyle inkâr etmeye koyuldu. Sunucu, ad ve soyadları tutsa bile muhakkak başka kişilerden bahsediyor olmalıydı yahut izlediği haber, yapışkan ve pis bir kâbustu. Yoksa… Melisa ölmüş olamazdı, değil mi? Ölüm yakışır mıydı hiç ona?

“Bir yanlışlık olmalı,” diye geçirdi aklından ve telefonuna sarılıp arkadaşını aradı.

“Alo,” diye Melisa’nın annesi açtı telefonu. Nehir, ona “abla” diye hitap ederdi. “Abla,” dedi, televizyonda asılsız bir haber yayınlandığını söyledi. “Melisa orada mı? Telefonu verir misin?”

Annesi “Tedavin kötü etkilenmesin diye sana söylemediler,” dedi sesi titreyerek ve kelimelerinin arasına karışan hıçkırıklarla. “Kızımı kaybettik.”

“Hayır.”

Telefonu kapatırken annenin de bir yalana inandığını düşünüyordu. Bir an önce şu hasta önlüğünden kurtulup Melisa’nın nerede olduğunu öğrenmeliydi. Doktorun odasına gidip taburcu olmak istediğini söyledi.

“Yarın sabah taburcunu planlıyoruz,” dedi hekim. “Tam olarak iyileşmedin. Bir gece daha kal.”

“Gitmem gerek.”

Doktor, isteğin hastane faturasıyla alakalı olduğunu sanarak “Sigorta ödüyor zaten,” dedi. Halbuki Nehir’inki bir can yangınıydı. Önüne uzatılan kağıtları imzalayarak hastaneden ayrıldı. Günlerdir bu kadar fazla ayakta durmadığı için başı dönüyor, her an bayılacakmış gibi hissediyordu.

Titreyen elini havaya kaldırıp bir taksi durdurdu. Melisa’nın annesinin evini tarif etti. Başı stresten mi ağrıyordu, yoksa kazanın etkisi devam mı ediyordu, bilemedi.

Ne acılı annenin gözyaşları ne de gencecik mevtanın taze toprağı ikna edebilmişti Nehir’i, Melisa’nın öldüğüne. Oysaki hayata dönmek omzunda bir borçtu. Uzun bir hukuk mücadelesi vardı önünde. Reşit olmayan biri, lüks aracını hız sınırlarının oldukça üzerindeki bir hızla ve ehliyeti olmadan sürmüştü. Bu bir kaza değil, cinayetti.

Kazanın ardından yaşananları günler geçtikçe ve duymaya hazır hale geldikçe öğrendi. Demir denen çocuğun babası, Melisa’nın annesinin evine bizzat gitmiş ve oldukça yüksek bir meblağ kan parası vermeyi teklif ederek davadan çekilmesini istemişti. 

“Acınızı anlıyorum. Demir büyük bir hata yaptı fakat…”

“Hata,” diye düşündü Nehir. Uğruna bir hayatın yakılmaması gereken bir gençlik hatası. Peki, Melisa’nın hayatı? O sadece bir ayrıntıydı. Ya da bir oyuncak…

Bu fikrini babanın yüzüne de söylemişti. Elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görürdü ya, parayı yüceltenler de her şeyi satın alabileceğini sanıyordu. Haysiyeti, zamanı, canları… Nehir ise böyle olmadığını göstermeye ant içmişti.

Başka bir gün Demir’in annesi aradı. Mahcup bir tonda, kazadan dolayı ne kadar üzgün olduğunu anlattı. “Maddi ve manevi zararınızı, ne kadar gerekirse…” derken Nehir, kadının sözünü kesti.

“Ölüyü diriltme formülünü mü buldunuz?”

“Anlamadım. Ne demek istiyorsunuz?”

Genç kadın, gözlerinde biriken yaşlarla neler kaybettiğini düşündü. Yaralanması, hastanede geçirdiği günler, kaybettiği sağlık ve zaman… Bunları geri veremezlerdi ama zaten can dostunun kaybı dışında hiçbirinin önemi yoktu.

“Melisa’yı geri getirebilecek misiniz?” diye sordu.

Zengin kadının sözde utangaç tavrı suyun üzerindeki yazı gibi kayboldu.

“Bakın,” dedi. “Onun birinci derece akrabası değilsiniz, bu yüzden onun davasına dahil olamazsınız. Fakat bir mağdur olarak kendi şikayetinizi geri çekebilirsiniz. Empati kurun biraz. Siz arkadaşınızı kaybettiniz, ben ise oğlumu kaybetmek üzereyim. Niye inat ediyorsunuz? Demir hapse girdiğinde Melisa geri mi gelecek?”

