Bir mesai günü sabahı yarı uykulu, başları önde, elleri ceplerinde ekmek teknelerine gidenler; sokağın ortasından tüy gibi geçen ve arkasında kısa ömürlü güçlü bir rüzgâr bırakan kadının görüntüsüne bakakaldı.
Koşar adımlarla yürürken ve süpürge saçları uçuşurken kadın, “Söz…” diye söyleniyordu. “Söz verdim!” Yad nazarlara aldırmadan ana caddeye çıktı ve hızını otobüs durağına kadar kesmedi. Durakta dahi ellerini çırpıyor, ayaklarını yere vuruyor ve her insanı yoklayan temel bir ihtiyacı varmış gibi sallanıyordu.
Gelen otobüse herkesten önce binmeye çalıştı. Yine de boş yer yokmuş gibi ayakta kaldı. Sefer sırasında önden arkaya, arkadan öne sürekli yürüdüğünden dolayı şoförden uyarı alan kadın, boşalan bir koltuğun ucuna eğreti bir şekilde oturdu. Huzursuzca ileri geri sallandı. Epey tenha bir durağa vardığında aceleyle el kaldırdı. İnerken tökezlese de durmadı, tek ayağı üzerinde sekerek dengesini sağladıktan sonra otobüsün baktığı yöne doğru koşmaya başladı.
Müstakil evlerin ve yemyeşil bahçelerin çevrelediği o sokak, son duraktı. Şoför son yolcusunun ardından gaza basarak evine gitmek üzere uzaklaşacakken yükselen güneşin altın ışığıyla parlayan kol saati merdivenlerin kenarında gözüne takıldı. Bir çırpıda yerinden kalkıp saati aldı. Direksiyonunu düz konuma getirip kadının peşinden sürdü. Bağırıp el kol hareketleri yaparak varlığını belli edemeyince tüm gücüyle kornaya bastı. Ne var ki kadın, bir insanı sağır edebilecek bu yüksek ses karşısında bile tepki vermiyordu.
Yol bitince şoför, aracı park etti. Bu sırada epey vakit kaybetti. Avucunda sallanan saatle kadının peşinden tarlaya girdi. Sararmış otların arasında ve güneşin giranbaha bakışlarının altında, biri önde diğeri arkada koştular.
Saçları buğday saplarını andıran kadın sıçrayan bacaklarında gençliği taşıyordu. Alnına yaşlılığın imzasını buyur eden şoför ise sıkça durup nefesleniyor ve önündeki insanla mesafesini açıyordu. Öyle bir an geldi ki şoförün başı döndü, görüşü bulanıklaştı. İleride onu bekleyen bir siluet görür gibi oldu.
Kendine gelip yüzünü sıvazladığında kadının iri, siyah gözleriyle karşı karşıya geldi. Saatin sahibinin gerçekten de onun için durduğunu fark etti. İlkin bitkiden azade toprak topaklarının dağılışını ayak tabanında hissederek yürüyüp emaneti teslim etti. Ardından gitmeye davrandı ama bir tuhaflık, ayaklarını olduğu yere sabitledi. Bir muharrik bekledi adam: bir kelime, teşekkür ya da başka bir tepki. Hâlbuki kadın hâlâ aynı yüz ifadesiyle, ağzını bıçak açmaz halde duruyordu.
Durgunluğun hükmettiği saniyelerden sonra saati döndüren kadın “Beş dakika daha varmış.” diye mırıldandı. Gözlerini kapatıp temiz havayı uzun uzun ciğerlerine çekti. “Sağ olun.” dedi sonra adamın yüzüne bakarak. “Beni buraya getirdiniz, saatimi bana getirdiniz. Alıkoymayayım sizi.”
“Merakımı bağışlayın.” dedi şoför. Dudaklarını yumdu, derin bir nefes aldı ve kendine kelimelerini seçecek zaman yarattı. Ancak kadın, şoförün ne sormak istediğini çoktan anlamıştı.
“Koşarken deli gibi görünüyordum, değil mi?”
“Aslında acelenizin sebebini merak ettim.” dedi adam. “Acil bir durum varsa yardımcı olmak istedim.”
Kadın bir anda gülmeye başladı. “Şey… Önemli değil, gerçekten. Yani, elbette benim için önemli ama diğer insanların anlam verebileceği bir şey değil.”
