Yatakta sağına soluna dönüyor, uyuyamıyor. Uyku sığdırabilmek için bir gıdım boşluk olmalı insanın kafasında. Yok! Köşe başında bıçaklanmış o zengin adamın cesedini tam çözünürlükle görüyor, 5N1K sorularıyla kendini yiyor. Saat 3. İçeriden bir ışık görüyor.
Yanında eşi de gözlerini açıyor. “Canım…” diyor cinayet bürosu komiseri Önder’e. “Mert’e söylesene, yatsın artık. Kaç gecedir uyumuyor, bu ne böyle?”
“Mert!” diye bağırıyor Önder. “Yat artık oğlum.”
“Ders çalışıyorum baba,” diye cevap geliyor içeriden.
Mert sınav senesinde. Geleceğini optikteki birkaç kutucukta görüyor. Gençliğin deliliğinden ve hayatın akışından adım adım kendini çekmiş, test kitaplarına gömülmüş. Tek sosyal aktivitesi ara sıra birkaç arkadaşıyla dışarı çıkıp şehri turlamak. Önce gündüzlerini, son zamanlarda gecelerini de vermiş.
Önder yerinden kalkıyor. Yüzünü yıkıyor ve gecenin uykusuna tamamen veda ediyor. Dün gece de böyleydi oğlu. Gece boyu ders çalışmış, sabah kahvaltıya kalkmış -pek bir şey yemeden derse dönmüş- ve yine…
Oğlunun odasına giriyor ve dersini bölmek pahasına “Yavrum kaç saattir uyumuyorsun?” diye soruyor.
Mert, kafasını kaldırıp bakıyor. “Uyurum baba gündüz biraz.”
“Gece uykusu gibi olur mu? Siz gençsiniz daha iyi bilirsiniz. Vücut geceleri bir hormon salgılar.”
“Melatonin.”
“Her neyse. Vücuduna merhamet et,” derken sebepsizce gözleri doluyor. “Sabah çalışırsın, şimdi git yat hadi.”
“Uyuyamam ki…” diyor Mert. Test kitaplarını gösteriyor. “Kafamda bunlar varken uyuyamam, bak sen de uyuyamamışsın.”
“Ben 4-5 saat uyudum,” diyor Önder. Gözünde zerre uyku olmayan çocuğu zorla yatağa yolluyor. Artık Özgür’ün cesedinin hayaliyle baş başa kalabilir.
Özgür, 45 yaşında. Üç yıl önce memuriyetten istifa etmiş, elindekini avucundakini Çin’den gelen ucuz oyuncaklara yatırmış ve hızlıca zengin olmuş. Villa alıp lüks araba çekmiş altına. Böyle birinin ne işi olur kenar mahallede? Orada, zaten onlarca suç kaydı olan gençlerden biri, gasp amacıyla adamı bıçaklamış olabilir. Büyük ihtimalle böyle.
Mahalledeki tüm gençleri sorguluyor. Gören bilen yok. “Biz yapmadık ağabey,” diyorlar. “Bizde her şey olur katillik olmaz, bıçağı adamın bıçağına takarız biz.” Eee, şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söylermiş.
“Gördünüz mü yapanı?” O da yok. Sabaha karşı hava aydınlanmadan olmuş olay, ezan bile okunmadan. Birkaç kişi maskeli, baştan aşağı karalar giymiş birini mahalleden kaçarken görmüş. Bu kadar. Suç aleti de ortalarda yok, büyük ihtimalle bir yerlere gömülmüş. Maktulün yanında kimlik ve cüzdan yok. Kart da bir kuruş nakit de yok. Sadece kıyafetleri ve bedeni.
Ellerindeki tek veri bıçak yarası. Kalbine, tek ve tereddütsüz bir darbe. Belli ki katilin ilk işi değil. İnsan anatomisini yakından bilen korkusuz, soğukkanlı biri. Fiziksel olarak güçlü. Bıçağı sağ eliyle tutmuş, bunu bıçak yarasının eğiminden anlıyorlar. Cinsiyeti erkek. Bir kadın, bıçağı o şekilde tutup öyle sallamaz.
Önder sabah olunca narkotik şubeye gidecek. Narkotik, gençlerin bağımlılığa olan eğilimlerinden dolayı o mahallede sıkça çalışıyor; haplar, tozlar ele geçiriyor. Suçlu bir hayatı sağlıklı bir beyin seçmez zaten. Belki de zavallı bir bağımlıdır Özgür’ü öldüren. Sabaha karşı biraz daha uyuyor ve Elsa’nın -küçük kız çocuklarının hayran olduğu Karlar Ülkesi animasyonundaki kraliçe- bir buz kristaliyle Mert’i kalbinden bıçakladığını görüyor. Kan ter içinde uyanıyor.
“O mahalleyi yeni bir maddenin pazarı yapmaya çalışıyorlar,” diyor narkotik şubenin komiseri. “Diğerlerine benzemiyor. Tek kullanımda bağımlılık geliştirebiliyor. Hızlı zenginleşen maktul belki de bir madde satıcısıydı.”
“Kanında hiçbir şey çıkmadı,” diyor diğer komiser.
“Satıcıları maddeyi kendileri kullanmaz. Kendini zehirlemez. Para için başkalarını, özellikle gençleri…”
Önder’in elleri titriyor, başı dönüyor. Su istiyor meslektaşından.