Nehir cevap verecek gücü bulamadı kendinde. Kelimeleri tükeniyor, dili susup o seferlik kötülüğün önünde diz çöküyordu.

“Psikolojiniz bozulmuş sizin. Sağlıklı değerlendiremiyorsunuz. Önemli değil. Özel bir klinikte, psikiyatrist dostlarımız var. Ruh sağlığınız için de yardımcı olmaya hazırız.”

“Davadan çekilmeyeceğim, boşuna yormayın kendinizi.”

“Ya çekileceksiniz ya da biz çektireceğiz.” 

Telefonu kapattıktan sonra camın önünde kalakaldı. Dizleri titriyordu ama kıpırdayacak, bir yere geçip oturacak gücü de bulamıyordu. Zihni şok içindeydi. Telefondaki kadını yanlış anlamış olmak istiyordu. Demir’in annesi, onu, “Seni deli gibi gösteririz, akıl hastanesine kapatırız,” diye tehdit etmemişti, değil mi? Bir anne, bir canı göklerden dünyaya taşımış biri, can olgusunun değerini bilmez miydi?

Camın yansımasında kıpırdayan bir gölgeyle karanlık düşüncelerinden sıyrıldı. Refleksle arkasını döndü. Oda ve koridor boştu, olması gerektiği gibi. Dışarıyı izlemek için tekrar cama döndüğünde camdaki yansıma dikkatini çekti. Hareket etmiyordu bu sefer, netti: Odanın kapısında duran, uzun saçlı ve uzun elbiseli bir kadın silüeti.

Nehir tekrar hızla arkasını döndü fakat kimseyi göremedi. Nefesini tutup büyüyen göz bebekleriyle bir süre bekledi. Beyninin onu aldattığına ikna olunca soluğunu bıraktı. Uykusuz beyni ona oyun oynuyordu şüphesiz. İlaçlar, harabeler gibi gün be gün göçen ruh sağlığını düzeltmekten aciz kalıyordu. 

Pazartesi kimseye kıyak geçmezdi. Yine gelir, paraya ihtiyacı olanları işe çağırırdı. Nehir, izninin bittiği gün, yüzünü yıkayıp makyajla solgunluğunu gizleyerek ofise gitti. Beynine hücum eden düşüncelerin işkencesine dayanıp bilgisayarına eğildi. Öğle arası bilmediği bir numaradan bir telefon geldi.

“İyi günler,” dedi. “Ben Demir’in amcasıyım.”

“Lütfen, ben…”

“Sizi anlıyorum,” dedi amca. Demir’in annesi de Nehir’i anladığını söylemişti fakat sonra sözünü tehdit ile bitirmişti.

“Çocuğun annesi babası biraz duygusal davranıyor, tabii siz de kendi kayıplarınıza üzülüyorsunuz ama herkesin iyiliği için orta yolu bulmalıyız. Yemekte buluşsak, yüz yüze konuşsak çok iyi olur.”

Bir önceki gün, avukatı bugünkü teklifi hissetmiş gibi “Sizi konuşmak için yanlarına çağırırlarsa, asla gitmeyin,” demişti. 

“İyi hissetmiyorum, eve gideceğim,” diye cevap verdi Nehir.

“Sizi işyerinin önünden alabilirim,” dedi amca.

Kadın, bir süre düşündükten sonra “Arabam var,” dedi. Eğer konuşma istemediği bir yöne giderse, eve dönebilmek için arabasının yanında olması iyi olurdu.

Mesai bittiğinde hazırlanıp çıktı. Arabaya bindi. Diğer yandan, avukatına mesaj yazıyordu. Telefonu koyup kontağı çevirdi.  Motor, bir süre anlamsızca uğuldadıktan sonra sustu. Sanki motor da, hayatı gibi, isteklerine eşlik etmeyi bırakmıştı.

İçindeki panik kabardı. “Ne oluyor ya…” diye sordu içindeki ses.

Aklına izlediği filmler geldi birden. Katilden kaçan kurban, can havliyle arabasına atlayıp kontağı çevirirdi ama o araba, kurtuluş için son umut olduğunu bilir ve kurbanla alay edercesine asla çalışmazdı.

“Sakin ol,” dedi kendine. Ortada bir kurban ve katil yoktu, değil mi?

Telefon gelen bildirimle ışıldadı.

“Size zarar verebilirler, sakın gitmeyin,” demişti avukat.