“Özel değilse bana anlatabilir misiniz?” dedi tebessüm eden şoför. Merak, insan zihninin duvarında açılan bir gedikti ve o kapanmazsa, duvar sakin ve sağlam kalamazdı.
“Vakit geldi, sözümü tutmam gerekiyor.” Saatine bir kez daha bakan kadın çevresine bakarak yürümeye başladı. Tarlanın tam ortasına gelince durdu. Ensesine götürdüğü parmakları bir kolyenin zincirini çözüyordu. Eğilip yeri hafifçe kazdı, boynundan çıkan parlak nesneyi çukura koydu ve üzerini kapattı. Şoför, olanları hayretle izliyordu.
“Siz kolyenizi bıraktınız!”
Kadın sanki sıradan bir iş yapmış gibi gülümseyerek başını salladı. Rahatlamış bir şekilde “Üçüncü yılda da sözümü tutabildim.” dedi. Şoförün soru sorar gibi bakan yüzüne odaklanarak “Altın Tohum Andı’nı…” diye ekledi.
“O da nedir?”
Kadın, soruya soruyla karşılık verdi. “Çocuğunuz var mı?”
Şoförün hayalinde evdeki çocukları canlandı.
“Evet, iki tane.”
“Hayal güçlerinin ne kadar geniş olduğuna şahit olmuşsunuzdur.”
Şoförün hayal perdesinde bu sefer sıradan bir akşam vakti vardı: Yanına gelip oynamak isteyen çocuklarını televizyon izlemek için reddediyordu. Heyecanla bir şeyler anlatan küçük bilinçleri “Saçmalamayın!” diyerek azarlıyordu. Mahcubiyetle başını eğdi ve sahneyi dağıtabilmek için gözlerini kırpıştırdı.
“Doğru…” dedi. “Zihinleri özgür, bizim gibi bin bir sorunla dolu değil.”
“Kardeşim üç yıl önce, bugün ve tam kolyeyi gömdüğüm dakika vefat etti.” Kaşlarını bir an için çatmıştı kadın, sesi de belli belirsiz boğuklaşmıştı fakat yutkundu ve kederi perdelendi. “Uzun süredir kanser tedavisi görüyordu. Ölümüne yakın bana söz verdirmişti.”
Şoför suskun kaldı. Bu, tanımadığı bir çocuk için adı konulmamış bir yastı.
“Her yıl rastgele bir tarlaya girip altın bir takı gömeceğim. Tarla sahibi bu takıyı bulacak ve eğer zor günler geçiriyorsa aşabilmek için destek olacak. Gerçekten ihtiyacı yoksa da, bir gün düşebileceğini ve Allah’ın yardımının onu hiç yalnız bırakmayacağını hatırlayacak. Evet… Böyle demişti. Yaşasaydı birlikte yapacaktık.”
Esinti saçlarını uçuruyordu. Hava, çocuğunun başını okşayan bir baba gibi varlığını tenlerinde hissettiriyordu. Kısa bir sessizliğin ardından adam “Peki neden tarla?” diye sordu.
“Bazen ilaçlardan dolayı midesi bulanırdı. O dönemlerde yemek yemek istemezdi. Annem de onu yemek yemeye ikna edebilmek için sürekli hububatın faydalarından bahsederdi. Böylece kardeşim zamanla çiftçilere hayran oldu. Çizdiği resimlerde hep tarlalar vardı, görecektiniz, sarı, turuncu pastel boyaları karıştırıp elde ettiği altın rengiyle çizdiği buğdaylar…”
Yanağında sıcak bir damlanın yuvarlandığını hisseden şoför derince soluk aldı, ciğerleri titredi. “Bizde ölene ‘Allah taksiratını affetsin’ denir de bir meleğin hangi günahı olur ki affedilsin? Allah cennette nimetlerini saçsın ona, bizim taksiratımızı affetsin.”
“Amin,” dedi kadın ağlamaklı, ayaklarına bakarak.
Sabahki acelesinden geriye saf bir sükûnet kalmıştı. Şoförün peşine takılıp tarladan çıktı. İçinde hem özlem hem de sözünü bu yıl da tutabilmenin sevinci vardı. Belki, kardeşinin bedeni yaşamıyordu ama onun altın kalbi, altın tohumlarda yaşayacaktı.