Artık maktulün kendisi de bir şüpheli. Bağlantıları araştırılacak. Bu bağlantıların boğazına dolanıp dolanmadığı tespit edilecek. Devletin kurumları iş birliği yapıyor. Ölen adamın İran’dan gelen birkaç takipli şahısla temasa geçtiği tespit ediliyor. Operasyon… Ele geçen madde üretim düzenekleri… Sorguya alınan üreticiler Özgür’ün bölgenin dağıtıcısı olduğunu söylüyorlar. Cinayet hakkında bilgileri yok.
“Kendisi bizzat mahallelere gitmezdi, adamlarını gönderirdi.”
“Adamları kim? Tek tek isim verin.”
Bilmiyorlar. Lafın gelişi adam demişler. Genelde kendileri de maddeye düşen liseli çocuklarmış. Torbacı olduklarında biraz daha indirimle alabiliyorlarmış. Onlardan biri mi bıçakladı patronunu acaba? Polisler hepsini tek tek araştıracak. Soruşturma tam da Önder’in istediği yönde ilerliyor.
Maktul alışkanlığını neden bozdu da korumasız bir şekilde mahalleye gitti? Belki ani bir telefon gelmiş, belki de yeni bir fırsat yakalamıştı. Çeşitli spekülasyonlar üretilebilirdi ama asıl ipuçları ortadan kaybolan nesnelerde saklıydı. Cüzdanı, telefonu ve paraları harıl harıl arıyordu polisler.
Olay yerini ziyarete gittiğinde, sokaktaki apartmanlardan birinin uyduruk arka bahçesinde, küllenmiş toprak dikkatini çekiyor komiserin. Emir verip orayı kazdırıyor. Yerin bir karış altında ateşle biçimi bozulsa da ne olduğu anlaşılan yanmış plastik, kâğıt ve kumaş çıkıyor.
Küllü alana giden ayak izleri tespit ediyor olay yeri inceleme. 45 numara erkek ayakkabısı. Aynı bahçede sahipsiz bir çift bot bulunuyor. Botların tabanı izlere uyuyor ama herhangi bir DNA kalıntısı yok. Derken bir ayrıntı fark ediyorlar. Katil, ayaklarını sürüyerek yürümüş. Ayak numarası anlaşılmasın diye büyük bir ayakkabı giymiş. Gerçek ayak numarası ise tahmini 41-42.
Bulunan bütün bu izlerden sonra katilin bir bağımlı olmadığı netleşiyor. Maddeye erişme dürtüsüyle cana kıyan biri bu kadar karmaşık düşünemez. Planlanmış ve soğukkanlı bir cinayet bu.
Önder uzun bir mesai sonrası eve gidiyor. Mert yine kitaplarının başında. Uyumuyor. Günlerdir uyumamış. Önder yaklaşıp kitabın kapağını yavaşça kapatıyor. “Baba oğul konuşalım mı?” diyor yumuşak bir sesle.
Korkuyla sarsılan çocuk “Ben bir şey yapmadım baba!” diyor.
“Kızmayacağım,” diyor baba. Oturacak bir yer arıyor kendine. En sonunda oğlunun yatağını buluyor.
“Her şeyi biliyorum. Senin itiraf etmeni bekliyorum.”
Mert’in elleri titriyor, kalbi hızlanmış. Göz bebekleri büyümüş. “Ben sadece daha çok ders çalışmak istemiştim baba,” diyor.
Önder kızmayacağına söz verdi ama dayanamıyor. “Beynini eriterek mi çalışmak istedin oğlum? Az ders çalış, varsın hukuk kazanma. Hâkim olma.”
“Bu saatten sonra da olmaz,” diye düşündü ama söylemedi.
“Sağlıklı ol, benim oğlum ol. Yeter! Kim sattı sana bunu?”
“Aykut,” diyor Mert. Her gün dolaşmaya çıktığı arkadaş grubundan biri.
“Hepimize bedava dağıttı. Baktım, enerji geliyor. Zihnim açılıyor. Yemek yememe, uyumama bile gerek kalmıyor. Ama sonrası fena.”
Maddenin merhameti yok. Ne verdiyse faiziyle alıyor geri. Mert artık madde olmadan kafasını toparlayamıyor.
“Aykut’a harçlıklarımızı verdik. Telefonumu satıp verdim. Ben telefonumu kaybetmemiştim baba. Parasını çıkarmak için sattım.”
Önder bir komiser. Şefkatliyi de oynar, serti de. Sorguda çok şüpheliyi konuşturmuşluğu var. Kabiliyetini Mert’in üzerinde kullanıyor bu sefer. Ona sarılıyor, tedavi ettireceğine söz veriyor. Aykut hakkında bildiklerini karakolda anlatması için ikna ediyor.
Önder’in de itiraf etmesi gereken şeyler var ama hiçbir zaman etmeyecek.
Akşama yemek yapılacak. “Bugün yemeği ben yapacağım,” diyor karısına. Buzluğu açıyor. Siyah saplı tertemiz bir ekmek bıçağı. İyi yıkadığı için kendini tebrik ediyor. Kanunu çiğneyen kanun adamı pişman değil. Bazı suçların cezası hapisle verilmez. Bir paket antrikot çıkarıp kesme tahtasına yatırıyor ve oğluna merhametin son hecesiyle kıyanın kalbini doğrarcasına hırsla vuruyor: tak tak…