Nehir, arabayı tekrar çalıştırmak istedi. Sanayi masrafı çıktığını düşünüyor, canı sıkılıyordu. Niyetinde hâlâ amca ile konuşmak vardı. Ailenin diğer üyelerinin aksine makul biri olduğunu düşünüyordu. Belki bu iş, böylece kapanır, dava olağan seyrinde devam ederdi.

Dikiz aynasına baktığında çığlık atıp sıçradı.

Aynada, yüzünün yarısı saçlarıyla örtülü, solgun bir suret vardı. Ağzı hafifçe açıktı, göz çukurları kuyu gibiydi. Bu dünyaya ait olamayacak kadar çirkindi. Nehir, arabadan panikle inerken telefonunu ve çantasını alabilmişti. Arabayı kilitledi. Nefesini sakinleştirebildiğinde arka cama başını dayadı, yansımayı engellemek için ellerini siper etti ve içeriye baktı. Kimse yoktu.

O akşam, eve taksiyle gitti.

Gelir gelmez kıyafetlerini bile çıkarmadan yatağına uzanıp dizlerini büktü, ellerini bacaklarının arasına aldı. İki seferdir, gördüğü bu hayaller neydi? Çıldırıyor muydu, yoksa -bu ihtimali düşünmek bile bir tür çılgınlıktı ya- karşı taraf, davadan vazgeçmesi için ona büyü mü yapıyordu? Eğer Melisa hayatta olsaydı, bu paranormal belirtilerin peşinden koşar, karanlık halüsinasyonları kovmaya çalışırdı. Onun gidişi, hayatını ne kadar da alt üst etmişti böyle. Nehir, gözlerini kapatıp Melisa’sızlığı için gözyaşı döktü.

Başını eğdi, yapabilse karnına gömecekti. “Delirmek, böyle bir şey olmalı,” diye dedi içinden. Azrail’in hata yaptığını düşünürken pamuk ipliğine bağlı inancı daha da zayıflıyordu. Oysa Nehir’e kalsa sağ kalmazdı o kazada.

Derken Tanrı’nın onu lanetlediğine karar veriyordu. Öyle ya, Melisa’yı ise sevip katına çekmişti, Nehir’i ise acı dolu yeryüzünde bırakmıştı. Gece saat üç olunca gökyüzüne bakıp “Eli, Eli, lema şevaktani?” diye haykırsa, “Mâ veddeake rabbuke ve mâ kalâ,” diye cevap gelir miydi acaba? Dört kitaptan hangisi yardımcı olurdu ona?

Geceyi, gözlerine eziyet eden bir uykusuzlukla geçirdi. Vücudunun dayanamayıp sızdığı birkaç şanslı vakit hariç duruşmaya kadar sonraki birçok gece de böyle geçecekti.

Duruşma saatlerce sürdü. Karşı tarafın cevval avukatı, hâkimin söylediği her şeye itiraz ediyor ve müvekkilini kurtarmak için elinden geleni yapıyordu. İmkânı olsa Demir’in yaşını büyütür ve kaza anında geçerli bir ehliyet yaratırdı. Nehir’in avukatı da geri kalmıyor, hastaneden aldıkları raporlarla kazazedenin sağlığının nasıl bozulduğunu ortaya koyuyor ve neyin masum bir candan daha önemli olduğunu soruyordu.

Nihayet diller ve eller yoruldu. Mahkeme heyeti duruşmayı ileri bir tarihe erteledi.

Nehir, avukatıyla vedalaşıp yola çıktı. Omzu çökmüştü. Boğazında bir yumru vardı. Melisa’ya olan adalet borcunu ödeyememişti. Şımarık bir katil, üç ay daha dışarıda dolaşacaktı.

Çevre yoluna girdiğinde arkadaki bir arabanın olması gerekenden çok daha hızlı geldiğini fark etti. Diğer şeride geçmeye çalıştı, fakat o tarafta da başka bir araba gaza basmıştı. Ne olduğunu anlayamadan biri önüne kırdı, diğeri de arkasında durdu. Nehir, yolun ortasında sıkışmıştı.

Ne yapacağını düşünürken öndeki arabadan kır saçlı bir adamın indiğini gördü. Adam, belindeki silahı göstererek aşağı inmesini işaret etti.

Nehir’in vücudundaki sinir hücreleri birbirlerine korku sinyali iletiyordu. Uyuşmuş parmaklarla polisin numarasını tuşlamaya çalıştı fakat adam, silahı doğrultarak telefonu bırakmasını işaret etti. Arkadan başka birisi de “Polis yok!” diye haykırdı. Kadının arabadan inmek dışında bir seçeneği kalmamıştı. 

Hava soğuyordu. Rüzgâr, kadının küçük bir tokayla zapt edilmiş saçlarını uçuruyordu.

“Ben Demir’in amcasıyım,” dedi silahlı kır saçlı adam. “Sana güzellikle yaklaştık, olmadı. Senin anladığın dilden konuşayım madem.”

Tabancasını Nehir’in dizlerine doğrulttu. Nehir’in kalbi deprem gibi atıyordu. Bacakları kasılmış, elleri soğumuştu. Silaha bakmak istemiyor ama gözlerini de kaçıracak cesareti bulamıyordu.

“Yeğenim hapse girerse seni öldürmem,” dedi. “Bu kadar kolay kurtulamazsın. Seni dizlerinden ve dirseklerinden vurdururum. Kolsuz, bacaksız, bakıma muhtaç kalırsın. Ne kadar yaşayabilirsin sence? Kimsen de yokmuş.”

Kadın yutkunamadı. Bu doğruydu. Yetim ve öksüzdü. Üniversitede tanışıp ev arkadaşı olduğu Melisa dışında hiçbir yakını yoktu.

“Güzel de bir yüzün varmış,” dedi amca.

Tam o sırada “Ah!” diye tek gözünü kapattı. Açtığında oyulmuş gözünden kan sızıyordu. Korumaları, “Ne oldu efendim?” diye yanlarına geldiler. 

Amca bağırdı. “Taş geldi. Birisi taş attı. Sen! Sen yaptın!”

“Hayır,” dedi Nehir. 

Amca ve yanındakiler, apar topar arabalarına binip gittiler. Ortam bir anda ıssızlaşmıştı. Yerde kan olmasa, biraz önce Nehir’in arabadan silah zoruyla indirildiğine dair bir kanıt olmayacaktı. Nehir, yolu daha fazla tıkamamak için hemen arabasına binip gaza bastı. Bu olayı da kimseye anlatmadı.

Ertesi gün, gazetede ünlü iş adamının kardeşinin hastanede şüpheli bir şekilde öldüğü yazıyordu. “… gözüne giren yabancı cisim tedavi edilirken odadaki tansiyon aletinin gizemli bir şekilde savrularak kafasına çarpması sonucu hayatını kaybetti.” Kimse bu olayın nasıl gerçekleştiğini açıklayamıyordu.

Nehir, korksa mı yoksa rahatlasa mı bilemedi. Gazeteyi bırakıp bir süre boşluğa baktı. Sonra kalkıp banyoya girdi. Üzerini çıkardı, suyun sıcaklığını kontrol edip çeşmeyi kapattı. 

Öylece durdu. Etrafı dinledi. Banyonun duvarlarında, bir melodi yankılanıyordu. İnsan sesinden, dudak kapatılmış, usulca mırıldanan, ürpertici ama tatlı bir ezgi…

Göğüslerini kapatıp “Kimsin sen?” diye seslendi. Ses anında kesildi. Gözlerini sımsıkı yumup bir nefes sonra cesaret toplayarak açtı, arkasını döndü. “Git buradan!” diye inledi. 

Duşakabine girip suyu açtı. Kenara çekilip sırtını soğuk fayansa dayadı. Kabinin buzlu camının arkasından içeride dolanan gölgeyi seyrediyordu. Gözyaşları, duş başlığından akan ılık suya karışıyordu. Banyoyu bitirdikten sonra dahi bir süre suyu kapatmaya ve dışarı çıkmaya cüret edemedi çünkü su sesi bütün sesleri bastırıyordu.

Nihayet çıktığında ise aynanın buğusunda şekiller vardı.

Yıldızlar… Yan yana, küçük, beş köşeli yıldızlar… Melisa çiçeği.

“Ne istiyorsun benden?” diye bağırıp diz çökerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Nehir, o günden sonra davetsiz bir ev arkadaşıyla yaşadığını biliyor, hatta bu duruma alışmaya başlıyordu. Mutfak dolaplarını rastgele açık buluyordu. Televizyon izlerken koridorda dolaşan gölgeyi görüyordu. Yatmadan önce yorganını başına kadar çekiyordu, sanki duvarları aşan o şey, yorganın kumaşını geçemeyecekmiş gibi. Uyuyabildiği gecelerde karmakarışık kâbuslar görüyordu.

İşyerinde biraz daha rahattı. En azından paranormal âlemden ziyaretçileri yoktu. Sıradan hayatını ofis duvarları arasında sürdürebiliyordu.

Bir gün, Demir’in annesinden bir telefon geldi. Bir selâma bile gerek görmeden, “Bize nerede büyü yaptırdın?” dedi.

“Ne?” dedi Nehir, uzun zaman sonra ilk kez gülüyordu. “Siz iyi misiniz?”

“Sakın…” dedi kadın. “İnkâr etme. Bize bir varlık musallat ettin. Senin yüzünden gece uyuyamıyoruz! Önce oğlumun amcasını öldürdü. Şimdi de o şey, oğlumun yatağının başında duruyor.”

“Ben de onu sizin gönderdiğinizi düşünmüştüm,” dedi Nehir.

“Neyi?”

“Varlığı,” dedi genç kadın. “Siz büyüyü bozun da benim evdekini alın o zaman. Siz yaptırdınız, değil mi?”

“Ne saçmalıyorsun? Biz büyü yaptırmadık. Sen yaptırdın.”

Bu anlamsız tartışma dakikalarca sürdü. Nehir, en sonunda sinirleri bozulmuş bir şekilde telefonu kapattı. Akşama kadar çalıştı. Eve girip ışığı yakınca irkildi, geriye çekilip duvara yapıştı.

Yerde bir adam, cansız yatıyordu. Vücuduna bir sürü cam parçası saplanmıştı. Etrafında kırık sürahinin kana bulanmış parçaları saçılıydı. Gözleri dehşetle açılmış ve tavana sabitlenmişti. 

Nehir, kusmamak için nefesini tutup kapıdan gerisin geri çıktı. 

Bir saat sonra içeriyi polisler doldurmuştu. Görünmez bir güç, sürahiyi kaldırıp sertçe adamın üzerine fırlatmış gibiydi. Olay anında evde kimsenin olmadığı kanıtlanmasaydı bir cinayet olarak soruşturulacaktı. Fakat beklenmedik bir ayrıntı davanın seyrini tersine çevirdi. Olay yeri inceleme ekibinin şeffaf bir naylona koyduğu telefon, cesedin, Demir’in ailesinin gönderdiği bir tetikçiye ait olduğunu ortaya çıkardı. Böylece aile, suçlarına örtbas edemeyecekleri bir yenisini eklemişti.

İkinci duruşma, ilkinin aksine çok kısa sürdü. Deliller ortadaydı. Demir, sanık kürsüsünde başı eğik bir şekilde hâkimi dinliyordu. Annesiyle babası yanında değildi çünkü onlar da son işledikleri suç yüzünden hapishanede, kendi davalarının duruşma gününü bekliyordu.

Hâkim, zanlının gözlerinin içine bakarak hapis cezasını açıkladı. Adaleti tecelli ettirmenin tatminiyle parıldıyordu yüzü. Hiçbir rüşvet ya da tehdit, adaletin verdiği iç huzurdan büyük olamazdı.

Nehir başı dik bir şekilde adliyeden çıktı. Arabayı tek hamlede çalıştırırken, haritayı açtı. Güneşli bir gündü. Çevreye çiçek kokuları yayılıyordu. Mezarlığın hemen dışındaki bir ulu ağacın gölgesine arabasını park etti.

“Her nefs ölümü tadacaktır,” yazan kapıdan içeri girdi. Bütün hayalleri dışarıda bırakıp kucakladı gerçeği. Bazısında isim ve tarih, bazısında ise diğer âlemden seslenen şiirler yazan mermer kitabelerin yanından geçti. Yeşil ağaçların gölgesinde, kuşların neşe dolu şarkılarının eşliğinde yürüdü. Kalbi her adımda biraz daha ağırlaşıyordu. Melisa da geçmişti buradan. Tahta bir tahtta, beyaz dikişsiz bir giysiyle. Teslim edilmişti, hammaddesi toprağa. Şimdi onun da başında bir mermer kitabe vardı: “Ruhuna Fatiha”.

Nehir, arkadaşının omzuna elini koyarcasına, mezar taşına dokundu. “Melisa…” dedi, mezarının üstünde rengârenk açmış çiçeklere bakarak. Gözleri ıslanmaya ve yanmaya başladı.

“Bitti kardeşim,” dedi gözyaşlarını silerek. “Adalet yerini buldu. Huzurla uyu.”

Birinin onu izlediğini hissediyordu. Başını çevirdiğinde onu gördü. O korkunç sureti… Bakışlarını kaçırmadı. “O kadar duygu doluyum ki korkuya yer kalmadı,” dedi. “Kusura bakma. Seni bana gönderenlere iletirsin.”

Mezardan ayrılıp arabasına yürürken yaratık da onu takip ediyordu. Usulca adımlıyor, aradaki iki adımlık mesafeyi kapatmıyordu. Nehir, gülümser gibi oldu. Adını, türünü ve doğasını bilmediği o varlığa acıdı. Şoför kapısını açarak bindi ve dikiz aynasına dikti gözlerini. Yaratık arka koltuktaydı.

“Duvardan geçebilmek güzel bir his olmalı,” dedi arabayı çalıştırırken. “Küçükken Casper izler, özenirdim.”

Beraberce eve döndüler. Siyah gölge, mezarlıkta yaptığı gibi Nehir’i takip etti. İçeriye girdiğinde doğruca Melisa’nın odasına doğru süzüldü. Odanın ortasında bir ağaç gibi durdu.

Yaratık, çürümüş elini kaldırdığında çevreye dayanılmaz bir koku yayıldı. Nehir de canını bedeninde tutmak istercesine ellerini boynuna götürdü ve duvara doğru çekildi. Mezarlıkta kaybolan korkusu geri dönmüştü. Göz bebekleri, onun hareket eden gri parmağını takipteydi. Dolabı işaret ediyordu parmak. Sonra fantom, bir nefes gibi sönüp geldiği gölgelere geri döndü.

Yaşayan, kendine gelebildiğinde, kalbi ağzında, çekmeceli dolaba yaklaştı. Üç kulptan hangisini çekeceğini bulmaya çalıştı. Aşağı yukarı gezinen eli nihayet ortadakine gitti. Gürültüyle açılan bölmede bir defter, eski bir kitap ve bir taşınabilir bellek dışında hiçbir şey yoktu. 

Nehir ilk olarak kitabı çekip aldı. Sayfaları sararmış, içi kabarmış, inceden küf kokan cildin kapağında “Kadim Sırlar ve Yasak Ritüeller” yazıyordu. Bu kitabı hiç görmemişti. Diğer odadan bilgisayarını getirirken “Melisa, ne yaptın sen?” diye mırıldandı. “Eve ne çağırdın?” 

Melisa, her zaman maddenin ötesine meraklı bir kız olmuştu. Kendi kendine, küçük ritüeller yapardı. Bu tür bir kitap edinmesi şaşırtıcı değildi fakat Nehir yine de ürpermişti. Taşınabilir belleği bilgisayara taktı.

Ekranda beliren dosyaları görünce burukça gülümsedi. Bunlar, Melisa ile eğlenirken çektiği fotoğraf ve videolardı. Mutfakta yemek yaparken, gece oturmalarında, gündüz gezmelerinde… Mutlu oldukları her anı ölümsüzleştirmeye çalışırlardı.

Videoları sırayla izlemeye başladı. Dört yıl önceki bir videoda, balkonda oturuyor ve kahve içiyorlardı. Arka plandaki siyah gökyüzünde birkaç yıldız görünüyordu. Cep telefonu Melisa’nın elindeydi. 

“Ben buradan düşsem ne yaparsın kanka?” demişti Nehir durduk yere, videonun dördüncü dakikasında.

“Düşemezsin, tutarım seni.”

“Hadi o sırada evde olmazsan?”

Diğer kız kafasını çevirmişti. “Bebeğim,” demişti. “Ben ölsem bile yalnız bırakmam seni. Hatta ölüysem daha rahat yardım ederim, bedensel sınırlamalar olmayacak sonuçta.”

Nehir, öfkeyle sırtını yasladığı kırlenti arkadaşına fırlatmıştı. “Ölüm deme artık ya! Ağzından düşmüyor şu laf.”

Melisa kıkır kıkır gülüyor, video da böylece bitiyordu.

İzleyenin tüyleri diken diken olmuştu. Diğer videolara devam etmeye cesaret edemedi. Bilgisayarın kapağını indirip defteri eline aldı. Yazılı son sayfada, düzgün bir el yazısıyla “Sf. 134, yapıldı,” yazıyordu. Eski kitaptan bahsettiği su götürmezdi. Nehir, kitabın ağırlığını dizinde hissedip sayfaları çevirdi ve 134. sayfayı buldu.

“Ah…” diye bir nefes çıktı ağzından. Neredeyse bayılıp düşecekti. 

Sayfadaki ritüelin başlığı şuydu: “Öldükten Sonra Ruh Olarak Dünyaya Dönmek İçin”

“Öldükten sonra dünyaya geri dönmek ruhsal dünyanın kurallarına aykırıdır. Sizi usta bir büyücü diriltebilir ama siz, kendi bedeninizi diriltemezsiniz. Yalnızca, iyi ve geçerli bir sebebiniz varsa ruh biçiminde dünyaya geri dönmenize izin verilir.”

“Melisa… Sen… Ne yaptın?” diye fısıldadı Nehir. Kanının nasıl donmadan damarlarında aktığına hayret ediyordu.

“Dikkat: Bu ritüelin ağır bir bedeli vardır. Yaşam enerjinizi kalıcı olarak azaltır ve kötü şansı üzerinize çeker. Bu yüzden, ritüeli bitirdikten sonra ek olarak koruma ve enerji yükseltme çalışmaları yapınız. Yine de ruhani bağışıklığınız, ritüelden önceki haline asla dönmeyecektir.”

Diğer sayfaları hızlıca karıştırdı. Hiçbirinde, bu sayfadaki kadar uzun tanımlar ya da uyarılar yoktu, hatta birçoğunda doğrudan talimatlara geçiyordu. 134.’ye dönüp okumaya devam etti.

“Son olarak: Ruhun Güzelliği bölümünde belirttiğimiz gibi ruh daima genç ve güzeldir. Yaşlı, çirkin bir bedene sahip olsanız bile ışık saçan bir ruhla dolaşırsınız. Ancak, dünyaya dönmeyi seçtiğinizde, maddi ve manevi âlemler arasındaki frekans farkından dolayı bu ışığı korumanız mümkün değildir. Her ne kadar ruh bedene geri girmeyecek olsa bile, mezarda deforme olan bedeninizle bağlantılı olarak korkunç ve iğrenç bir biçime bürüneceksiniz. Sevgili okuyucu, elde edeceğiniz faydanın tüm bu bedellere değip değmeyeceğini iyi düşününüz.”

Nehir, gözlerini yumdu. Kirpiğinde asılı kalan damla, yanağına düştü. İçindekiler bölümüne geçip “Ruhun Güzelliği” başlığını buldu. 23. sayfayı açtı. Şöyle bir pasaj vardı arada:

“… bir insan, ruhunu çirkinleştirecek kötülükler yapmamışsa da bazı ritüeller sonucunda güzelliğini kaybedebilir (bkz. sf. 134) ve bu durumda, ritüelin sağladığı faydayı bırakarak güzelliğini geri alma şansına sahiptir.”

134. sayfayı tekrar çevirdi, maddeleri okudu. Bölümün sonu, 136. sayfaya dek geliyordu.

“Ritüeli Geri Almak: Bu ritüel, başka bir ritüele gerek kalmaksızın geri alınabilir. Öldükten önce ya da sonra, dünyaya dönme niyetinizden vazgeçmeniz yeterlidir. Vazgeçtikten sonra materyalleri yok etmek iyidir; fakat bu zorunlu değildir.”

Genç kadın, midesinde bir boşlukla, İçindekiler’e döndü ve sayfaları çevirdi. “Bir Ruhla Görüşmek İçin” başlığını bulup yazılanları okudu. 

Buz gibi soğumuş elleriyle üst çekmeceyi açıp Ouija tahtasını buldu. Hiç sevmezdi böyle eşyaları Nehir, mesela şu tahtanın üzerindeki harfler bile ürkütücüydü. Melisa için ise ruh çağırmak, küçük ritüeller ya da büyüler yapmak bir eğlenceydi. Elektriğin kesildiği gecelerde birkaç mum ile birlikte bu tahtayı getirir, birlikte göstergenin üstüne parmak koyup meçhul boşluğa seslenmek için Nehir’e adeta yalvarırdı. Dalga geçerdi korkuşuyla.

“Hadi bebeğim,” diyen melodik sesini kulaklarında duyuyor gibiydi o an.

“Hayır ya! İstemiyorum.”

“Bir şey olmaz can ya…”

“Tek yap. Beni karıştırma,” derdi ellerini kaldırıp.

“Ay, asıl yalnız başına tehlikeli,” dedikten sonra kollarını dolardı diğeri de. Kendin korkuyorsun, beni ruhlarla baş başa bırakıyorsun. İyiymiş. Tek kalırsam ölürüm bak. İster gel, ister gelme.”

Melisa, eften püften isteklerinin içine bile ölüm denen o soğuk kelimeyi sokardı. Bilirdi Nehir’in dayanamayıp “Peki,” diyeceğini.

Diğer kız da ürpertiyle ve çabuk bitmesi dileğiyle yere oturur, mumların alevini seyreder, derken gözlerini kapatıp arkadaşının elini tutar ve göstergeye parmağını koyardı. Melisa’nın, erkek arkadaşıyla ilgili sorularına yanıt vermek için kayan o göstergeyi onun hep bilerek oynattığına inanmıştı.

Şimdi, kendi iradesiyle mumları yakıyor, tahtayı yerleştiriyor ve tek başına göstergeye dokunuyordu. Ortasında bir cam olan şekilli tahta parçası parmağıyla birlikte titriyordu.

“Melisa,” dedi, gecenin ortasında bir kâbus görüp yatağından fırlayan kız çocuklarının, yatak odasına gidip anne ve babasının yanında yatmak için yalvardığı gibi. “Burada mısın?”

Parmağı, iradesinden azade, usulca kaymaya başladı. Gösterge evet yerine “Y” harfine gidiyordu. Ardından bir parça sola kayıp “U”ya ve yukarı çıkıp “K”ya uğradı. Kelime bittiğinde mesaj ortaya çıkmıştı: “Yukarı bak.”

Mumlar sert bir hava akımıyla kısa bir ıslık sesi çıkarıp söndü. Nehir, boynunda tonlarca ağırlık varmışçasına başı eğik bir halde yavaşça bakışlarını kaldırdı. İnce gri dumanların ardında gördü onu. Çıplak ayaklarına baktı önce. Yer yer yırtılmış derisi gri ve soluk mavi, aradan fırlayan damarlar kahverengiydi. Dizinin üstünde elbisesi başlıyordu, bir zamanlar beyaz olduğu anlaşılan bu eprimiş kumaş artık griyle siyahın bütün tonlarını dolaşıyordu. Omurgası olması gerekenden daha uzun ve eğri; azaları kıl gibi ince ve çarpıktı. Yosunu andıran siyah saçları, hiçbir kıvrımın belli olmadığı karanlık çehresini örtüyor, iki şekilsiz gözü yine de araba farı gibi parlıyordu. 

Nehir ne ara sessizce gözyaşı akıtmaya başladığını fark etmemişti. “Seni böyle görmeye tahammül edemiyorum,” dedi ağlamayı kesip nefesini düzenlemeye çalışırken. “Seni çok seviyorum, tahmin edemeyeceğin kadar özlüyorum. Dış görünüşün umrumda olmazdı yaşasaydın,” dedikten sonra vurguladı, “Eğer yaşasaydın… Ama sen öldün. Öldün!”

Paranormal varlık, yavaşça geriye çekildi. Ev sahibesi gözyaşları içinde gerçeği kavradı: yolcu yolunda, ne kadar sevilirse sevilsin ölü de mezarında gerekti.

“Bırak, aklımda o eski, ay gibi yüzün kalsın. Nazik sözler söyleyen dudakların, bir şarkı gibi sesin. Akı ak gibi, irisleri de ağaç kabuğu gibi kahverengi olan düzgün gözlerin kalsın. Seni bir…” Kelime aradı. Bedeni güçsüzken, sesi kısık ve çatallıydı. “Seni bir canavar olarak hatırlamak istemiyorum. Adını söylediğimde çürümüş bir yüz hayalime gelsin istemiyorum. Şu halin kâbuslarıma giriyor. Anlıyor musun beni?”

Göğsünde bir soğukluk hissedince bakışlarını son bir cüretle yukarı çevirdi. Yaratık, elini uzatmıştı ve koyu gri yüzü acıyla çarpılmıştı. Doğaya aykırı bir ışık yayan gözlerinde öfkeden iz yoktu. 

“Özür dilerim,” dedi Nehir. Yorgun ses telleri, sesini çatallaştırıyordu. Melisa teması severdi. Vedalaşmadan önce sarılırlar, mümkün değilse de bir kez el sıkışırlardı.

Canlı el, ölünün etleri dökülen elini sıkıca kavradı.

Hayalet elini bıraktıktan sonra biraz daha geriye çekildi. Baş parmağıyla işaret parmağını üst üste getirerek kalp işareti yaptı. Ev sahibi bunun üzerine bir kez daha ağlamaya başlamıştı.

“Melisa’m, ben de seni seviyorum.”

Ayaktaki, el salladı.

“Hoşça kal güzelim,” dedi oturan. Siyahlık, yavaşça kayboldu ve oda aydınlık haline döndü.

Nehir iç çekip temiz elindeki mendille yüzünü sildi. Pişmanlık duyar gibi olsa da diğer elindeki leş gibi kokuyu koklayınca doğru karar verdiğini düşündü. Melisa cennette çiçek rayihasıyla dolaşmayı hak ediyordu, dünyada kalıp kokuşmayı değil. Banyoya gidip uzun uzun elini sabunladı.

Geri döndüğünde ruhuna öncekine benzemeyen bir ağırlık çöktü. Bu odada bir daha onun sesini hiç duymayacaktı. Bu bir kurtuluş muydu sahiden? Bakışları gibi ruhu da boşalmıştı. Balkon ışığını yaktı, odadaki sandalyeye oturdu ve hap kutusuna bakakaldı.

Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

Liste(leri) seçin:
Bu alan gereklidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir