Kategori: Kitaplar

  • GÜNDÜZ DÜŞÜ – Öykü

    GÜNDÜZ DÜŞÜ – Öykü

    Bu öyküyü kedim Peri’ye ithaf ediyorum.

    Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.

    Franz Kafka – Dönüşüm

    Göbeği beyaz, sırtı tekir, gözleri yeşil yavru dişi kedim Peri bir öğlen vakti bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini benim yatağımda -aynı yatakta yatardık- bir insana dönüşmüş olarak bulmuş. Marketten eve dönene dek farkında değildim.

    Beyaz sirke ve toz bezi almaya gitmiştim. Mama ve kuma da ihtiyacım vardı fakat onları süpermarketlerden almazdım. Market mamalarını kaliteli bulmazdım. Eğer bir canla yaşıyorsam elimden gelenin en iyisini yapmalıyım, diye düşünürdüm. Fakat eve geldiğimde yaşadığım şokla birlikte böyle bir meselem de kalmamıştı artık.

    Halbuki evden yalnızca yirmi dakika ayrı kalmıştım.

    Karşımdaki genç kızın İskandinavlar gibi bembeyaz bir teni vardı. Gözleri yeşim taşı rengindeydi. Saçlarının ise tek bir rengi yoktu, kahverengili, siyahlı tekir desenindeydi. Bu son özellik beynimin nasılını algılayamadığı dönüşüm için inkâra gitmemi engelledi.

    Sadece, kedimin bir insana dönüşmüş olmasına değil, 15-16 yaşlarında görünmesine de şaşırmıştım. Henüz iki buçuk aylıktı. Sütten yeni kesilmiş, evimize geleli de birkaç hafta olmuştu. İnsan yaşıyla iki ya da üç yaşa dek geliyordu ve dönüşecekse de bu yaşta bir bebeğe dönüşmesi gerekirdi.

    Anahtarı düşürüp kapının dibinde beni bekleyen sabık kediye “Peri…” diyebilmiştim. Diz çöküp heyecanla anahtarlığı inceleyen kız, sesimi duyar duymaz başını kaldırıp yüzüme şaşkınlıkla baktı.

    “Ne?” dedi. Konuşabiliyordu da. “Peri, sen misin?” dedim kapıyı kapatıp. Hâlâ diz çökmüşken bacaklarıma tutunup “Sev beni… Sev beni…” dedi. İnce sesliydi fakat dikkat çekecek kadar aşırı değil, ince sesli herhangi bir genç kız kadar.

    Saçlarını okşarken “Beni anlayabiliyor musun?” diye sordum.

    “Evet.” dedi. Konuşabildiğine, beni anlayabildiğine benden daha fazla şaşırmıştı. “Evet, anlayabiliyorum.”

    Elimi tutup yavaşça ayağa kalktı ve koşarak odama girdi. Peşinden gittiğimde su kabına eğilmiş, diliyle içmeye çalıştığını gördüm. “Peri!” diye seslendim. Bakmadı. İsmini bilmiyordu.

    Omzunu dürtüp “Peri, bana bak.” dedim. “Peri, senin adın. Birisi ‘Peri’ dediğinde dönüp bakman gerekiyor. Ayrıca artık bu şekilde su içemezsin.”

    “Neden?” dedi beni baştan aşağı süzerek.

    “Bekle beni.”

    Mutfağa gidip su dolu iki bardakla geri döndüm. “İnsanlar suyu böyle içer,” diyerek birini içtim. Diğerini ona verdim.

    “Ben nasıl tutabilirim ki onu?” dedi bardağı kastederek. İnce parmaklı beyaz elini kavradım ve dolu bardağı tutturdum. Dökeyazsa da dengeli bir şekilde tutmayı başardı. Ardından içip ağzını elinin tersiyle sildi. Hızını alamayıp birkaç kez elinin tersini yaladı da…

    “Böyle daha kolay, değil mi?” diye sordum. Bir şey demedi. Bardağı yere atmamak için zamanında uyardım. Elinden alıp “Sen artık bir kedi değilsin.” dedim.

    Söylediğim her cümle karşısında birkaç saniye durup düşünüyordu. “Hayır,” diye ilk kez itiraz etti. “Ben kediyim.”

    Telefondan eski fotoğraflarını gösterdim. “Önceden bir kediydin. Bir insana dönüştün.”

    Durdu ve “Kediler insandır,” dedi birden.

    “Ne?” diyen bu kez ben oldum.

    “Sen benim annemsin. Ben kediysem, sen de kedisin. Ayrıca sen insansın da… Böylece kediler insandır.”

    Peri hayatında ilk kez mantık kullanıyordu. Bu süreci baltalamak istemedim. Eski fotoğrafını bir kez daha göstererek “Sence aradaki farklar ne?” dedim. Zekâsının ne durumda olduğunu merak ediyorum.

    “Bıyıklarım… Yok. Kuyruğum, yok. Patilerim… Değişik. Dilim… Düz.”

    Kendisini bir kez daha yaladı. “Niye olmuyor anne?”

    “İnsanlar kendini yalamaz. Suyla yıkanırlar. Ayrıca bir şeyin daha eksik.”

    Zayıf fakat kıvrımlı vücuduna bunca zaman bakmamaya çalışmıştım. Beni Peri’nin dönüştüğüne ikna eden şey sadece tekir desenli saçları değil, aynı zamanda çırılçıplak olmasıydı.

    “Kürkün yok. Üstüne bir şeyler giymelisin,” dedim ve ona bir elbise verdim. Nasıl giyeceğini tarif ettim.

    Ardından kendimi banyoya attım. En soğuk ayarda yüzümü yıkarken, daha doğrusu yüzüme avuç avuç su çarparken baştan ayağa titriyor, “Kendine gel,” diye mırıldanıyordum. Başıma güneş mi geçmişti? Uyuyakalmıştım da rüya mı görüyordum? Halüsinatif madde etkisi altında mıydım? Kendimi çimdikledim. Aynada gözlerimin içine bakarak kendime sert bir tokat attım. “Tamam,” dedim içimden. “Şimdi Peri, yavru kedi formunda, dört ayak üstünde yanına gelecek. Miyavlayacak. Biraz önceki saçma sapan bir gündüz düşüydü. Bir kedi insana nasıl dönüşür yahu, mümkün mü böyle bir şey?”

    Ancak odama geri döndüğümde Peri’yi penye yeşil elbisemi giymiş halde yatakta uzanırken buldum.

    İnsandı fakat yatışı hâlâ kedi gibiydi. Dizlerini büküp kıvrılmıştı. Gözleri yarı yarıya açıktı. Tam olarak uykuya dalmamıştı. Yanı başına oturup onu izlemeye başladım. Onu sahiplendirildiği evden bir karton kutuyla aldığım ilk günü düşündüm. İlk durağım bir pet dükkânı olmuş, oradan da tek kolumda taşıma kutusu diğerinde kedi tuvaleti çantamda da mama ve kumla eve gelmiştim. Bir gün bile geçmeden bağlanmıştım ona, hatta kucağıma aldığım ilk dakika vurulmuştum. Bilmiştim, o benim kedimdi. Sokak kedileri ortalama 5-6 yıl yaşardı, ev kedileri ise 15-20 yıl. Kırklı yaşlarımın sonuna kadar beraber yaşayacağımızı ummuştum. Şu anda; aklımdaki tüm fiziksel, biyolojik ve gerçekliğe dair kanunlar yıkılmışken bile böyle düşünüyordum.

    Gelgitliydim. Kâh karşımdakinin benim kucağıma yatıp pati masajı yapan minicik Peri’m olduğunu anlıyor, kâh yatağımda bir yabancının yattığını ve gerçeklik algımın eski duvar boyaları gibi dökülmek üzere olduğunu sanıyordum. Bana doğru ellerini uzattı ve bacaklarımı yoğurmaya başladı.

    “Ne yapıyorsun?” dedim.

    Yine gözlerini açıp birkaç saniye duraksadıktan sonra “Şey… Ben de bilmiyorum ama içimden geliyor. Beni rahatlatıyor.”

    “Bu hareket pati masajıdır. Yavru kediler annelerine yaparlar.”

    Gülümseyerek “Sen de benim annem olduğuna göre…” Durdu. Elini dudaklarına götürdü. “Ne yaptım ben? Buraya bir şey oldu.”

    “Gülümsedin.”

    Kaşlarını çatıp “Ama o bir sestir,” dedi.

    Guruldayacağını sanmıştı. Kedilerde mutluluk jesti, guruldamaktı. Dönüşümün zihnini ne kadar kapsadığını bilmiyordum ama kelimelerimizi genel olarak biliyordu, bazılarını karıştırsa da.

    “Biz duygularımızı yüzümüzle ifade ederiz.” dedim. “Peri, ben çok tuhaf hissediyorum. Bana artık anne deme.”

    “Neden?”

    “Sen olman gerekenden daha büyüksün, yavru kediyken bana ‘anne’ demenin bir anlamı vardı ama şu an 16 yaşında görünüyorsun, ben de 27 yaşındayım. Aramızda çok az yaş farkı var. Bana…” Bir süre düşündüm. “Abla de.”

    “Peki,” dedi. Bacaklarımı yoğurmasına izin verdim ve kısa sürede uyudu, ben de mutfağa gidip kendime kahve yaptım.

    Boşluğa bakarken düşündüm. “Bu nasıl olabilir?” diye sormanın bir faydası yoktu, olmuştu işte! Bundan sonra ne yapacağımı düşünmeliydim. Peri’ye henüz çip taktırmamıştım, evcil hayvan pasaportu yoktu. İnsan olduğuna dair bir kayıt zaten hiç yoktu. Onun varlığını Allah ve doğa biliyordu, devlet değil. Önce resmiyet meselesini çözmeliydim.

    Veteriner hekime mesaj yazdım. “Kulağınıza delirmişim gibi gelebilir ama Peri’yle alakalı çok nadir görülen bir sorun var,” dedim. “Kedim insana dönüştü.”

    Hekim gülen emojiler gönderdi, “Hayırlı olsun Nüzhet Hanım,” dedi. “Konuşuyor mu bari?”

    “Ben ciddiyim.” Ellerim yine titremeye başlamıştı. Odanın kapısına kadar gidip uyuyan Peri’nin fotoğrafını attım.

    “Hangi yapay zekâ uygulamasıyla yaptınız? Bayağı başarılı olmuş.”

    Cevap olarak ses kaydıyla döndüm. “Sermet Bey gördükleriniz tamamen gerçek. Peri insana dönüştü ve ben ne yapacağımı bilmiyorum.”

    “Görüldü” işareti belirdi. On dakika sonra “Nüzhet Hanım, kediye bir şey mi oldu?” yazdı.

    “Evet bir şey oldu. Dönüştü!” Sırtımdan soğuk terler akmaya başlamıştı. İnternette “Şu an bir rüyada olmadığımı nasıl anlarım?” yazmamak için kendimi zor tutuyordum. Sermet Bey ise ne yazık ki kediye bir zarar verdiğimden şüphelenmiş, beni adeta sorguluyordu. “Onu size getireceğim ve Peri olduğunu anlayacaksınız,” dedim.

    Peri’nin üzerimde uyuyakaldığı, benim de onu uyandırmamak için dakikalarca hareket etmediğim çok olmuştu. Fakat bu sefer onu uyandırırken hiç çekinmiyordum. “Hadi, yüzünü yıka, gidiyoruz!” dedim. Çantamı askıdan alırken kızın dolabı açtığını ve taşıma kutusunu çıkardığını fark ettim. Elinde evirip çevirdi ve kafasına geçirdi.

    “Peri, ne yapıyorsun?” diye bağırdım. Sesimi yükseltmek istememiştim, anın heyecanıyla bir anda olmuştu fakat ben buna rağmen önümde yavru bir kedi varmış gibi kalbime batan bir vicdan azabı duydum.

    “Buraya nasıl gireceğim?” dedi çaresizce. “Sığmıyorum.”

    Plastiği kafasından çıkardım. “Artık buna ihtiyacın yok.”

    “Beni bu şey olmadan dışarı çıkarmıyordun,” dedi. “Çok daha büyüktü.”

    Dünyayı bambaşka bir gözle görüyordu ve ona açılan bu yeni boyutla ilgili hiçbir tecrübesi yoktu. Bugüne dek bütün dünyası bendim. Bu yüzden ürkekçe peşimden geliyordu. Eğilip ayağını uzatmasını söyledim. Eski ayakkabılarımdan birini giydirdim. Bereket ki numarası tam olmuştu. Birlikte asansörden indik. Arabada yolcu koltuğuna oturtup emniyet kemerini taktım. Aradan elini geçirip kemeri incelemeye başladı. Yüz ifadesinde eskiye benzeyen bir şeyler vardı, sakin ama meraklı huyu da yerindeydi.

    Kliniğin önüne geldiğimizde yüzünü kapatarak “Hayır, beni buraya getirme,” diye mızırdandı. “Bana iğne yapacaklar. Beni eve götür. Çıkar beni buradan!”

    Kemere asılarak kendisini serbest bırakmaya çalıştı. Arabada kutudayken cıyaklardı, “Demek manası buymuş,” diye düşündüm. Çünkü sinir bozucu tiz bir sesle avazı çıktığı kadar “Çıkar beni buradan!” diye bağırıyor ve kulağımın zarını deliyordu.

    “Sus!” diye gürlediğimde kendime şaşırdım. İçerideki ses anında kesilmiş, Peri içini çeke çeke ve sessizce ağlamaya başlamıştı.

    Arabadan indim. Yolcu kapısını açtığımda başını çevirerek ağlamaya devam etti.

    Dudaklarımı ısırdım. Karşımda dengim var sanıyordum. Hayatın içinde nasırlaşmış sanıyordum Peri’yi de benim gibi. “Özür dilerim,” dediğimde sustu, içini çekti ve anlamını sordu.

    “İnsanlar hata yaparlar ve özür dileyerek bu hatayı kabul ederler,” dedim. “Gerçekten özür dilerim.”

    “Peki…” dedi, “Diğeri ne der?”

    “Önemli değil!’ diyerek kabul eder.”

    Düşünceye daldı. “Ama önemliydi,” dedi boşluğa bakarken. “Beni gerçekten kırdın. Fakat hatanı kabul ettiğine göre artık seninle konuşabilirim.”

    Onun için minnetler ve kırgınlıklar anlıktı. Kin tutmayı henüz bilmiyordu.

    Veteriner hekim benim görmediğim bir ayrıntıyı fark etti. Peri’nin gözbebekleri yuvarlak değil yarık şeklindeydi. Tıpkı kedilik zamanlarında olduğu gibi… Işık tuttu. Lens olmadığını anladı.

    “Bu nasıl oldu?” diye sordu.

    “Bilmiyorum,” dedim telaşla.

    “Ben de bilmiyorum,” dedi Peri.

    “Bi… Bir şekilde dönüşmüş. Artık Peri’ye ben bakamam. Siz… Hastaneye gidin. Eğer bu işin sırrını öğrenirseniz Nüzhet Hanım, lütfen bana da söyleyin.”

    “Hastane ne demek?”

    “İnsanları tedavi eden sağlık birimi,” dedim.

    Peri’yi hastaneye götürmedim. Yeterince yabancılık çekmiş ve yorulmuştu. İnsanların arasına karışmadan önce bir hazırlık dönemi geçirmesi gerekiyordu. Ona okuma yazmayı, basit matematiği, çatal kaşık tutmayı, temel görgü kurallarını öğrettim. Ona coğrafya anlattım. “Yuvarlak” ne demektir öğrendikten sonra dünyanın yuvarlak olduğunu; içinin ateşten, dış yüzeyinin ise kıtalar ve okyanuslardan oluştuğunu söyledim. Ülkeleri anlattım. İnsanların kediler gibi olmadığını söyledim: Dünyanın iki ucundaki iki kedi içgüdüsel olarak anlaşmayı bilirken insanların bu yeteneği oldukça sınırlıydı. Bizler her yörede değişen farklı diller konuşurduk.

    Sıra tarihe geldi. Peri’nin kavramakta en çok zorlandığı konu tarih oldu. Savaşlara ve sınırlara çok şaşırdı.

    “Yapma,” dedim inanmaz bir ifadeyle. “Senin bunu bilmemen mümkün değil. Sen bir kediydin. Bölge savunma içgüdüleriniz yaşıyor. Sokakta kedileri kavga ederken görüyorum. Dişiler için, yemek için, üstünlük için… Vahşet karşısında şaşıramazsın çünkü vahşetin içinden geldin.”

    “Ben böyle bir kavgaya hiç katılmadım,” dedi Peri. “Ben bu eve geldim geleli kendimden başka bir kedi bile görmedim. Ondan öncesini de pek hatırlamıyorum doğrusu.”

    Geçmişi anımsayarak şefkatle gülümsedim. “Çünkü sen minicik bir ev kedisiydin. Ben seni içgüdülerindeki vahşetten hep uzak tuttum.”

    Yeşil gözlü kız bunun üzerine başını eğdi, bir şey demedi. İnsan olmanın kibrini elden bırakmıyordum.

    Biz bu konuşmayı yaptığımızda Peri dönüştü dönüşeli mevsim iki kez değişmişti. Havalar soğumuştu. Ev arkadaşıma televizyonda kanal değiştirmeyi, bilgisayar kullanmayı ve internete girmeyi göstermiştim fakat dışarıya çıkmasını istemiyordum. Şimdilik güvenli evde kalsın ve dünyayı bu sanal pencerelerden tanısın istiyordum. Başına bir kötülük gelmesinden ölesiye korkuyordum. Bir de… Biraz da… Kendimi düşünüyordum. Peri’nin yasal bir kimliği yoktu. Gözbebeklerindeki yarık dışında başına gelenleri kanıtlama şansım yoktu ve iyi ihtimalle insan kaçakçısı olarak yargılanabilirdim. Sermet Bey’in şahitliği de yetmezdi. Kötü ihtimalde ise akıl hastanesine kapatılırdım.

    Kedinin insana dönüştüğüne inanan bir deli olarak anılırdım.

    Eve önce çocuk kitapları aldım. Onları okuyup bitirince klasiklere geçtim. Dünya klasiklerinden oluşan bir seti sipariş ettiğimde 27 yaşındaydım. Peri hepsini bitirdiğinde ise 30.

    Üç yılın ardından Peri on dokuz yaşında, oldukça kültürlü bir genç kız olmuştu. Doğuştan insan olanlardan görgü ve davranış anlamında farkı kalmamıştı. Hâlâ resmiyette bir yeri yoktu fakat artık dışarı çıkmasına izin veriyordum. Markete, kafeye, parka gidiyordu. Akranlarından arkadaş edinmişti. Komşularla tanışmıştı. Yanında ben varken şehir merkezine bile inmişti. Herkes Peri’yi benim kuzenim olarak tanıyordu, gözündeki farklılığı meçhul bir hastalıktan biliyordu ve ben de mumumu kolluyordum, yatsıdan önce sönmesin diye.

    Onu neyin tetiklediğini bilmiyordum ama neşesini kaybetmeye başladı. İçine kapandı. Belki de interneti hiç göstermemeliydim. Çünkü duyduğu her acı haberi kafasına takıyor, bazen sessizce durup bazen de hüngür hüngür ağlıyordu. Cinayetler… Savaşlar… Onun için dayanılmazdı. Ben de ona, onu üzen haberlerden uzak durmasını tavsiye ediyordum.

    Roman okumayı bırakmıştı ve benden felsefe kitapları istiyordu. Bu dünyayı anlamak arzusundaydı, sık sık video izleyip notlar alırken buluyordum. Bütün bunların onu bir eşiğe yaklaştırdığını fark edebilseydim, engel olabilir miydim acaba?

    “İnsan olmak neymiş bildim,” dedi bir gün, dağlara ağır gelmiş bir sorumlulukmuş. Anlamak hem değeri hem bedeli büyük bir vergiydi. Doğuştan insan olan bu ağırlığı pek hissetmeyebilirdi ancak Peri, bütün derdinin oyun, avlanmak, uyku, yemek olduğu; aynada kendini tanıyamadığı zamanları hatırlıyordu.

    Dermanı olsaydı caddeye çıkıp avaz avaz bağırırdı: “Siz nasıl böyle yaşayabiliyorsunuz? Elinizde nasıl bir güç olduğunun farkında değil misiniz? Nasıl durabiliyorsunuz daha iyi bir dünyayı düşlemeden? Hiçbir hayvan düş kuramaz ama siz insanlar… Düş kurmaya gücü olup da kurmamak ne demek?”

    Bu, Peri’ye göre ambarlar dolusu yiyecek biriktirip sonra da açlıktan ölmek kadar ahmakçaydı. İnsanların çoğu insan olmanın ne demek olduğunun farkında değildi. Kediden dönme biri olarak ana rahminde insan olarak oluşmuş olanlara insanlık öğretmek haddi miydi bilemiyordu ve zaten çıkıp bağırmaya da mecali yoktu. Dehşetengiz bir hayal kırıklığının elinde kıvranıyor, yatağına büzülüp ağlıyordu. Herhangi bir haber kaynağına ulaşmasına izin vermesem bile gördükleri yeterliydi.

    “Açlıktan ölen çocukları nasıl seyredebilirsiniz?” diye ağlıyordu dizime yatarken. Kimi zaman da kedilere işkence edenlerden dem vuruyordu. Bir keresinde onu böylesine ağlatanın eski türdeşleriyle kurduğu empati değil, insan olma şansını hor kullanmamız olduğunu söylemişti. Yeşil gözlü kızın taze aklı bu çelişkiyi sığdırmaya çalışırken parçalanacaktı. Doğadaki geometriyi algılayabilen, kavramlar üretebilen, uzay gemisi yapabilen, Tanrı’nın muhatabı olabilen bir tür nasıl olur da elindeki bilgiye kıyasla oldukça kısıtlı olan ömrünü muzırlığa harcardı?

    “Savaşmış, paraymış… Ne aptalca! Ne zavallıca!” diye mırıldandığını duyuyordum gözyaşları arasından.

    İçine düştüğü buhran öyle derinleşti ki nihayet yemekten içmekten de kesildi. Durumun ciddi olduğunu o zaman anladım. Arabaya zorla bindirip psikiyatriste götürdüm, neredeyse kliniğe yatıracaklardı. Peri, kendisine geleceğine söz verdi. Doktorun ikram ettiği suyu içip bir şans daha istedi.

    Eve döndüğümüzde koltuğun bir köşesinde sızıp kaldım. Uyandığımda evin içinde bir nefes sesi dahi duyamadım. “Peri, Peri!” diye arandım. Bir miyavlama duyduğumda sesin geldiği yere, balkona koştum. Bir kedi önümdeydi; kuyruğu, kulakları ve kafasının üst kısmı tekir; geri kalanı beyaz. Kedimin dönüşmeden önceki halinden farkı, yaşıydı. Yavru değildi. Çok yaşlı bir kediydi önümde duran.

    “Peri!” dedim bir kez daha. Yüzüme, kediliğe sığmayan bir hüzün içerisinde bakıp arkasını döndü. Balkon perdesinin altına girdi. Birkaç dakika bekledikten sonra şöyle bir baktım, uyumuştu.


    Öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • GEZEGENİN MİMARI – Öykü

    GEZEGENİN MİMARI – Öykü

    Sigarasından derin bir nefes çekerken “Hani masonlar Allahutaala’ya  ‘evrenin ulu mimarı’ diyorlar ya…” dedi. “Haklılar. Gök kubbenin şu ahengine, renklerin güzelliğine bak. Açık eflatun, gri, ufka yaklaştıkça da turuncu…”

    Yanındaki adam ceketine biraz daha sarıldı. “Ben mimar tabirini sevmiyorum.” dedi yeni günün güneşini ağırlamayı bekleyen ufka bakarak. Ağzından latif bir buhar çıktı ve havada kayboldu.

    “Neden?”

    “Mimar nedir? Binayı çizer, tasarlar, yapar sonra da asıl sahiplerine bırakır gider. Tövbe hâşâ, Tanrı evreni yarattı, bize bıraktı, evrenin sahibi biziz der gibi oluyor.” 

    İlk konuşan adam kaşlarını kaldırdı. “Öyle değil.” diye itiraz etse de mimikleri fikrinin değiştiğini belli ediyordu. “Evrendeki uyum üzerinden düşüneceksin.”

    “Öyle değili yok. Seçtiğin sözcükler zihin yapını ifşa eder. Biz Müslümanız. Allah’ın doksan dokuz tane ismi var, esmâ-ül hüsnâ, en güzel isimler. Mesela el-Musavvir, varlıkları çeşit çeşit yaratan, hepsine ayrı şekiller, özellikler veren demek. ” 

    Elini yumruk yaptı, çenesine götürdü ve düşündü. “El-Bârî ismi var. Herhangi bir örnek olmadan evrenin bütün unsurlarını ahenk içinde yaratan demek. Tam da senin anlatmaya çalıştığın şey. Bir bu isimlerin sıcaklığına bak, bir de ‘mimar’ın soğukluğuna.”

    Sohbetleri geminin güvertesine çıkan ayak sesleriyle bölündü. Saçlarının birkaç tutamı tokasından kurtulup uçuşan sarışın kadın bir tepsi taşıyordu. Üzerindeki karton bardaklardan yükselen buhar donmuş gibi kesif bir beyazlıktaydı. 

    “Ellerine sağlık Sofya’cığım,” dedi ilk konuşan. Dağınık, kırlaşmaya başlamış saçları ve bir haftalık sakalı vardı. Kalın çerçeveli gözlüğü buharlanmıştı. Kırmızı ve gri iplerle örülü kazağı iri bedenini ısıtmak için yetersizdi. 

    “Bir şey değil,” dedi Ukraynalı kadın aksanlı Türkçeyle. Boşalan tepsiyi koltuk altına alıp ellerini birbirine sürttü ve doğruca kamaraya döndü. 

    Kahvesini ilk alanın yüzündeki gülümseme söndü. “Bayağı üşüyor.”

    “Yani Berk…” dedi sesi uzaklara dalan, biraz evvel mimar sözcüğüne itiraz etmiş olan diğer adam. “Okyanusun ortasında, 68 paralelindeyiz. Bin beş yüz mil kuzeye gitsek kutba varacağız. Eylül ayındayız. Hava iklim normalleri gereği soğuk olmalı.”

    “Sorun da orada işte,” diye sesini yükseltiverdi Berk. “Ağabey biz niye araştırma biteli iki ay olmasına rağmen hâlâ okyanusun ortasındayız?” 

    “Beni ilgilendirmez,” dedi diğeri, elini dur işareti yapar gibi kaldırarak. “Yiyeceğimi, içeceğimi, iletişim ihtiyacımı eksik ediyorlar mı? Etmiyorlar. Ben göreve gelirken dönüş süremin belirsiz olduğunu kabul ettim mi? Ettim. Uzatılan sürede de maaş alacak mıyım? Alacağım. Eee? Keyfine bak!”

    “Sen bir aydır yengeyle görüşüyor musun?”

    “Yani oğlum…” dedi orta yaşlı adam, adı, Taha’ydı. “İletişimde genel olarak aksaklıklar olabilir. Kaç mil içerideyiz sonuçta… Sonunda böyle bir şey olabileceğini biliyorduk.”

    “Nisan ayında geldik.” dedi Berk. “Temmuz ayında eve dönecektik. Her hafta evdekilerle görüşüyorduk. Ben annemle, babamla; sen karınla, çocuklarınla; güvertedeki herkes ailesiyle muntazam görüştü. Temmuz’da gemi geldi, balıkadamları aldılar; araştırma ekibinden sen, ben, Sofya kaldık. Bir de gemi personeli. Dillerini hiçbir şekilde bilmediğimiz kırk kişi. İki aydır görev yok da en azından bizim varlığımızı hatırlıyorlardı. Son otuz günde ise ne ses var ne seda var, ne talimat var ne haber var. Sence bu normal mi?”

    “İngilizceyle anlaşıyoruz işte,” dedi Taha. Gemi adamlarını kastediyordu. “Koskoca kurumun bir bildiği vardır. Rahat ol!”

    Ekip Kuzey Buz Denizi’ne askeri amaçlı araştırmalar için gönderilmişti. Devletle özel bir şirketin işbirliği yaptığı bu araştırmada sualtı fotoğrafları çekilecek, okyanus akıntıları ve deniz canlıları hakkında bilgi edinilecek; iklimsel ve yerbilimsel ölçümler yapılacaktı. 

    Araştırma tamamlandıktan sonra gemide kalanlar ise bilim insanları değildi. Berk bilgi işlemciydi, bilgisayarlarda bir sorun oluşursa diye gemiye alınmıştı; Sofya dalgıç giysilerinden sorumluydu, Taha ise proje koordinatörüydü ve uzmanların uyumlu olarak çalışması için oradaydı.

    Berk, “Biz niye buradayız yahu?” diye bağırırken ağzından buhar çıktı. 

    “Sakin ol,” dedi koordinatör. “Merkeze telefon açarız.”

    “On gün önce denemedik mi? Telefonlarımızı açtılar mı?”

    “O gün hava bulutluydu,” diye hatırlattı Taha, “Bir yerlerde fırtına vardı. Sinyal gitmemiş olabilir. Bir daha deneriz.”

    “Bırak ya,” dedi karton bardağı buruşturan Berk. “Kendini kandırıyorsun.”

    Grinin en kasvetli tonlarına bürünmüş bulutlu gökyüzüne bakan Taha ceketine sonlarına dair bir endişeyle sıkıca sarılıyordu. Henüz üç ay önce burada Berk’le sohbet ettiklerini anımsıyor ve tartışmalarını bile özlüyordu. Çünkü artık Berk’in psikolojik durumu kamarasından çıkmaya müsait değildi, içeride kilitliyken bile kapıya vuruyor ve dünyanın kıyamete uğradığını söyleyip “Bırakın, öleyim!” diye haykırıyordu.

    Gemideki bütün haberleşme olanaklarını kullanarak yayın yapıyorlardı. Merkezden de diğer gemilerden de ses seda yoktu. Bütün dünya felakete uğramış, geriye yalnızca Tahaların olduğu gemi kalmış gibiydi.

    İntihar salgın bir hastalık gibi gemiyi sarmıştı. Bir gece gemi personelinden beş kişi el ele tutuşup denize atlamış, bir sabah da Sofya bir ipin ucunda ölü bulunmuştu. Taha, Berk’i üç kez küpeşteden son anda almıştı. Umut tükenirken yaşamı da tüketiyordu. Hiyerarşi iyi örülmemiş belik gibi çözülmeye başlamış, kaptan hayatta kalan personele sözünü zorlukla dinletir olmuştu. 

    Araştırmanın başlangıcından bir yıl sonra… Bahar havayı tekrar ısıtmaya başlarken okyanusun ortasında bir filika suyun üzerinde kalmak için mücadele veriyordu. Bir köşede yığılmış konserveler vardı. Taha küreği sımsıkı tutuyor ve üzerinde yavaş yavaş batan geminin gölgesi, engin maviliğe doğru ilerliyordu. Gömleğindeki yırtıktan kaburgaları sayılıyor, kemikleri adeta derisinden taşıyordu.

    Günler sonra karaya çıktı. Dünyanın neresindeydi, bilmiyordu ama burada her milletten üniformalı çalışanlar vardı. Kulak misafiri olduğuna göre gittiği askeri araştırmalar sonuç vermişti. Akıntılar, rüzgârlar nasıldı? Bir nükleer bombardımanda yüklü serpintiler hangi yöne giderdi? Bu soruların cevabı uyarınca önceki sonbaharda bir deliliğin fitili ateşlenmiş, büyük ülkeler birbirine atom ve hidrojen bombaları fırlatmışlardı. Büyük şehirler yıkılmış, camdan gökdelenler ve taştan kaleler yok olmuştu.

    Uzaydan bakıldığında zaten hiçbiri görünmüyordu. İnsan sandığı kadar büyük değildi. Yaratıcı bir mimar değil, diye düşünürdü Taha ama insana gezenin mimarlığını vermişti, onu imar etsin ve vakti gelince sahneden ayrılıp asıl sahibine bıraksın diye. Ne yapacağını bilmiyordu. Artık ne ailesi vardı ne de dönebileceği bir ülke. Bildiği dünya pul olmuş ve bir heceden ibaret kalmıştı. 

    Hastanenin üst katındaki beyaz duvarlı bir laboratuvarda, bir bilgisayarın başında birkaç kişi toplanmış deney kontrol sorumlusunu dinliyorlardı.

    Kuzey Buz Denizi’ndeki geniş çaplı araştırmaların içinde olası bir nükleer savaşta izolasyonun psikoloijk şartlarını ölçmek de vardı. Uzman olmayan iki görevli haberleri olmadan bu deneye dahil edilmişlerdi. Gemi personeli de deney yapanlarla iş birliği içindeydi. Kavgaları bir senaryo, intihar teşebbüsleri ise süstü. Deney %50 başarıyla sonuçlanmıştı: Birisi öldü, diğeri hayatta kaldı.

    Bu sonuç bir istatistik çıkarmak için yeterli değildi fakat zaten nihai çalışma değildi. Yüzlerce yahut binlerce katılımcı içeren benzer deneylerin öncülüydü. Çünkü geniş bir alan ve zaman gerektiriyor, büyük riskler içeriyordu. Bu ilk tecrübeye ise olabildiğince az kişi dahil edilmişti. Sorumlu da gemiye çıkarak hem ortama uyum sağlamış hem de deneklerin ruh halindeki değişimi yakından gözlemlemişti.

    Bir noktadan sonra gözlemin ötesine geçmiş, kendini şartlara kaptırmıştı. Deney sorumlusu Berk bilinmezliğin korkusu içinde ruhsal istikrarını kaybetmiş ve kendini gerçekten asmak istemişti. Az kalsın hazırlayanlarından biri olduğu deneyin kurbanı olacaktı. Neyse ki şu an burada, asıl konumundaydı.

    Bir an için konuşmaktan yorulup camdan baktı. Gök kubbe masmaviydi. En tepede koyu, ufka yaklaştıkça açık… Her zamanki ahengiyle gezegenin beceriksiz mimarlarının elinde doğan kaosa gülüyor gibiydi.

  • Hilâl (@birkitolog) ile Mini Röpörtaj

    Hilâl (@birkitolog) ile Mini Röpörtaj

    İnstagram’da @birkitolog mahlaslı Hilâl ile bir röpörtaj yaptık. Röpörtaj onun çizimleriyle birlikte yayınlandı. Asıl kaynağa ilk cümleye gömülmüş linkten ulaşabilirsiniz.

    KİTOLOG TV

    Hilâl: Merhaba sevgili kitapseverler. Kitolog TV’ye hoş geldiniz. Bugünkü konuğumuz Yedinci Mum ve Papatya Tarlasında Rönesans serilerinin yazarı Gizem Çetin. Hoş geldiniz Gizem Hanım. Hazırsanız hemen başlayalım.

    Gizem: Hoş buldum. Hazırım, başlayabiliriz.

    Hilâl: Harika. Öncelikle kısaca sizi tanıyabilir miyiz? Gizem Çetin kimdir?

    Gizem: Okuryazar teriminin iki kısmının da hakkını vermeye çalışan biriyim. Bilimkurgu severim, bir parça hayalperest ve uzay âşığıyım. Meslek olarak da elektrik elektronik mühendisiyim.

    Hilâl: Çok güzel. İkinci soruyla devam ediyorum. Bize biraz kitaplarınızdan bahseder misiniz?

    Gizem: Elbette. Papatya Tarlasında Rönesans, yayımlanan ilk kitabım. Fantastik türde. Ardından bilimkurgu türünde Yedi Mum serisi geliyor. İnternet ortamında ise Avarya Oyunları adında bir politik gerilim serisine başladım. Dört kitap olacak. Şu an ikincisini yazıyorum.

    Hilâl: Yazmaya neden ve nasıl başladınız?

    Gizem: Hayal kurmayı seven, hayalinde kahramanlar ve olay örgüleri oluşturan bir çocuktum. Kitap okumayı severdim. Fakat yazmakla ilgili istek aklıma gördüğüm bir televizyon haberiyle düştü. 11 yaşında yazar olan bir çocuktan bahsediyorlardı. Ben de aynı yaşltaydım. “Demek ki ben de yapabilirim,” diye düşündüm.

    Hilâl: Bize biraz Yedinci Mum serisinden bahseder misiniz? Konusu nedir ve neden okunmalı? Okuyucuya ne vaat ediyor?

    Gizem Çetin: Yedi Mum serisi, adı üstünde 7 sayısı üzerine kurulmuş bir seri. Yedi sayısı insanlık olarak en çok kutsallık yüklediğimiz sayılardan biri. Tamamlanmışlığın, bütünlüğün, birliğin, göksel uyumun ve mükemmel düzenin sembolü. Yedi renk, yedi nota, haftanın yedi günü… İncil ve Tevrat’ta, evrenin altı günde yaratıldığı ve Tanrı’nın yedinci gün dinlendiği geçer. Kur’an ise sadece altı günlük yaratılıştan bahseder çünkü Allah yorulmaktan ve dinlenmekten münezzehtir.

    Gizem: Yedi Mum serisinde 3672 yılına gidiyoruz. Teknoloji o kadar gelişmiş ki Dünya dışına, hatta Samanyolu Galaksisi dışına çıkmayı başarmışız. Fakat sömürgeci zihniyet devam etmekte. Samanyolu Galaksisi’nin büyük bölümünü yöneten Kozmos Birliği, o dönemde tek bir ülke olan Güneş Sistemi’ni işgal etmek istiyor. Zorla Kozmos Birliği ordusuna askere alınan Güneşli bir genç olan İskender ise direnişçi bir harekete katılıp uzak bir galakside, bir uzay istasyonunda tek başına yaşayan bir kız olan Hayat’ı öldürmeye gidiyor. Fakat bunu yapamıyor. Çünkü vicdanına sığdıramıyor. Seri işte burada başlıyor. İskender ve Hayat, bir kara deliğin içine depolanmış “geçmiş” kayıtların içine düşüyorlar. Nereye? Niçin? Bütün bunların İskender’in ailesiyle ve inançlarıyla ne ilgisi var? Soruların cevabını kitaplara bırakıyorum.

    Hilâl: Çok ilgi çekici. Son soruya geçiyorum. Kitaplarınız arasında en çok bağ kurduğunuz karakter hangisi ve neden?

    Gizem: Hepsiyle parça parça bağ kuruyorum. Hayat’ın (Yedi Mum) çocuksu merakı ve zekâsı hoşuma gidiyor. Crescent’ın (Papatya Tarlasında Rönesans) nezaketi, Yaz’ın (Avarya Oyunları) azmi ve büyük işler başarma isteği… Bazen karakterlerim kadar yetenekli olmayı diliyorum.

    Hilâl: Röpörtaja katıldığınız için çok teşekkür ederim Gizem Hanım. Sizi ağırlamak çok güzeldi. Başarılarınızın devamını diliyorum. Programımız bu günlük bu kadardı. Programımızı beğenmeyi ve yeni içerikler için hesabımı takip etmeyi unutmayın:)

    Gizem: Ben teşekkür ederim.


    Hilâl’i takip etmek için tıkla.

    Beni takip etmek için tıkla.

    Kitaplarımı satın almak için tıkla: Gizem Çetin – Yazarın kitapları (soysalyayinlari.com.tr)

  • CAM KEMİKLER – Öykü

    CAM KEMİKLER – Öykü

    Bu öykü, Kitap Cumhuriyeti’nin yayınladığı “Gezegenin Etrafındaki Kadınlar” antolojisinde yayınlanmıştır.


    Derlerdi ki insanın yazgısı toprağa gömülüymüş. Tanrı, insanın çamurunu topraktan yoğurmuştu; topraktan çıkan bitkiyle ve topraktan çıkanı yiyen hayvanlarla beslemişti onu. Toprağı yoğuran insan tuğlalar yapmış, toprağı kazıp madenlere ulaşmıştı. Toprağa nice milyon yıllar önce gömülen canlıların kalıntılarıyla ısınıp enerji üretmişti. Medeniyeti toprağa kök salmıştı. İlkel devirlerden teknolojinin başını döndürdüğü devirlere, insan, topraktan hiç ayrılmamıştı.

    Başı dönmüştü insanın ve döngünlüğü bittiğinde dünyayı bir felakete sürüklemiş olarak buldu. Havayı, suyu, toprağı geri dönüşsüz bir şekilde kirletmiş, her beş canlı türünden dördünü yok etmişti. Önceden yeterli kalsiyum alamayan kadınların menopoz sonrası değişen hormon düzeylerinden dolayı başına gelen kemik erimesi, artık ergenlik sonrası her iki cinsiyette de görülmekteydi. Ortalama ömür uzunluğu azalmıştı, birçokları yirmi beş yaşına yetişemez oldu.

    Gemiler uzaydan döndü, robotlar evlerden çekildi. Yüksek teknolojik imkanlar mühim devlet işlerine ayrıldı. Tıp, toprağa döndü ve mühendislikle birleşti. Kemik erimesini önleyen bir tedavi bulamadı ama yapay iskelet üretmeyi başardı. Bir ameliyatla iskeleti muadiliyle değiştirmek mümkün oldu. Doğal kemikler gibi içi boş olarak tasarlanan yapay kemiklere hastadan alınan kemik iliği yerleştiriliyordu. Dış kısım ise altın, platin, polikarbon ve camdan yapılabiliyordu, alaşım ve karışımlar insan tenine uyum sağlaması için özel olarak ayarlanıyordu.

    Polikarbon ucuzdu ve gelir düzeyi düşük insanlara yönelikti. Doğal kemiğe ve diğer malzemelere göre hafifti. Cam ise pazarlama harikasıydı. Saydam ve pırıl pırıl bir iskelet taşımak, kırılganlığına rağmen kimilerine çekici geliyordu. Cam iskelet kullanan kişi kemiklerinin kırılıp etini delmemesi için daima dikkatle ve zarafetle hareket etmek zorundaydı.

    Cam kemiklerle ayakta durmak ya da yürümek mümkündü ama yavaş ve özenli olmak gerekirdi. Buna rağmen en risksiz pozisyon, yatmak ya da ergonomik bir koltukta oturmaktı. Koşmak, bisiklet sürmek, spor yapmak zaten imkansızdı. Kalemle yazı yazmak, diş sıkmak, ayağı masaya vurup tempo tutmak gibi mikro baskı içeren hareketler de tehlikeliydi. Bağırmak, fazlaca derin nefes almak, çok ve yüksek sesli konuşmak da kaburgalar ve çene kemiği açısından risk arz ediyordu. Hafifçe gülümsemek, kahkaha atmamak, yavaş bir sesle az konuşmak gerekiyordu.

    Bazı zengin aileler cam kemiklerin, genç kızlarının terbiyesi için en uygun seçenek olduğunu düşündü. Zaman içerisinde metal alaşım kemiklerin erkeklere, cam kemiklerin ise kadınlara uygun olduğu fikri toplumda yayıldı. 

    Yirmi yaşına gelenler ameliyat olur, altın ve platin iskelet takılanlar üç ayda iyileşirken, cam iskelet taşıyanlar bir yıla yakın parmaklarını bile kıpırdatamadıkları bir alışma dönemi geçirirlerdi. 

    Cam kemik taşıyan kadınlar ev işi de dahil hiçbir iş yapamazlardı. Böylece ev yardımcılığı sektörü güçlendi. Ekonomik yapı sosyal yapıyı belirlediğinden, zamanla toplum iki sınıfa ayrılmıştı: hizmetçiler ve asiller. Nesiller boyu ev yardımcılığı yapan aileler ortaya çıkmıştı. Yardımcılar kadın erkek fark etmeksizin polikarbon kemik kullanıyor ve sadakatle zengin ailelere hizmet ediyorlardı.

    Bu zorluklara rağmen cam kemikli kadınlar doğum yapmaya teşvik edilirdi. Doğumda leğen kemikleri kırılır, tekrar ameliyat gerekir, bu zorluklar ise “anneliğin fedakarlığı” olarak kutsanırdı. Doğum yapmak istemeyen asil kadın hoş görülmezdi.

    İş dünyasının geri kalanı tamamen asil erkeklere aitti. Kadınlara ise yalnızca iki sektörün kapısı açıktı, birisi zaten ev yardımcılığı yapan bir aileden gelenler için yardımcılık, diğeri de fuhuş. Seks işçiliği yasa dışı olmasına rağmen, evinde tatmin olamayan erkekler sayesinde patlama yapmıştı.

    Seks işçisi kadınlar, muhabbet tellallarıyla ameliyat öncesi sözleşme imzalar, merdiven altı kliniklerde ucuz metal alaşımlı kemiklerini taktırır, alışma dönemi bile bitmeden patronlarına borç ödemek için çalışmaya başlarlardı. Borç faizle sürekli artar ve borçlular yaşlanana kadar bitmezdi. 

    Bu durum bir yandan toplumun, kadınlar için metal alaşımlı kemikleri fahişelikle özdeşleştirmesine neden oluyor, diğer yandan seks işçisi bir kadının bu işi bırakmasını olanaksız hale getiriyordu. Kadına metalden iskelet, altına ateşle dağlanmış namussuzluk damgası gibiydi.

    Böylece sınıflar aşılmaz sınırlarla bölündü. Sınıflaşmayla birlikte toplumda gelenekselliğe verilen önem arttı. Günlük rutinler kraliyet alayına dönüştü, kahvaltılar bile tören havasında yapılır oldu. Her ailede ufak tefek farklılık gösteren alışıldık düzen, mali müşavir Bernel’in mütevazı iki katlı konağında şu şekildeydi:

    Evin yardımcıları -üç kişilik çekirdek aileydi: Ayya, kocası Kohna ve on dokuz yaşındaki kızı Rayen- gün doğumuyla birlikte kalkardı. Ayya ortalığı süpürüp toz alırken Rayen hem kendilerine hem de ev sahiplerine ayrı kahvaltılar hazırlar, Kohna da bahçe işlerini yapardı. 

    Mutfakta toplanır, sabahlık yiyeceklerini yerler, böylece ev sahiplerini uyandırma vakti gelirdi. Evin erkekleri, kadınlardan yarım saat sonra uyandırılırdı ki bu arada geçen zaman, evin cam kemikli kadınlarının, hizmetçilerinin yardımıyla hazırlanıp kahvaltı salonuna inmeleri için gereken süreydi.

    Yardımsız yürüyebiliyorlardı ama yavaş yavaş… Porselen sarayda gezer gibi…

    İsimler de bu gelenekselleşmeden nasibini almıştı. Özellikle asil kadınların isimleri çok uzun olurdu, aile arasında kısaltarak seslenseler de yabancıların onları isimlerinin tam haliyle çağırması gerekirdi.

    Nimfastella ve Voladnadora, “Ella” ve “Dora”, Bernel’in iki kızıydı, birisi yirmi iki, diğeri yirmi dört yaşındaydı. İkisi de ameliyat geçirmesine rağmen henüz evlenmemişlerdi. Dora nişan atmıştı. Ella ise taliplileri arasından seçim yapmaya çalışıyordu. 

    Mahralusiya, “Lusi”, Bernel’in karısıydı. Elli dört yaşında olmasına rağmen çocuksu, tombul ve sevimli bir yüzü vardı. Kişiliği de yüzü gibi neşeliydi.

    Tarkha, Ella’dan birkaç ay küçüktü. Motor tutkunuydu. Bu tutkusunu henüz gelir kapısına dönüştürememiş olsa da yarışmalara katılıyordu.

    Rayen işlerinden arta kalan vakitte Tarkha ile vakit geçirirdi. Genç adamın annesine çeken tombul yüzünün aksine, genç kızın dar yanakları ve derin gamzeleri vardı. Siyah giyinmeyi, zincirli takıları, motor sürmeyi severdi. Kaşları düz, saçları dalgalı ve kısacıktı. 

    Birbirlerinden hoşlanıyorlardı ama bunu hiçbir zaman itiraf etmediler, gerçi ikisi de biliyordu ama dile getirme gereği duymadılar. İlişkileri on yıl sonra da böyle, yarı arkadaş yarı sevgili halinde sürüp gidecekti. Tarkha bir asil ailenin cam kemikli kızıyla, Rayen de bir hizmetçinin oğluyla evlenecekti; yardımcıların aile sadakati gereği Rayen ve kocası, Tarkha ve karısının yaşayacağı yeni konakta çalışmaya başlayacaktı; büyük yanaklı adam ve dalgalı saçlı kız aralarındaki aynı samimiyeti ve statü farkını koruyacaktı. Kavuşma tutkusu ve ayrılık korkusundan uzak, günleri dolu dizgin geçiyordu.

    Ne var ki hayatın daima bir B planı vardı.

    Rayen, annesi ve babasını bir trafik kazasında kaybetti. Bernel ailesi, genç kızın yas dönemini dinlenerek geçirmesine izin verdi. Bu dönemi yardımcısız idare etmeye çalıştılar çünkü eve kabul edilecek aile güvenilir olmak zorundaydı; ama evde üç cam kemikli kadın olunca bu pek mümkün olmadı.

    Dalgalı saçlı kız ailesinin acısıyla birlikte evden atılmaktan da korktuğu için kimse ondan talep etmemesine rağmen evin bütün işlerini tek başına yetiştirmeye çalışıyordu. Biraz da kıskanıyordu. Çünkü Bernel konağı onun doğduğu, büyüdüğü, ait olduğu yerdi. Kimliğinde yazan aile ismiydi. Başkası bu konağın hizmetçiliğini yapmamalıydı çünkü on yıllardır Rayen’in ataları hizmet ediyordu Bernel’in atalarına.

    Soyadları geçmişte kalmıştı, artık aile adları vardı. Asil aile bireylerinin adı, aile babasının adıyla aynıydı. Örneğin Bernel’in kimliğinde “Bernel Bernel”, Ella’nın kimliğinde “Nimfastella Bernel” yazıyordu. Tarkha’nın kimliğinde “Tarkha Bernel” yazarken evlendiğinde bu “Tarkha Tarkha” olarak değişecekti, kız kardeşlerin aile adları ise eşlerinin adı olacaktı. Hizmetçilerin kimliğinde de hizmet ettikleri aile babasının adı yazardı ama bir farkla, araya “ast” gelirdi, “Kohna ast-Bernel” ya da “Rayen ast-Bernel” gibi.

    Rayen, bu aile adının yalnızca “ast-Tarkha” ile değişmesine tahammül edebilirdi.

    Kaza üzerinden bir mevsim geçmiş, yağmur bulutları gökyüzünü griye doyurur olmuştu. Tarkha motosiklet sürmeye çıkmaz olmuştu, tıpkı kardeşleri gibi gününü konakta geçiriyordu. Her vakti boştu; önceden Kohna’ya ait olan bahçe işlerini yapıyor, eski eşyaları tamir ediyor, atık malzemelerden eşya yapmaya çalışıyordu.

    Bu durumdan memnun olmayan Bernel, oğluna gün aşırı nutuk çekse de onu “gerçek bir iş” bulmaya ikna edemiyordu. “Gerçek iş”ten kastı, motor sürme ve maceracılık içermeyen, ofiste yapılan hesap kitap işleriydi. Sabahtan akşama kadar bir sürü şirketin muhasebesiyle uğraşan Bernel, akşamları çalışma odasında, gece lambasının loş ışığında düşünüyor, oğlunu “gerçek bir erkek olmaya” cezbedecek bir yol bulmaya çalışıyordu.

    Toplumun mutabakatıyla belirlenmiş sınırlar, dünyanın ve gerçekliğin de sınırlarıydı. Dışarıda kalan, “gerçeklik”ten atılır ve itibara değer görmezdi. Bernel oğlunu sınırların içine yaklaştırmak için bir adım dışarıya atmaya karar verdi.

    Yıldırımların geceyi gündüz kıldığı bir akşam, oğlunu çalışma odasına çağırdı. Tarkha, azarlanacağı düşüncesiyle, suratından düşen bin parça olarak içeri girmiş, ayakta kalmış, halı desenini incelemeye başlamıştı.

    “Otur oğlum.”

    Tarkha’nın sesi fısıltı gibiydi. “Peki baba.” Odadaki diğer sandalyenin ucuna ilişiverdi ve gözlerini yerden kaldırmadı.

    “Rayen hakkında ne düşünüyorsun?”

    Genç, sanki mümkünmüş gibi başını biraz daha eğdi. “B-bilmem,” dedi kekeleyerek. “Rayen işte. Yardımcımız.”

    “Her zaman birlikte dolaşıyorsunuz.”

    “Yani… İlgi alanlarımız aynı. Motosikleti seviyor. Neden sordun ki?”

    “Duygularını o kadar saklayamıyorsun ki Tarkha… Ben senin babanım, en yakın dostundan daha yakınım. Rayen’i sevdiğini biliyorum.”

    Tombul yüzlü adam irkildi. Babasının gözlerine bir an için baktı, sonra tekrar bakışlarını kaçırdı. İnkâr etmek için ağzını açtı ama hiç ses çıkaramadı. Çırılçıplak yakalanmış gibi utanıyordu.

    “Çekinme,” diyordu baba. “Anlıyorum. Hak veriyorum. Niçin bunca zaman çalışmak istemediğini şimdi anlıyorum?”

    “Nedenmiş ki?” dedi Tarkha, nefes alabildiğinde.

    “Çalışmaya başladığında iş çevrenden bir adamın kızıyla evlenmen gerekecek, oysa sen Rayen’den başkasını istemiyorsun. Seni anlıyorum.”

    “Başka türlü olamaz, baba.”

    “Neden olmasın?” dedi Bernel. “Rayen’in büyük büyük dedeleri, benim dedelerime hizmet ettiler. Beni Rayen’in babaannesi büyüttü, sizi de Ayya. Bu kökleşmiş sadakate bir vefa göstermek gerekir. Rayen’i cemiyette asil olarak ilan edelim ve sonra da düğününüzü yapalım.”

    Tarkha sevinçten teşekkür etmeyi unuttu. 

    “Rayen gelecek ay 20 yaşına basıyor. Kemik değiştirme ameliyatına çok yakında girecek.” dedi Bernel. “Polikarbon yerine o da cam kemikli asil bir hanımefendi olacak. Bir insanın başına gelebilecek en büyük talih, değil mi?” 

    Rayen aynı fikirde değildi. Haberi Tarkha’dan alınca sahile kadar koşmuş, asitlik oranı yüksek olduğu için girilmesi yasak olan denizin birkaç karış uzağına kadar gelip diz çökerek ağlamaya başlamıştı. Gözyaşları kumlara düşüp denize karışıyordu.

    Demek ki kemikleri camdan olacaktı.

    Bir daha koşamayacak, motosikletin ön çatalını sıkı sıkı tutamayacak, gönlünce gezip dolaşamayacak, üzerini değiştirmek için bile hizmetçilere muhtaç olacaktı.

    Çocukluğunu birlikte koşu yarışı yaparak geçirdiği Ella, bugün camdan onu izlemekle yetiniyordu. Koşarken yüzüne vuran rüzgâra hasret Rayen de Ella gibi koltuğuna çakılı kalacaktı. Bu, bir kuşun kanatlarını kesmek kadar korkunçtu.

    Yıllar evvel, bahçedeki taşa oturup gitarı parmaklarını parçalarcasına çalan ve bağıra bağıra şarkı söyleyen Dora gibi onun da şarkıları susacaktı. Gür, güzel sesli Dora şimdi derin nefes almadan, kısık sesle mırıldanabiliyordu.

    “Soylu acılarımı değişmem bin adi sevince,

    Kalbimi kemikler gibi parçalarım ellerimle.”

    Bir adım daha atıp denize girmek istedi. Bedeni erir, suya karışır, özgürlüğe ulaşırdı. Bir kez acı çekerdi, kemiklerinin kırılacağı korkusuyla her an değil. Niçin nefesini kaburgalarını düşünerek alsın?

    Tarkha’nın beline sarılıp motosikletin arkasında fırtınaya dönüşmeyecekse niçin evlensin? 

    Kemiklerin malzemesi bir tabuydu, ağzını açamadı. Bulutlar omuzlarına çökmüş gibi dolaştı. 

    Birkaç kez tereddütle hizmetçi olarak doğduğunu ve öyle kalması gerektiğini söylemeye çalıştı. Eğer evlenirlerse eskisi gibi motor süremeyeceklerini, doyasıya sarılamayacaklarını hatırlatmaya çalıştı, üstü kapalı. Kimse onu anlamıyordu, en çok da Tarkha. Sevgilisi sevinçten sarhoş olmuş gibiydi. “Sen asil olacaksın, biz evleneceğiz, daha iyi ne olabilir ki?” diye dolaşıyordu. 

    Lusi, hareket kısıtlılığı yüzünden yaşadığı zorlukları övünçle anlatıyordu. “Doğum sırasında öyle acı çektim ki cehenneme düştüğümü sandım. Dora doğduğunda iki yıl tekrar alışma dönemi geçirdim, bebeği göğsüme bastırarak emzirmem bile yasaktı.”

    Rayen’in tereddüdünü gördüğünde meşhur şarkıdan alıntı yaparak “Bunlar soylu acılar, asaletin acıları.” diyordu. “Ne mutlu ki sana da nasip oldu. Sevinmelisin, yavrucuğum!”

    Dora, kardeşi yerine koyduğu hizmetçi kızın asil olmasından memnun olsa da cam kemiklerin ondan götüreceklerinin de farkındaydı. “Yetişkin olmanın en zor tarafı… Ne yapalım, yazgımız böyle. Her beyazın içinde bir siyahlık vardır. Çokça iyilik için azıcık zorluğa katlanmalı.”

    Ella henüz bir yıl önce alışma dönemini bitirmişti, çocukluktaki hareketli günlerini özlüyor, yeni durağan hayatına tahammül edemiyordu. “Suçlu biziz! İnsanlık gezegeni kirlettiği için bugün bir oyuncak bebek gibi yaşamak zorundayız. Eskiden insanlar altmış yaşına kadar sapasağlam kemiklerle yaşıyorlarmış, ah!”

    Gamzeli kız öğrenilmiş çaresizlikten doğan avuntulara kanamıyordu. Polikarbon kemik istiyor ama dillendirmeye çekiniyordu. Bir sabah Ella’nın saçlarını tararken ağzından kaçırıverdi. 

    Sözlerinin ipek gibi uzun saçları olan evin küçük kızında yaptığı etki kahkaha arzusu olmuştu. Karnını tuta tuta gülmek istese de dudaklarını yumup bu hissi bastırmaya çalıştı. Yoksa kaburga kemikleri kırılırdı.

    “Âlemsin! Hem asil olacaksın hem de polikarbon kemiklerin olacak, öyle mi?”

    “Olmaz mı?”

    Ella başını yavaşça çevirip Rayen’in gözlerinin içine baktı, suratında bir sırıtma vardı. “Sence olur mu?” 

    “Olur diye düşünüyorum, hanımefendi. Beyefendiye diyeceğim.”

    Hizmetçiler, himaye eden ailenin bireyleriyle ne kadar samimi olurlarsa olsunlar laubalilikten uzak dururlardı. Rayen, Ella ve Dora’ya asla “sen” demez ya da adlarıyla hitap etmezdi. “Hanımefendi” derdi, illa ayırmak gerektiğinde ise saygı hitabı ekleyip tam adlarını söylerdi. 

    “Adın çıkar.” dedi Ella.

    “Affedersiniz, doğrusu anlayamadım.”

    “Çünkü çok masumsun!” Ayıp bir söz söylüyormuşçasına fısıldadı. “Eşini aldatmak istediğini düşünürler.”

    Dalgalı saçlı kız, kafasına balyoz vurulmuş gibi hissetti. Tarak elinde, şaşkın bir şekilde aynaya baktı. “Alakasını kuramadım.”

    “Cam kemikli kadınlar aşk koltuğuna bağlanmadan seks yapamaz.” dedi Ella bir sır ifşa ediyormuşçasına. “Cam kemik demek, sadece kocanla seks yapacağını garantilemek demek. Böyle bir garantin yoksa senden şüphelenirler. Biz boşuna mı bu eziyeti çekiyoruz?”

    Diğeri omzunu silkti. “Aman, ne saçmaymış! Hizmetçi kadınlarda polikarbon kemik olur. Hepsi eşini mi aldatıyor?”

    “Asillerin dünyası başkadır.”

    “Tarak tutamıyor, çorabını giyemiyor, kahkaha bile atamıyor, yok edici bir asalet” diye düşündü Rayen. İpek saçları taramayı bitirmişti, şimdi eğilmiş, Ella’nın çoraplarını giydiriyordu. “Bizim dünyamız daha iyi. Keşke Tarkha bu tarafa gelseydi,” diye mırıldandı.

    “Tarkha hizmetçi mi olsaydı?” diyen evin ortanca evladı bir kahkaha atağını daha bastırdı. “Yakışırdı. Zaten evde hizmetçi gibi takılıyor, en azından maaş alırdı.”

    Başka bir gün Rayen, polikarbon kemik taşıyan bir asil olup olamayacağını Dora’ya temkinli bir tavırla sordu: kendi istiyormuş gibi değil de öylesine merak etmiş gibi.

    “Bu, kadını aşağılamak sayılır,” dedi evin büyük kızı. “Polikarbon ev içi çalışanlara uygun olarak üretilmiş bir malzeme. Erkek altın kemik taşırken, eşi de aynı kıymette bir malzeme taşımalı. Bu da kemik camıdır. Sakın camın değerli bir maden olmadığını söyleme. Pencere camıyla kemik camının formülü farklı. Kemik camı, altınla yarışır fiyatta.”

    Rayen sorunun devamını getiremedi. “O halde kadınlar da altın kemik taşısın,” diyemedi, düşünürken bile yüzü kızarıyordu. Toplum, önyargıyı zihinlere ekmiş, erkeklerin rahatça taşıdığı bir malzemeyi kadınlar için utançla özdeşleştirmeyi başarmıştı.

    Hizmetçi kız odadan çıkarken Dora şarkının devamını mırıldanıyordu:

    “Ruhum ışıldarken başka neyin değeri var, söyle.

    Yere düşmüş vazo misali tuzla buz olsam bile.”

    Geçen zamanın ikliminde endişeler kümebulut, gözyaşları yağmur oldu. İlk kez bir doğum gününü içinde dolmuş bir denizle geçirdi. Ailenin yanında mutlu rolü yaptı, yatağına çekildiğinde ise nefesi kesilene kadar ağladı. Hastanede kemiklerinin boyu ölçüldü. Ameliyat günü altı ay sonrasına alındı.

    Bu süre zarfında genç çift için bir konak tutulacak, içine eşyalar alınacak, düğün organize edilecek ve Rayen, cemiyete asil olarak takdim edilecekti. “Rayen Tarkha” yazacaktı kimliğinde, onu herkes böyle bilecekti.

    Bernel, yeni yardımcılar için ilan vermişti. Artık ofise gitmiyor, Lusi’yle birlikte konağının bahçesinde ilan için gelenlerle iş görüşmesi yapıyordu. Bir günde belki üç, belki beş aile geliyordu fakat evin babası hiçbirini uygun görmemişti.

    Referansları yeterli olmayan yardımcı aileler için iş bulmak genel olarak zordu çünkü asil aileler yıllardır yaşanan olaylardan dolayı çok seçiciydi. Haberler kötü niyetli yardımcıların işlediği hırsızlık, cinayet, taciz, tecavüz gibi suçlarla dolu olurdu. Bilhassa asil kadınlar cam kemiklerinden dolayı savunmasızdı.

    Rayen içten içe bu durumdan memnundu, yıllarca ölen anne ve babasının iş yükünü de taşıyabilirdi, yeter ki eve yabancı bir aile gelmesin. Bir mucize olsun, diye umuyordu, Bernel onu asil ilan etmekten vazgeçsin.

    Mevsime uymayan sıcak bir sabah, Lusi, onu uyandırmak için odasına gelen Rayen’e yarım saat daha yatmak istediğini söyledi. Bernel ise tam tersi standart saatinden daha erken kalkmış, arka bahçede öylesine dolanıyordu. Tarkha uyuyordu. Ella ve Dora canları kahvaltı istemediği için balkonda çay içiyordu.

    Bu sırada kapı çaldı. Rayen, gelen her kimse kasıtlı bir şekilde epeyce beklettikten sonra gönülsüzce aşağı inip kapıyı açtı.

    “Ne iş sevdasıymış yahu, gitmediler,” diye söylendi.

    Ne var ki zile basan, genç kızın alıştığı gibi iş arayan bir yardımcı aile değildi. Bir kadındı. Rayen dumura uğradı çünkü kadın ne asiller gibi gösterişli uzun elbiseler giyiyor ne de hizmetçiler gibi iddiasız gündelik elbiseler giyiniyordu.

    Sim dökülmüş gibi parlayan platin sarısı uzun saçlarını salmıştı. Simli ve koyu siyah göz makyajı vardı. Dizlerine kadar gelen siyah, zarif bir elbise giymişti. Kadın telaşlı bir şekilde içeri girip kapıyı kapattı ve hizmetçi kızı “Ne bakıyorsun öyle be!” diye azarladı. “Bernel’i çağır. Hadi!”

    Kaşlarını çatan Rayen giderek yükselen bir tonla “Affedersiniz, siz kimsiniz?” diye sordu.

    “İvorya. Bernel beni çok iyi tanır. Sen çağırmıyorsan ben gidip bulurum.” İçeri doğru bağırdı. “Bernoş!”

    “Susun hanımefendi, lütfen oturun,” dedi hizmetçi, telaşla. “Çağırıyorum.”

    Arka bahçeye seğirtirken bir yandan da “Bernoş, ha?” diye mırıldanıyordu.

    “Beyefendi.” derken Rayen gülmemek için kendini zor tuttu. “Size Bernoş diye hitap eden bir misafirimiz geldi. İsmi İvorya’ymış. Onu çok iyi tanıyormuşsunuz.”

    “Ne!” dedi adam. “Defet onu. Derhal!”

    Bu sırada içeriden ses geldi. Normal şartlar altında ses yalıtımı iyi olduğu için evin içindeki bir sesin dışarıdan duyulması zordu. “Bernoş, geliyorum oraya!”

    “Hay aksi.” Ev babasının suratı limon yemiş gibiydi. “Rayen,” dedi. “Misafirle çalışma odamda özel konuşacağım. Kimse aşağı inmesin, sakın! Oyala herkesi. Özellikle Lusi’yi.”

    Talimatı verdikten sonra fare gibi içeri sıvışıverdi. Hizmetçi kız Bernel’in ne ara ortadan kaybolduğunu anlamadı.

    Bir süre merdivende nöbet tuttuktan sonra merakına yenildi. İlk kez yardımcı etiğine ters düştü. Çalışma odasının kapısına yaklaşıp kulağını dayadı ve içeriyi dinledi. Anladığı kadarıyla Bernel, bu tuhaf giyimli kadından bir hizmet satın almış ve ücretini ödememişti.

    Rayen dinlemeye devam ederken “Neler oluyor burada?” diyen bir sesle irkildi.

    Ella merdivenlerden inmiş, son basamakta bekliyordu. Tavandaki camdan pembe elbisesine güneş ışığı vuruyordu.

    “Hanımefendi, kendi başınıza mı aşağı indiniz? Yardım isteseydiniz. Size bir şey olmasın.”

    “İyiyim ben, merak etme de…” Gözleriyle çalışma odasını işaret etti.

    “Ha, o mu? Şey…” Kem küm ettikten sonra olanları ve işittiklerini aktardı.

    “Anladım,” dedi Ella, önemsiz bir konudan bahseder gibi. “Bir fahişe. Neyse, yukarı çıkayım da babam görmesin, utanabilir.”

    Yardımcı kızın gözleri hayal kırıklığıyla büyüdü. “Şaka mı? A-ama… Beyefendi evli.”

    “Senin şu saflığın beni öldürecek. Gel de yukarıda anlatayım. Babama kapı dinlerken yakalanma.”

    Hava ışıl ışıldı, gökyüzü masmaviydi ve bahçeden çiçek kokuları geliyordu. Elleri fincandan zarar görmesin diye içi yumuşak eldiven takan kardeşler çaylarını yudumluyordu. Rayen’in de önünde bir fincan vardı ama dokunamamıştı. Hâlâ Bernel’in Lusi’yi İvorya’yla aldattığı gerçeğini sindirmeye çalışıyordu.

    “Hani geçen aşk koltuğu hakkında konuştuk ya, aslında o, zevki yok eden bir şey,” dedi Ella. “Bir partnerin hareketsiz olması cinsel zevki büyük oranda öldürür. Bu yüzden evli erkekler ihtiyaçlarını gidermek için fahişelere giderler.”

    “Yani eşlerini aldatırlar. Bunu normal mi görüyorsunuz?”

    “Can sıkıcı ama yaygın ve normal,” dedi Dora. “Ayrıca aldatma sayılmaz. Çünkü eşlerini hâlâ çok severler. Bir rahatlama hizmeti olarak düşün, masaj yaptırıyormuş gibi. Sana hiçbir zaman itiraf etmeyecek ama kardeşim de gidecek.”

    “Mümkün değil,” dedi Rayen. Suratı kıpkırmızı olmuştu. “Asla kabul etmem.”

    Derin bir nefes alıp “Hanımefendiler,” dedi. “Delirmediysem, rüya görmüyorsam, siz önce bir kadına cam kemik takılarak onun engelli bırakılmasını, daha sonra da engelli olduğu için eşinin tatmini dışarıda aramasını normal görüyorsunuz, öyle mi? Bunun, cam kemik taktırmamak gibi, çok daha basit bir çözümü yok mu?”

    Dora içini çekip başını çevirdi. Ella, “Hâlâ anlayamıyorsun,” dedi. “Çikolatalı kek olarak düşün. Çikolata tatlıdır ama keki ayakta tutamaz, sadece tat versin diye eklenmiştir. Kekin asıl unsuru ise undur. Undan tatlı olmasını bekleyemezsin ama keki var eder. Burada un, ev kadınlarıdır. Ev kadını zevkinden feragat eder ve cam kemikleriyle sadakatini ortaya koyar. Zevk ise işleri gereği sadık olamayacak hayat kadınlarına kalır.”

    “Bir saniye, bir saniye,” dedi hizmetçi kız. “Hanımefendi, siz sadakati ortaya koymak için cam kemiğin şart olduğunu mu söylüyorsunuz?”

    “Tabii ki. Çünkü fiziksel olarak…”

    “Sözünüzü balla kesiyorum. Benim kötülük yapmama sebebim, yalnızca o kötülüğü yapacak fırsat bulamamaksa, bu beni iyi bir insan mı yapar?”

    “Sonuçta kötülük yapmamış oluyorsun.”

    “Niyetimin hiçbir önemi yok mu? Kötülüğü kalbimde taşımanın hiçbir önemi yok mu? Kadınları sadakatsizlik edebilirler diye engelli bırakmak, işlemedikleri bir suç için önden cezalandırmak değil midir? Büyük beyefendi, büyük hanımefendiyi aldatmış. O halde cam kemik ona takılsaydı keşke! Burada cinsiyetler arası korkunç bir adaletsizlik yok mu?”

    Ella ve Dora bolca metaforla yeni geleneği izah etmeye çalışsalar da ikna etmekten oldukça uzak kaldılar. Kendileri bile söylediklerine inanmıyor gibiydi. Eğer Tarkha onu bırakıp metal kemikli kadınlara gidecekse, diye düşündü Rayen, o da altından bir iskelet taktırırdı. 

    Koşardı, motora binerdi, sevdiği her şeyi yapardı, nefes almakla yetinmez, yaşardı.

    Rayen altın iskelet taktırma kararını bildirdiğinde Tarkha’nın ilk tepkisi elini alnına dokundurmak oldu.

    “Ateşin mi var canım?”

    Altın kemikli ve seks işçisi olmayan bir kadın bu kadar kabul edilemezdi. Hoş, seks işçileri de altın iskelet taşıyamıyorlardı ya… Kalitesiz, ağır metaller içeren, paslanabilen ve zehirleme tehlikesi olan alaşımlarla dolaşıyorlardı. Canları da sağlıkları da ucuz sayılıyordu.

    Büyük kavgalar, büyük ithamlar… Değişen takvimler, iptal olan planlar… Rayen, Bernel’in Lusi’yi aldattığını salonun ortasında haykırdı. Bernel de kızı “kara damga”yla kovdu. “Kara damga” çalıştığı evi soyan, işverenlerine şiddet uygulayan yardımcı sınıfından suçluların siciline işlenen bir damgaydı. Kara damgalılar bir daha yardımcılık yapamadığı gibi asillerin yaptığı mesleklere de yaklaşamazlardı. Sonuç olarak yasal herhangi bir işte çalışamazlardı, açlıktan ölmeye mahkûm edilmişlerdi.

    Rayen yılgın bir psikolojiyle sokakları dolaşıp geceleyin parklarda yattı. Mezarından kaçmış bir ölü gibi pejmürde ve boş bakışlıydı. Kimliğindeki aile ismi hanesi boştu, o artık sadece Rayen’di.

    Bir gece ona bağıran bir insanın sesiyle gözlerini açtı. “Bekçi geldi,” diye düşündü. “Buradan da kovulacağım.”

    “Hey, sen! Sen Bernoş’un hizmetçisi değil misin?”

    Yanılmıştı. Yanı başında, elleri belinde bekleyen İvorya’dan başkası değildi. Cevap vermeye çalıştı ama susuzluktan yapışan dilini hareket ettiremedi. Parlak saçlı kadının güçlü bir şekilde onu kaldırıp koluna girmesine şaşırdı.

    Bu sırada diğeri, “Şuna bak, derisi kemiklerine yapışmış. Acımasız pislikler!” diye söyleniyordu.

    İvorya, Rayen’i evine götürdü. Şekerli su verdi. “Yemek verirdim ama belli, o kadar uzun süredir açsın ki mide zafiyeti geçirirsin. Kendini toparladığında neler olduğunu anlatırsın.”

    Uyudu, uyandı, uyudu, uyandı.

    Nihayet konuşacak gücü topladı ve olanları anlattı. “Bana ne olacağını bilmiyorum.” dedi. 

    “Sana olabilecek iki şey vardı, biri sürünerek ölmek, diğeri de benimle aynı işi yapmak. Aramıza hoş geldin.”

    “Ama ben…”

    “Bak canım,” dedi İvorya, saçlarını geriye savurdu. Halbuki uzun zamandır sohbet etmek içinden gelmemişti ama şu an konuşası vardı. “Siz korunaklı hayatlarınızda asiller ve yardımcılar arasında devasa farklar var sanıyorsunuz. Bu yalanla burada yüzleşeceksin. Asil ya da yardımcı kökenli hayat kadınları müşteri beklerken yan yana dururlar, hiçbir fark yoktur aralarında. Biri evinden kovulmuştur, biri yalnız kalmıştır, biri senin gibi kara damga yemiştir, birisi cam kemiklerden korkmuştur… Hepsinin vardığı yer aynıdır. İyi aile kızı asillerin de bedenleri satılıktır ya, onlar bu gerçekle bizim kadar yüzleşmezler.”  

    Rayen boş boş bakmaya devam etti.

    “Tamam, çok konuştum.” dedi omuzlarını silken diğer kadın.

    “Ben yapamam.”

    “Başka seçeneğin mi var? ‘Yap ya da öl’ hayatı yaşıyorum, ne diyebilirim ki?”

    Dalgalı saçlı kız biraz düşündü. “Bu sanki bir şarkıdandı.”

    “Bilmem. Asırlar öncesinden kalan bir şarkıdandır belki.”

    “Her şey çok saçma,” dedi mahmur bir sesle. “Doktor, öğretmen, mühendis, bilmem ne… Eğer kadınsak hiçbirini olamıyoruz, eğitimini bile alamıyoruz. Neden? Eksiğimiz ne? Cinsiyetle ne ilgisi var?”

    “Ben de bu soruları kendime çok sordum. Eğitimci asil bir ailenin kızıydım ama yetmedi. Sistemi sorgulamak onu değiştirmeye yetmez.”

    Rayen susunca “Bak,” dedi İvorya. “Sana yapabileceğim tek iyilik, pazartesi günü patronumla tanıştırmak olur. O seni işe almak isterse alır. Senin ameliyat paranı karşılar. Metal iskeletin olur. Sonra da çalışarak borcunu ödemeye başlarsın. Ya da birkaç gün daha kendini toparlayıp sokağa döner ve yeni bir şans ararsın.”

    “Bir süre patronun için çalışıp borç bitince ayrılabilir miyim?”

    “Borç asla bitmez.”

    Rayen oturma odasındaki koltuğa uzanıp üstünü örttü. İvorya ışığı söndürmesine rağmen uyuyamadı, hayalindeki koyunları çitin başında bırakıp düşünce nehrine daldı. Derken nehirde bir taşa rastladı, gözlerini açtı. Yerinden kalkıp yatak odasına doğru koştu, kapıyı tıkladı. Uykulu gözlerle kapıyı açan parlak saçlı kadından, motosiklet satın alacak kadar borç para ve bir aylık süre istedi.

    Güneş lekesiz mavi gökyüzünde seyrederken seyirciler yerlerini almıştı. Her yıl dört kere düzenlenen ödüllü motor yarışı başlamak üzereydi. Tarkha heyecanını bastırmak için kaskını çıkarıp derin bir soluk aldı. Bakışı bir örnek giyinmiş diğer yarışmacılara kaydı.

    Babasına kendisini kanıtlamak için son şansıydı. Eğer bu yarışmada da birinci olamazsa, motoru bırakacağına ve monotonluk içeren “gerçek bir iş” yapacağına söz vermişti.

    Seyircilere baktı. Mahkeme duvarı gibi bir suratla, yargılayıcı bakışlarla izleyen babasını görünce morali bozuldu.

    Başlangıç düdüğü duyuldu.

    Tarkha gaza, hayatı buna bağlıymış gibi bastı. Ön çatala yapışıp motosiklete adeta kitlendi. Dişlerini de bedenini sıkar gibi sıkıyor, hızından bir türlü tatmin olamıyordu. İleriye bakıyor ama bir şey görmüyordu, beyni, gözüne gelen görüntüleri algılayıp yorumlayamayacak kadar meşguldü, tek bir komut bozuk kod parçası gibi dönüp duruyordu: “BAS, BAS, BAS!”

    Çevresi giderek ıssızlaşıyordu. Motorlar bir bir geride kalıyor, o ise hayallerinin zaferine yaklaşıyordu. Zaferle arasındaki tek engel yan kulvarda ve biraz daha önde giden motosikletti. Gaz pedalına o motorun sahibini, en yakın rakibini ezer gibi hırsla bastı, onu geçti.

    Bitiş çizgisine son bir dönemeç kalmıştı. Tarkha rahat bir soluk alacağı sırada rakip kısacık farkı kapattı. Tarkha bastı. Rakip bastı. Bir çarkın dişlileri gibi sırayla birbirlerinin önüne geçiyorlardı. Tombul yüzlü adam kaskın içinde bir çığlık attı ve dengesini yitirdi. Motoru pistin dışına savruldu.

    Alkışlar o esnada bitiş çizgisini aşan rakip için yükseldi.

    Yenilen motorcu ayağa kalktı. Bacakları yeni doğmuş tay gibi titriyordu. Darbenin etkisiyle burnundan inen kanı sildi. Gözlerini kırpıp tekrar tek görmeye çalıştı. Kazanan rakibi motorundan inmişti, ellerini kaldırıp alkışlayanları selamlıyordu.

    “Kazanan… Rayen!” diye ilan ettiler.

    Tarkha bunun anlamını bir an için kavrayamadı, kulakları çınlamaya başladı. Rayen kaskını çıkardı. Alkışların yerini onun bir kadın olduğunu gören seyircilerin şaşkın uğultuları almıştı. Seyirciler arasından açık sarı saçlarıyla güneş gibi ışıldayan birisi çıkıp geldi. İvorya, “Başardın! Harikasın!” diye haykırıyordu.

    Sımsıkı sarılırken söyleyeceklerini düşündü. Otuz gecedir bu anın hayalini kuruyordu, hayata karışmak için tek şansı olan motor yarışlarında, etkileyici bir zafer konuşması yaptığı anın hayalini. Altın ve platin iskeletin insan hakkı olduğunu, cinsiyet ayrımının zalimce olduğunu, cam kemik işkencesinin yasaklanması gerektiğini haykıracaktı. Oysaki süslü kelimeler uçup gitmişti.

    Kalabalığa dönüp “Cam kemik işkencedir! Sadakat yürektedir! Altın kemik, eşit fırsat!” diye haykırdı ve bayılmamak için şişeyi dikip kana kana su içti.

    Ertesi gün bölgenin dilinde sadece Rayen vardı. Törensel aile kahvaltılarında, tek cinsiyetli iş yerlerinde, kalabalık ya da tenha sohbetlerde, motorcu asi kadın başroldü. Ameliyat günü alınmış genç kadınlar ve kırılganlaştırılmış geleceklerini bekleyen çocuklar Rayen’i konuşuyordu. Cam kemikli kadınlar çalınan hayatlarıyla yüzleşiyordu, gamzeli motorcu üzerinden.

    Derken günlük hayatın ezberleri ağır bastı, statüko yeniliğe galip geldi. Tabuları yıkan bu çıkış bir süre konuşulup unutuldu. Medikal firmalar, kaliteli alaşımdan kadın iskeleti üretmemeye devam etti. Rayen’in aldığı ödül yüklü bir miktardı ama hastaneler, “daha önce altın ve platin kadın iskeleti üretilmediği, bunun riskli olduğu” düşüncesiyle onu reddediyordu. Kara damgalı olduğunu öne sürerek polikarbon kemik de takmıyorlardı. Halbuki “Yardımcı sınıfından olmayanlar, polikarbon iskelet kullanamaz,” diye bir yasa yoktu. Amaçları işi yokuşa sürmekti. 

    İvorya’nın evinde yaşamaya devam ederken her gün bölgeyi geziyor, işyerlerine gidip çalışmak istediğini söylüyordu. Mağazalara, plazalara, ofislere, her yere gidiyordu; insanlar tiksinen bakışlarla reddediyordu onu, gerekçeleri ise asaletinin olmayışı, cinsiyeti ve sabıkasıydı. 

    Bernel ile konuşup onu kara damgayı kaldırmaya ikna etmek istedi. Haklı olmasına rağmen çekindiği için günlerce oyalandıktan sonra eski evine doğru yola koyuldu. Hem tanıdık bir his hem de yabancılık duyuyordu, konağı uzaktan gördüğünde karışık hissetmişti.

    Ön bahçeye girip etrafına bakındı. Yeni hizmetçileri görmeyi bekledi ama ortalık tenhaydı. Konağın kapısına doğru yürürken garajda oturmuş, boşluğa bakıp keder içinde düşünen Tarkha’yı gördü. Aynı anda Tarkha da başını kaldırdı.

    Rayen anlık bir korkuyla geriye çekildi. Tekrar kovulacağını, hakaret edileceğini düşündü. Gerçi Bernel’in oğlu, hizmetçi kız ilk kovulduğu zaman bile bunları yapmamıştı ya, sadece sessiz kalmıştı. Aynı şey değil miydi?

    Ne var ki tombul yüzlü adam gözyaşlarıyla Rayen’e sarıldı. “Mahvolduk!” dedi. “Neler oldu, bir bilsen.”

    “Üçüncü sayfa” haberleri sahte bir konfor taşırdı. Orada olup bitenler hep başkalarının başına gelirdi, okunan mecraya göre gazete kâğıdı ya da bilgisayar ekranı, okuyucuyu kötülüklerden korurdu. Oysaki hayat kırmızının en koyu tonlarının da yer aldığı bir bütündü.

    Bernel ailesinin anlaştığı yeni hizmetçiler hırsız çıkmıştı.

    Ella’nın boynundaki takıları almak için omuzlarını kırmışlar, Dora’yı merdivenlerden yuvarlamışlar, Lusi’yi ölüm noktasına getirmişlerdi. Şu an üçü de hastanede yaşam savaşı veriyordu.

    “Kırık kemikleri çıkarıldıktan sonra tekrar sağlam iskelet takılacak ve zorlu bir alışma dönemi geçirecekler.” dedi.

    “Tanrı aşkına, tekrar cam iskelet taktırmayacaksınız, değil mi?” diye bağırdı Rayen. “Gerçeği hâlâ göremiyor musun?”

    Rayen aralarındaki bunca yaşanmışlıktan sonra ilk kez “sen” diye seslenmişti. Yardımcılık etiğini daima korumuş, “siz” ve “beyefendi” hitaplarını sevgilisine karşı bile bırakmamıştı. Artık bir yardımcı olmadığına göre “sen” de diyebilirdi.

    “Olmaz,” dedi Tarkha, suçlulukla. “Bak, yerleşmiş şeyler var, ağır taşlar. Yerinden oynatamayız.”

    Kadın, adamın kolunu tuttu. “Bunun içinde ne var? Altın yok mu? Altın kemiklerin var diye adın mı çıkıyor? Rezil mi oluyorsun? Toplumdan mı dışlanıyorsun? Rastgele birileriyle seks mi yapıyorsun? Ah, gerçi kuzu gibi evlenseydim, yapacaktın ya. İvorya benim bir değil, iki kez hayatımı kurtardı.”

    Rayen arkasını döndü ve üzüntüsünü gizlemeye çalıştı.

    “Siz,” dedi. “Bizden ne istiyorsunuz? Yarımızı engelli olmaya, yarımızı da vücudunu satmaya zorluyorsunuz. Cinsin, cinsime savaş açmış. Tarih derslerinde olurdu ya, işgalci askerler bir köye girer, köylülere eziyet eder. İşte öyle!”

    Hastaneye gitti, Bernel’le, doktorlarla konuştu. Sözleri sanki duvara çarpıp kayboluyordu.

    Ölüm ise en büyük nasihatçiydi.

    Lusi’nin ameliyat tarihi kızlarından üç gün önceydi. Uzun ve zorlu operasyon başarısızlıkla sonuçlandı. Cerrah iki doğum yapmış ve kemikleri defalarca kırılmış bir kadının iskelet yenileme operasyonunda başarı şansının düşük olduğunu söyleyince, ömrü boyunca sınırlardan dışarı adım atmaya çekinmiş adamın zihninde ilk kez “Neden bir kadın doğum yaptı diye kemikleri kırılmak zorunda olsun ki?” sorusu oluştu.

    Dört ay akıp geçti, kurak ve yağmurlu mevsimler arasındaki geçiş dönemi başladı. Hava nemliydi. Ne sıcak ne soğuktu. Asit sahilinde iki kadın dolu dizgin koşuyordu. Birisi Rayen’di, gamzeleri çukurlar gibiydi, diğeri de saçları at kuyruğu gibi savrulan Ella’ydı. Özgür atlar gibi koşuyorlardı, tıpkı eski günlerdeki gibi… Altın kemikleri vardı her ikisinin de.

    Bitiş noktasında kendilerini kuma attılar. Dora ve İvorya da çantaların yanı başında oturuyor, gitar çalarak şarkı söylüyorlardı. 

    Köhne “Soylu acılarım…” şarkısı kayıplarıyla birlikte toprağa gömülmüştü. Dillerinde yeni bir beste, yeni sözler vardı.

    “Gökyüzüne âşık yüreğim,
    Özgürlük akar damarımda.”

    Haberlerde borsa ve spor dünyasındaki gelişmelerin, hırsızlık ve cinayetlerin dışında, tek tük de olsa altın iskelet taktıran asil kadınlar yer almaya başlamıştı. Bu kadınların iş hayatında yer almaları tartışılıyordu. Muhabbet tellallarının senetle genç kızları fuhuş yapmaya zorlaması ve yetkililerin buna göz yumması tartışılıyordu. Bir gazete, bölgenin en büyük yayıncısının sahibinin, yıllar önce cam kemikleri kabul etmediği için evlatlıktan reddettiği kızı Elefantivorina’ya -ya da kısaca İvorya’ya- köşe yazarlığı teklif etmişti. 

    Toplum bir devrim geçirmemişti ama yağmur suyunun kumların arasına sızdığı gibi değişim de insanların arasına sızıyor, yeni gelenekleri buharlaştırıyor, rüzgâra karıştırıyordu.

    “Tazecik altın kemiklerim,
    Işıldar pembe sabahlarda.”


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • SONSUZLUK OTELİ – Bir ❝Perili Ev❞ Öyküsü

    SONSUZLUK OTELİ – Bir ❝Perili Ev❞ Öyküsü

    2008’in ilk ayında yayın hayatına başlayan Kayıp Rıhtım, ilkin fantastik ve bilimkurgu üzerine kurulmuş, bugün ise edebiyatın ve yaşamın her alanına dokunan bir platform. Ayrıca tam on üç yıldır her ay farklı bir temada öykü seçkisi yayınlıyorlar.

    Perili Ev temalı Ocak 2024 seçkisinde Sonsuzluk Oteli adlı öykümle yer aldım.

    Henüz dün yirminci yaşını kutlayan Okan, bir kıyı şehrindeki otel odasında kalp krizi geçirirken yapayalnızdı. Banyoda diş fırçasının yanındaki cep telefonu yıldızlar kadar, odanın kendi telefonu ise Gobi Çölü kadar uzaktı. 

    Yumruk yaptığı sol eliyle gömleğinin kalbinin üstüne gelen bölümünü yırtarcasına sıkıp öksürmeye çalışıyordu. Boğazından incecik iniltiler çıkıyordu, kalbindeki yoğun ağrıya, kanının damarlarında donakaldığı hissi ekleniyordu. Konuşmaya takati olsaydı “Neden?” diye bağırırdı. Sigara bile kullanmaz, beslenme ve sporuna dikkat ederken sonunun nasıl böyle olduğunu sorardı.

    Gözbebeklerine yansıyan son manzaranın beyaz tavan, çiçek oymalı alçıpan, spot lambalar değil de masmavi gökyüzünde pamuk gibi bulutlar olmasını isterdi.

    “Hayır.” diye düşündü Okan. Çok erken, pek zamansızdı. Dudağındaki köpüğü hissetti. Ağrısı kederle karıştı. Sanki kendi ölüsünün başında yas tutuyordu. 

    Tüm bu duygular, düşünceler, hayaller kısacık bir zaman diliminde gerçekleşmişti. Kumsalda güneşlenirken sırtı ağrımaya başlamıştı. Şezlonga örtü sermediği için ağrı çektiğini düşünüp havlu almaya yukarı çıkmıştı ve kalbinde çıkan yangın onu yatağa bile erişemeden yere sermişti. Kalp krizi geçirdiğini anlasa da artık çok geçti. 

    Derken bir kabustan uyanır gibi apansız kendine geldi. Bilinci bir an için kapanıp tekrar açılmıştı, göz kırpar gibi. Sırt üstü yatarken doğrulup oturdu ve hızlı hızlı solumaya başladı. Yataktaydı. Kalbindeki ağrı dinmiş fakat kafası karışmıştı. Gerçeği hülyalardan ayıran sınır buharlaşıp gitmişti.

    Otel odası boş ve düzenliydi. Yataklar topluydu ve ortalıkta hiç eşya yoktu. Gün çoktan yerini geceye bırakmıştı. İçeride yalnızca eşyaları hayal meyal görmeye yarayan gümüşi loş ışık vardı.

    Hazır gece olmuşken yatıp uyumak istedi fakat bedenindeki uyku arzusu da ağrılarla birlikte yok olmuştu. Yakın arkadaşını arayıp yaşadığı tuhaflıkları anlatmak için yataktan kalktı. Ay’da yürür gibi hafif hissediyordu. Banyoda, lavabo musluğunun hemen yanında duran telefon dahi sanki ağırlığını yitirmiş, tüy gibi avucuna konmuştu.

    Kilit açma tuşuna bastı fakat ekran aydınlanmadı. “Hayda… Şarjı da vardı.” diye mırıldanan genç, telefonu yatağın üstüne atıp eşyalarını aradı. Yataktan kalktığında odanın görevlilerce toplandığını düşünüyordu, oysa dolaplar da boştu; çantalar toplanmamış, ortalıktan kaybolmuştu. Telaşla dahili telefona sarıldı. Ahize o kadar sessizdi ki sağır olduğunu sandı.

    Herhalde elektrik kesilmişti. Peki gri ışık nasıl yanıyordu? Okan tavanda şöyle bir göz gezdirip ışığın kaynağını ararken güç kesintisi durumunda jeneratöre bağlı olarak yanan bir lamba olduğunu düşündü. Yoksa beyaz, sarı ve parlak olurdu; her otel odasında olduğu gibi.

    Çalışmayan cep telefonunu ve oda kartını yanına alıp koridora çıktı. Koridor da tıpkı odası gibi sönük ışığın hâkimiyeti altındaydı. Duvar kağıdının desenleri, asansörün önündeki ahşap koltuk belirgin olsa da renkleri kaybolmuştu. Her şey siyah beyazdı. Okan elini kaldırdı ve ten renginin bile gri olduğunu fark etti. İçine tekinsiz bir his girdi. Derhal odasına dönüp kapıyı kapattı. Kartı birkaç kez yerine takıp çıkardı ki elektrik gelsin.

    Banyo ışığını açıp kapatmayı denedi. Hiçbir değişiklik olmadı. İçerisinin karanlık olacağını düşünmüşse de burası kaynağı belirsiz sönük gri ışıkla aydınlanıyordu. Her şeyin rengini çalan o ışıkla… Okan, yüzünde ve teninde külden yapılmış gibi gri olmaları dışında bir farklılık yakalayamadı. Saçlarına, yanaklarına, ensesine dokundu. Elleri hafifçe uyuşmuştu. Başka her şey normaldi.

    Odasını bir kez daha aradı fakat çantalarından iz bulamadı. Resepsiyona inmek üzere hızla dışarı çıktı. Kapı arkasından yumuşak bir şekilde kapanıverdiğinde kartı almadığı aklına geldi. Tedbirsizliğine kızarak, kilitli olacağı beklentisiyle kapı koluna elini attı ama odanın kapısı rahatça açıldı. Derken Okan’ın aklına bir fikir geldi.

    Yan odanın kapısını tıkladı. Ses gelmeyince kapı kolunu çevirdi. Bu bölmenin kapısı da hiç kilitlenmemiş gibi aralandı. Okan koşarak karşı odayı ve iki tarafta gözüne çarpan kapıları diğer denedi. Hepsi açılıyordu, tümü de boş ve düzenliydi; hepsi, o garip ışıkla aydınlanıyordu.

    Ne yapacağını bilmez halde koridorun ortasında durup sağa sola baktıktan sonra komşu odaya girdi. Buranın numarası kendi odasından bir gerideydi. Yatağın dağınıklığını ve yarı devrilmiş çantalarını görünce şaşırdı. Diz çöküp eşyalarını bir bir kontrol etti. Kimse odayı toplamamıştı. Hatta tek bir kıyafete bile dokunulmamıştı. Kumsaldan döndüğünde nasıl dağınıksa öyleydi. İşin açıklayamadığı yanı bu odanın yan oda olmasıydı. Tuttuğu oda değil.

    Çantasını karıştırıp otelin fişini buldu. Hatırladığı ve burada da yazdığı üzere 102 numaralı odayı tutmuştu. Koşarak çıkıp kapıya baktı. 101… Geri dönüp fişi okudu. 102… 102’ye geçerek yatak örtüsündeki düzensizlikten biraz önce orada olduğunu teyit etti. 101’e döndü ve eşyalarına dokundu. Safa ile Merve arasında koşan hacılar gibi birkaç kez iki hedef arasında gelip geldi. Akıl bunu nasıl izah eder, şu iş hangi bilimsel kanuna sığardı?

    Okan’ın kafasına bildiği ve alıştığı dünyada olmadığı dank etti. Neredeydi? Berzah âleminde mi yoksa misal âleminde mi? Ruhu bedeninde miydi hâlâ? Yoksa, çoktan uçup gitmiş miydi? Şortunun lastiğine, çantasının fermuarına dokundu. Diğer dört duyuya inat dokunma duyusu hâlâ her şeyin normal olduğunu söylüyordu ona. Derin bir soluk alıp ayağa kalktı, cama yürüdü, perdeyi tutup bekledi. Bir anda çekip sonuna kadar açtı. 

    Dışarısı safi siyahtı. Ne otel bahçesi ne sokak lambası ne de yıldızlar görünüyordu. Camı açıp kolunu uzattı, parmaklarını oynattı. Kendi uzvunu görebiliyordu ama başka bir şey değil. Ayrıca rüzgâr ve geceye özgü serinlik de yoktu. İçerisi ve dışarısı arasında hava ya da ısı alışverişi olmadı. 

    Okan camı kapatıp eline hohladı. Nefesini az buçuk hissedebiliyordu. Ellerini yumruk haline getirdi, sonra parmaklarını gerdi. Kapıyı kapatmadan çıktı odadan. Asansör çalışmadığı için merdivenle indi.

    İşte! Karşısında bir şeyler sorabileceği bir insan vardı. Resepsiyon görevlisi yakasında isimliği, şık kıyafetiyle yerinde bekliyordu. Okan yaklaşıp “İyi günler,” dedi.

    “Buyurun.”

    Görevlinin yüzü nötrdü. Ne gülümsüyor ne de surat asıyordu.

    “Ben 102 numarada kalıyordum ama odamdan taşınmış gibi görünüyorum. Daha doğrusu eşyalarım taşınmış.”

    “Eşyalarınıza kimse dokunmadı,” dedi görevli.

    “Biliyorum,” dedi genç. “Evet, dokunmamışsınız ama odanın tabelası değişmiş sanırım. Çünkü eşyalarım 102’deydi ama şimdi 101’deler.”

    “Uyuyordunuz, sizi taşımak zorunda kaldık,” dedi diğeri.

    “Fakat ben 102’de uyandım. Taşınan ben değilim gibi görünüyor.”

    “Sayılara takılmayın, 101, 102 fark etmiyor. Bu otelin oldukça fazla odası var. Ne var ki müşterilerimiz de bir o kadar çok. Geçen bir müşteri gelince ona yer açmak için herkes bir sonraki odaya taşındı. Siz uyuyordunuz, sizi biz taşıdık.”

    “Nasıl fark etmez?” diye sordu Okan. Kafası durulacağına daha da karışıyordu. “Siz ruh hastası mısınız?” diye bağırdı. “Herkesi taşıyacağınıza boş odayı müşteriye versenize?”

    “Ama bütün odalar doluydu.”

    Okan gülmeye başladı. “Galiba beynim durdu. Bütün odalar doluydu ve herkes bir sonraki odaya taşınınca yer açıldı, öyle mi?”

    “Evet,” dedi resepsiyoncu. “Beyniniz o kadar da durmamış. Aynen bu şekilde oldu.”

    “Bu otelin en yüksek oda numarası kaç?”

    “Bunu söyleyemem.”

    “Mesela 9 kat olsun. Son oda da 910 olsun. 910’daki müşteri boşa çıkacak çünkü 911 numaralı oda yok ki oraya taşınsın.”

    “911 var, oraya taşınabilir,” dedi görevli, olanca sakinliğiyle.

    “Oh, ne güzel!” dedi Okan. “Madem 911 var derhal arayıp bir ambulans çağırmak istiyorum. Yahu,” isimliğine baktı, “Batuhan Bey, ben sadece örnek veriyorum. 911 numaralı bir oda olabilir fakat atıyorum 122023 numaralı bir oda yoktur, değil mi?”

    “O da var,” dedi Batuhan.

    “O nasıl oluyor?”

    “1220. kat 23. oda, demek.”

    Okan, Batuhan’ın onunla alay ettiğinden emin oldu. Zira dünyadaki en yüksek bina olan Burç Halife’nin bile 163 katı vardı. O da alaya katılarak “Rica ediyorum, beni 1220. kata götürür müsünüz?” dedi. “Asansör çalışmıyor. Merdivenden de o kadar katı çıkamam.”

    “Asansör çalışıyor,” dedi Batuhan. “Işıklarını görmeyince, kapalı zannetmişsiniz. Buyurun, size göstereyim.”

    Asansörün içi dünyevi bir yapıya sahip olan tek yerdi, zira altın rengi gayet kuvvetli bir ışıkla aydınlanıyordu. İçerisi beyaz mermer ve kızılımsı bir tür ahşapla döşenmiş olup renkler, desenler oldukça belirgindi. Panonun üstünde 0’dan 9’a kadar rakamlar, sağ ve sol ok işaretleri, ince bir ekran, üzerinde onay işareti olan bir düğme, lobiyi ve bodrumu ifade eden L ve B harfleri, ne işe yaradığı belli olmayan bir R harfi, kapıyı açıp kapatmak için düğmeler ve alarm vardı. 

    “İstediğiniz katın numarasını girip onaya basın,” dedi görevli. “Yalnız dikkat edin, ekran 50 haneden fazlasını göstermiyor. 50 basamaktan daha büyük bir sayı girdiyseniz, ok işaretlerini kullanarak sayı içerisinde gezinebilirsiniz.”

    “50 basamaktan büyük bir sayı derken…” dedi Okan. “Bu binada kaç kat var?”

    “Söyleyemem,” dedi Batuhan.

    “Niye? Gizli bir bilgi mi?”

    “Hayır,” dedi diğeri. “Bu otel şu kadar kattan oluşur diye bir şey yok. Hangi sayıyı düşünürseniz bir yukarısı var.”

    Okan, asansörün otomatik olarak kapanmasını engellemek için elini kapıya koydu. “Bir saniye…” dedi yutkunarak. “Bu otelde sonsuz kat mı var?”

    “Evet,” dedi Batuhan. “Bu nasıl oluyor, diye mi soracaksınız şimdi de? Nasıl mümkün olduğunu bilmiyorum ama öyle. Burası Sonsuzluk Oteli.”

    “Yani…” dedi müşteri. Boğulacak gibi hissediyordu. “Buraya rastgele 1 milyon tane rakam girsem, karşıma öyle bir kat çıkacak.”

    “Evet ama neden bu kadar şaşırdınız ki?” dedi resepsiyoncu. “Öldüğünüzde böyle acayip şeyler görmeyi hiç beklemiyor muydunuz?”

    Okan kelimelerin ağırlığıyla sarsılırken Batuhan’ın gömlek yakasından görünen ve şah damarlarının üzerinden geçen kıpkırmızı çizgiyi fark etti. Çığlık atarak geriye çekildi ve asansörün kapısı kapandı.

    Telaşla düğmelere sarılan genç, kapı açma düğmesi yerine yanlışlıkla R’ye bastı. Mekanik bir “Rastgele modu açıldı. Asansör, rastgele bir kata gidecektir,” komutundan sonra ekrandaki sayılar akıl almaz bir hızla değişmeye başladı. İçerideki ise bembeyaz olmuş ve bir köşeye sinmişti. Aradan çok geçmeden asansör 13406122. katta durdu.

    Bu katın fazlaca yüksekte olması hariç Okan’ın kendi katından hiçbir farkı yoktu. Aynı ahşap koltuk ve aynı duvar kâğıdı, aynı renksizlikteydi. Rastgele bir odaya kapı çalmadan girdiğinde içeride şişmanca, çizgili pijamalı bir adamın uyumakta olduğunu gördü. Homurdanarak uyanan adam anlamadığı dilde bir şeyler söyleyince Okan bildiği tek yabancı dil olan İngilizceyle özür dileyerek çıkıp kapıyı kapattı.

    Derinden bir ses duyar gibi olunca gözlerini kapatıp odaklandı. Hayır, yanılmıyordu. Bir kapının arkasından tatlı mı tatlı bir piyano sesi geliyordu. Bu ses, asansörün ışıklarından sonra dünyanın güzelliğine sahip olan tek şeydi. Kattaki ikinci odanın kapısına yaklaşan Okan sesi bir süre dinledi. Akan bir nehir imgeledi zihni, üzerinde kayıklar, kıyısında ağaçlar… Biraz sert olsa müziği incitecekmiş gibi bir dikkatle kapıyı çaldı.

    Piyano sustu. İnce bir kadın sesi “Si,” dedi. [1]

    Okan içeri girip utangaçça “Şey…” dedi. Saçlarını toplamış ve tel toka yardımıyla arkaya doğru iyice germiş buğday tenli genç bir kadın bir piyanonun başındaydı. Siyah kumaş üzerine beyaz puantiyeli elbise giymiş, koyu kırmızı -adam, kadının dudaklarının koyuluğundan bunun koyu kırmızı olduğunu tahmin etmişti- ruj sürmüştü.

    “Buona sera,” [2] dedi kadın.

    “Türkçe bilmiyorsunuz, değil mi?” dedi genç, çaresizce. Çünkü içinde yüzdüğü duygular denizinde zaten zayıf olarak bildiği yabancı dili hatırlamıyordu.

    Kadının yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmıştı. “Tabii ki biliyorum, hem de ana dilim gibi,” derken baskın bir aksanı vardı ve yavaş konuşuyordu. “Dayım İzmir’de yaşardı. Ben de bir dönem onun yanında kaldım. Türkiye’nin birçok yerini gezdik. Siz Türk müsünüz?”

    “Evet,” dedi genç, gülümsedi ve birkaç adım yaklaştı.

    Tanıştılar. Kadının adı Giulia’ydı. Henüz 21 yaşındaydı, yani Okan’dan bir yaş büyük. Milano’da bir yem fabrikası sahibinin kızıydı ve İkinci Dünya Savaşı’nda bir bomba yüzünden ölmüştü. Ölümünden, piyano ve kahveyi ne kadar sevdiğini anlatırken kullandığı ses tonuyla bahsetmişti. Üstelik aynı neşeyle bir de sormuştu “Özel değilse, siz ne zaman öldünüz?” diye.

    “Yani,” dedi Okan. Dudaklarını ısırdı. Eğer bu ölümse ısırığı nasıl hissediyordu? “Kalp krizinden öldüm dün, doğum günümde.”

    “Yazık, ne kadar da gençmişsiniz. Ölüm ne yazık ki bizim gibi gençlere de uğruyor.” Giulia içini çekti. “Hayatı severdim. Dünyaya dair merak ettiğim birçok şey vardı.”

    Okan kendisinin dünyaya dair neleri merak ettiğini düşündü. Bu sırada diğeri “Hangi yıldaydınız?” diye sordu.

    “2023.”

    Kadının göz bebekleri büyüdü. “Vay be! Son yaşadığımız tarihlerin arasında tam seksen yıl var. Dönemi anlatsanıza,” dedi ellerini birleştirerek. “Uçan arabalar var mıydı?”

    “Maalesef,” dedi 21. yüzyılın insanı, tebessümle. “Gelecek, sandığınız kadar güzel bir yer olmadı. Hayallerinizi bozmak istemem.”

    Giulia hüzünle “Oh, che peccato,” [3] dedi. “Uzaya çıktık mı?”

    “Çıktık ona,” dedi Okan. Nihayet çağıyla övünebileceği bir konu bulmuştu. “Ay’a çıktık, Mars’a ve Venüs’e araç indirdik, Plüton’un bile fotoğrafını yakından çektik.”

    Genç kadın sevinçle ellerini çırptı bu kez. Sohbet ederken -doğru tabir buysa eğer- saatleri devirdiler. Bir süre sonra taze ölü Sonsuzluk Oteli hakkında sorular sormaya başladı.

    “Buraya nasıl geldin, Giulia?”

    “Bilmem,” dedi dudaklarını büzerek. “Babam iş seyahatlerine beni de götürürdü. Venedik’te bir otele yerleşmiştik. Lobide piyano olduğunu görünce havalara uçmuştum. Oturmuş çalıyordum ki önce yüksek bir ses işittim, parlama gözlerimi aldı ve bombanın savurduğu bir demir parçası karnıma girdi. Acı içinde kendimi kaybettim.”

    Kadın yüzünü buruşturmuştu, tekrar o acıyı yaşıyor gibiydi.

    “Derken tıpkı bunun gibi odada hiçbir şey yokmuş gibi uyandım. Acı dinmişti. Elbiselerim üzerimdeydi. Tuhaf bir ışık vardı, şu an olduğu gibi…”

    “Evet, ben de aynı şeyi yaşadım,” dedi Okan. “Eşyalarını farklı bir odada mı buldun?”

    “Eşyalarımı bulamadım fakat odada piyano vardı. Başta hastanedeyim sandım ama biraz dolaşınca bir otelde olduğumu anladım.”

    “Affedersin, teknoloji tarihini çok iyi bilmiyorum,” dedi adam. “Sizin devrinizdeki telefon nasıldı? Odadaki telefonu görünce şaşırdın mı?”

    Giulia gülerek “Oh, mio amico, [4] kadar da ilkel değiliz,” dedi ve komodindeki telefonu gösterdi. 

    O şaşırmamış olabilirdi fakat Okan şaşırmıştı. Çünkü buradaki telefon çevirmeliydi. Belli ki 1940’lardaki bir modeldi. Birkaç adım geri çıkıp kapıya baktı. Anahtar deliği ve büyük, demir, eski tip bir anahtar gördü. Kart yoktu.

    “Neye baktın?” diye sordu kadın.

    “Resepsiyona indin mi?” dedi Okan.

    “Tabii ki… Başka türlü, Sonsuzluk Oteli olduğunu nasıl öğreneyim? Aşağıda bana…”

    “Kim vardı resepsiyonda?” diyerek kadının sözünü kesti adam. 

    “Tanımadığım biri.”

    “İsmini sormadın mı?”

    “İsmi üniformasında yazıyordu,” dedi kadın. “Hatta öldüğümü de o şekilde anladım. Çünkü resepsiyon memurunun göğsünde büyük bir yara vardı ve çok korktum. Daha sonra onun da Birinci Dünya Savaşı’nda öldüğünü öğrendim. Adı Carlo. Napoliliymiş.”

    Okan kapıdan anahtarı söküp getirdi. “Giulia, bu işte bir yanlışlık var,” dedi. “Biz devrimizdeki otellerde bu anahtarları artık kullanmıyoruz. Bunun yerine kartlar var. Ayrıca telefonun tasarımı da daha farklı. Sen bu odada mı uyandın?”

    “Yok,” dedi kadın. “Gece gündüz olmadığı ve uyumadığımız için zamanı ölçmek zor ama yaklaşık olarak iki günde bir oda değiştiriyoruz. Otele gelen yolculara yer açmak gerekiyor. Ben eski bir ölüyüm. Dünyada yaşadığımdan çok daha uzun zamanı burada geçirdim. Oda numarasına bak, on haneli. Belki binlerce oda değiştirmişimdir. Piyanomu kendim taşıdım, bak, tekerlekli.”

    “Bu binlerce odadan herhangi birinde karta ya da tuşlu telefona rastladın mı?”

    “Hayır.”

    “Peki, telefonsuz ya da senden de eski devirlerde yapılmış gibi duran bir odaya?”

    “Hayır,” dedi tekrar Giulia. “Biliyor musun, daha önce bir ölüyle de sohbet etmedim ben. Oda değiştiren kalabalıklar gördüm ama resepsiyon memuru hariç kimseyle konuşmadım.”

    “Oda değiştirenler tıpkı senin gibi 1940’larda mı ölmüş görünüyordu?”

    Diğeri, üçüncü kez olumsuz cevap verdi. “Aksine, çok çeşitliydi. Komik, renkli gömlekler giyip saçını yukarı diken adamlardan,” 80’ler modasını tarif ediyordu, “Büyükannem gibi giyinen kadınlara… Her devirden ölen insanlardı onlar. Her milletten kişi vardı. Uzak Doğu, Orta Doğu, Amerika…”

    “O halde karşına çıkan odaların da bin bir çeşit olması gerekir, değil mi? Oysaki sen sadece kendi devrine uygun bir tasarıma rastladın.”

    “Doğru! Bu gerçekten tuhaf.”

    “İkimiz de otelde öldük. İkimiz de kendimizi yaşadığımız devre uygun bir odada bulduk. Ben Türk bir resepsiyoncuya rastladım, sen İtalyan. Bunun olasılığı kaç?”

    “Belki melekler gideceğimiz odayı zevkimize uygun olarak değiştiriveriyordur,” dedi kadın. “Sonuçta burası fiziksel kısıtlamalara tabi değil. Biz aşağı inerken de dilimizi konuşan bir memur resepsiyondaki yerini alıyordur.”

    Piyanoda kalın bir tuşa birkaç kez bastı.

    “Ölümü henüz kabullenemediğim günlerde ben de senin gibi sorguluyordum ama faydası yok. Ben her canım istediğinde piyanomu çalmaktan mutluyum. Sen de bırak… Huzurlu bir ölü olarak buna yaşamak denirse, yaşayıp gidelim. Belki de burası cennettir.”

    “Cennette her istediğin olur. Burada da oluyor mu?”

    “Evet.”

    “Çikolatalı pasta istedin mesela,” diyen adam kollarını bağlamıştı.

    “Yeme içme ihtiyacı duymuyorum. Huzur istiyorum, o da bolca var. Düşünsene Okan, hiçbir sorumluluğun ve endişen yok. İnsanların senden beklentileri yok. Başarı, tahsil ya da evlilik kaygısı yok. Bütün gün ya uzanıp düş kuruyorum ya da kendimi müziğe bırakıyorum.”

    Okan bu işte bir nuhuset olduğundan emin bir şekilde yatağa oturdu. “Dışarı çıkmayı hiç denedin mi?”

    “Hayır.”

    “Peki, çıkalım mı?”

    Giulia mütereddit bir şekilde önce piyanosuna, sonra Okan’ın yüzüne, en son da boşluğa baktı. Ardından başını salladı.

    Asansör beklerken Okan, ona ölülerin bir Sonsuzluk Oteli’ne gitmesini anlamsız bulduğunu çünkü dünyanın kuruluşundan bugüne dek dünyada 109 milyar insan yaşadığını söyledi. “Eğer benden sonra yaşayanları dahil edersek sayı oldukça büyüyebilir ama yine de sonsuza ulaşmayacaktır. Çünkü evren sonsuz değil.”

    Evrene dair en modern teorileri bildiğince ve dilinin döndüğünce anlatırken lobiye indiler. Asansör dünya şartlarında deneyimlenemeyecek derecede hızlı çalışıyordu. Resepsiyonda yine Batuhan vardı ve bu sefer karanlığa doğru uzanan bir kuyruk otele kayıt yaptırıyordu. Okan kuyruktaki insanları gözüyle saymaya çalıştı fakat pes etti. Binlerce de olabilirdi milyonlarca da…

    “Ben de tam anons yapacaktım,” dedi Batuhan, Okan’a bakarak. “Bütün mevcut misafirlerimizin oda numaralarının iki katı olan odaya taşınmaları gerekecektir. Bu durumda siz 204’e gidiyorsunuz. Giulia Hanım, siz de 26 milyon…” Kaşlarını çattı. Sayıyı hesaplarken kafası karışmıştı. Bir kâğıda yazarak verdi. “Bu odaya taşının.”

    “Neden taşınıyoruz? Boş odaları verin onlara,” dedi Okan.

    “Okan Bey size anlatamıyorum galiba,” dedi sinirliliğini gizlemeye çalışarak. “Boş odamız yok. Sonsuz odamız var ve hepsi dolu. Dolayısıyla kuyrukta bekleyen şu sonsuz sayıda yeni müşteriye yer açmak için taşınmanız lazım.”

    “Siz çocuk mu kandırıyorsunuz?” Taze ölü, resepsiyona yaklaştı. “Sonsuz sayıda insan diye bir şey yok yok.”

    “Var ya işte,” dedi Batuhan, kuyruğu göstererek. Saygı dilini bir tarafa bıraktı. “İnanmıyorsan, git say! Kuyruğun sonunu ara. Ne yaparsan yap ama çekil şuradan, işimi zorlaştırıyorsun.”

    Okan, her müşteriye kendi ülkesinden bir resepsiyonistin dek gelip gelmemesinin bir tesadüf olup olmadığını sordu. 

    “Bu otelde ihtiyacı karşılamak adına sonsuz sayıda resepsiyon görevlisi çalışır,” eski profesyonel ses tonuna geri dönmüştü. “Bu görevliler her ülkeden olabilir. Şimdi lütfen taşınmanızı tamamlayın.”

    “Taşınmazsam ne olur?” dedi genç, agresif bir şekilde.

    “Sonsuz sayıdaki güvenlik görevlilerimizden ikisi gelerek sizi kaşır, pardon, taşır,” dedi Batuhan. “Zorluk çıkarmayın.”

    “Dışarı çıkıp bahçede dolaşmak istiyoruz.”

    “Otelimizin bahçesi yok.”

    “Dışarı çıkacağız.”

    “Otel kurallarına göre dışarı çıkmanız yasaktır.” Batuhan bir müşteriye daha anahtar verdikten sonra Okan’a doğru eğilerek “Zaten isteseniz de çıkamazsınız,” dedi. “Çünkü lobi sonsuz genişliktedir. Kapıyı bulursanız çıkın.”

    Giulia huzursuzca kıpırdanıyor, bir an önce odasına çıkıp piyanosunu taşımak istiyordu. “Tamam,” dedi Okan. “Kurallara uyacağım.”

    “Ha şöyle,” dedi resepsiyonist başını ağır ağır sallayarak. “İyi konaklamalar.”

    Kadın ile asansöre seğirten Okan, içeride ona piyanosunu taşımasına yardım edeceğini söyledi. “Lütfen sen de bana yardım et,” dedi. “Bir sorun var Giulia. Bizim bu otelden bir şekilde çıkmamız lazım, anlıyor musun?”

    Eski müşteri yanıt vermedi. Öbürü, piyanoyu sürükleyerek asansöre götürdü ve ekrana 26812244 yazdı.

    “Camdan atlayalım mı?” dedi.

    “Ne?” diye tiz bir çığlık attı elini köprücük kemiklerine koyan kadın. “Delirdin mi? Biz bu yükseklikten atlarsak…”

    Okan kahkaha atmaya başladı. “Ölür müyüz yoksa?” 

    “Aslında…” Kadın da gülmeye başlamıştı.

    “Hiçbir şey kaybetmeyiz.” Bu sırada kata varmışlardı. Kattaki dördüncü odanın kapısını demir anahtarı çevirerek açtılar. Perdeler, telefon, mobilyalar 1940’ların tarzındaydı.

    Delikanlı derin bir soluk alıp yatağa oturdu. “Öldüğüne emin misin?”

    “O nasıl soru?”

    “Bombanın sesini duyup ışığını gördüğünü söyledin. Eğer bomba kaldığın otele düşseydi bunları algılamaya vaktin olmadan paramparça olurdun. Yakınlarda bir yere düşmüş olmalı.”

    “Dedim ya,” dedi kadın, “Beni öldüren şey karnıma saplanan şarapneldi.”

    “Ya ölmediysen?” dedi ayağa kalkarak. “Hayatta kalma olasılığın yok mu? Ben de bir otel odasında tek başına kalp krizi geçiriyordum ama birisi beni bulup hastaneye kaldırmış olabilir. Çünkü ben burada ruhumuzun hapsedildiğini sezinliyorum. Biz hayattayız, Giulia. Burası da sonsuz falan değil, daracık, sürekli tekrarlayan bir yapı. Lanetli bir fraktal. Bedenimiz asıl dünyada bizi bekliyor.”

    “Bence hâlâ ölümü kabullenemedin,” dedi kadın, koyu gri gibi görünen kırmızı rujuyla gülümseyerek yatağa uzandı. “Yanında kendini oyalayacak hiçbir şeyin yok mu, kuzum? Sana piyano öğretmemi ister misin?”

    Okan camı açarak sonsuzmuş gibi görünen karanlığa baktı. “Hadi,” dedi kadına.

    “Sahiden atlayacaksın.”

    Kalktı ve tereddütle Okan’ın elinden tuttu. Camın pervazına çıkan adam, kadının da kendisini yukarı çekmesine yardım etti. Karanlıktan gözlerini kaçırdı, odadan yansıyan loş gri ışığa dikti.

    “Üç deyince. Bir… İki… Üç…”

    Boşluğa atlamak tuhaftı. İlkin korkuluydu, derken beyin bir yere çakılmadığını fark ediyor ve aşağı ivmelenişinden haz duymaya başlıyordu. Okan ve Giulia da tıpkı Alice’in kedisi Dinah ile Harikalar Diyarı’nda bir yerlere düşerken konuşması gibi hızla düşerken sohbet etmeye koyuldular. Yaklaşık bir saat boyunca düştükten sonra ağlara takılmalarıyla birlikte yolculuk bitti. 

    Okan zemine yakın olduklarını düşünüp aşağı bakmaya çalıştı fakat camdan çıkan görevliler onları içeriye çekiverdi.

    Batuhan, elleri bel boşluğunda, odanın ortasında onları bekliyordu. “Kat değiştirirken asansör ya da merdiven kullanınız. Başka bir yol denemek yasaktır. Ayrıca otelden dışarı çıkmaya çalışmak da yasaktır,” dedi. “Siz başından beri itaatsizlik eğilimi gösteriyordunuz ve iki kuralı birden çiğnediniz. Üstelik oldukça uyumlu bir müşterimiz olan Giulia Hanım’ın da çiğnemesine neden oldunuz.”

    Okan dişlerini sıkıyor, hızlı hızlı nefes alıyor, nefes aldıkça da yaşadığını tekrar doğruluyordu. İki kolunda iki güvenlik vardı. “Yalan söylüyorsunuz,” diye bağırdı Batuhan’a. “Ölmedik biz. Bu oteldeki kimse ölmedi. Sonsuzluk diye bir şey yok. Her şey illüz…”

    Sağındaki güvenlik görevlisi, boştaki eliyle Okan’ın ağzını sıkı sıkı kapattı.

    “Maalesef bazı yaptırımlara uğrayacaksınız,” dedi resepsiyonist. “Öncelikle odalarınız rastgele bir oda numarasıyla değiştirilecek. Birbirinizin oda numarasını bilmeyeceksiniz.”

    Bu durum, Giulia ve Okan’ın bir daha görüşemeyeceği anlamına geliyordu. Çünkü tekrar rastlaşma olasılıkları 1 bölü sonsuzdu ki bu da sıfır demekti. Delikanlı, çırpınarak güvenliklerden kurtulmaya çalıştı fakat güç yetiremedi. Genç kadın da hüzünlü bir hayretle açılan ağzını kapatmıştı.

    “Beyefendi bundan sonra odasında kilitli kalacak. Ayrıca hanımefendinin piyanosuna el koyuyoruz.”

    Kadın olanca kibarlığıyla itiraz edip karardan dönmeleri için yalvarırken genç adamın yüz kasları gevşedi. Otel yönetiminin bir zaafını yakalamıştı.

    Okan’ın yeni odasının numarası kapının üç tarafına küçücük puntolarla yazılmıştı. Odaya kapatılmadan önce sayabildiği kadarıyla bin rakamdan fazlaydı. Bu odanın tasarımının da 102 numaradan farkı yoktu. 2020’lerin bir otel odası… Kartlı bir oda, krem rengi ve tuşlu bir telefon… Yatağa uzanıp iki odanın ortak noktalarını çıkarmaya çalıştı: duvarlar, camlar, tavan. Eğer birbirleriyle bir daha görüşme olasılıkları yoksa, otel yönetimi neden Giulia’nın piyanosunu almıştı? Neden ses çıkarmasından korkmuşlardı?

    Okan, bu otelin bir fraktal olduğuna inanıyordu. Odaların sayısı sonsuz değil, yalnızca birdi. Sonsuz oda görüntüsü ise iki aynayı karşılıklı tuttuğunda oluşan iç içe görüntülerden farksızdı. Dolayısıyla Okan ve Giulia aynı odanın farklı boyutlarında kalıyorlardı. Geriye boyutlar arası iletişimi keşfetmek kalmıştı. 

    Duvara kulağını dayayıp dikkatle dinledi. “Hadi Giulia…” dedi. “Şarkı falan söyle.”

    Dakikalarca beklemesine rağmen kulağında yalnızca sessizlik vardı.

    Cama hohlayarak yazı yazdı. Camdaki buğunun yavaşça hafifleyip sönmesini hayal kırıklığıyla seyretti. Eliyle kafasını tutup odanın içinde çaresizce dolaştı. Hayır, pes edemezdi. Bir yolu olmalıydı. Bu gri ışığa sonsuza dek teslim olamazdı.

    Ellerini yavaşça çekerken nefesini tuttu ve başını kaldırdı. Biraz önceki düşüncelerini anımsadı.

    İki aynayı karşılıklı tuttuğunda oluşan…

    Ayna. “Tabii ya!”

    Büyük adımlarla banyoya koştu. Aynaya, göz bebeklerinin içine bakıp derinliği yakalamaya çalıştı. “Giulia!” diye seslendi. Cevap gelmeyince aynaya tıkladı ve hohlayarak adını yazdı. Aynalar hem halk inançlarında hem de filmler ve kitaplarda boyutlar arası geçiş kapısı değil miydi? Neden işe yaramıyordu peki? Tek eliyle lavaboya ağırlığını verip diğeriyle içeri girmeye çalıştı ama soğuk cama temas ettiğiyle kaldı.

    Yorgunlukla geri çekildiğinde nefes nefeseydi. “Yaşıyorum,” diye mırıldandı. “Yaşıyorum ben, nefes alıyorum. Kalbim atıyor.” Elini şah damarına götürdü. Orada belli belirsiz de olsa bir ritim vardı.

    Aynaya ne yapacağını bilmez halde bakarken gözlerini biraz daha açtı ve “Geri zekâlı!” diye kafasına vurdu. İki ayna. Sonsuzluğu oluşturmak için iki ayna gerekiyordu, bir değil. Yumrukla aynayı köşesinden kırdı. Kanayan elini emerek acısını dindirmeye çalışırken parçalardan birini, hâlâ yerinde duran büyük parçanın karşısında tuttu. Artık yansımalar iç içeydi.

    “Giulia!” diye seslendiğinde sesi uzun uzun yankılandı.

    “Okan,” diye cevap verdi uzaktan ekolu bir ses. “Sen misin?”

    “Aynayı kır. İki ayna parçasını birbirine tut.” Birkaç saniye cevap gelmeyince “Hadi!” diye bağırdı.

    Derken Giulia’nın yüzü aynalardan birinde belirdi. “Bu nasıl oldu?” diye sorarken sesi çok daha yakından geliyordu. 

    “Güvenliklerin yanında söylemeye çalıştığım gibi bütün bunlar bir illüzyon. Biz şu an aynı odadayız, anlıyor musun? Bu otelde tek bir oda var. Şimdi bizim bir şekilde yan yana gelmemiz lazım. Benim boyutum kilitli olduğuna göre, senin boyutuna gelmem daha mantıklı olur. Aynalarını sıkı tut. Ben de hem aynaların pozisyonunu korumaya hem de içeri girmeye çalışacağım.

    Lavabonun üzerine çıktı. Kırık parçalardan birisinin ayağına batması üzerine acıyla dudağını ısırdı. Bu sırada kolunu uzatıp ikinci parçayı aynı vaziyette tutmaya çalışıyordu. Yukarıda diz çökmüş halde ayaklarından birisini yavaşça geriye uzattı ve aynadan geçebildiğini fark edince ağırlığını bıraktı. Dengesini koruyabilmek için boştaki eliyle lavaboya tutunurken diğer ayağını da “tünel”den geçirdi. En son vücudunu da geçirdiğinde elleri, ayakları, bedeni cam kesikleriyle dolmuştu. Üstelik düşerken Giulia’ya da çarpmış, kızın yere düşmesine neden olmuştu.

    “Özür dilerim,” dedi yerden kalkarken. Ayak tabanındaki cam parçacıklarına dek geldikçe tökezliyor, canı kesiklerden çıkacak gibi hissediyordu. Her yanı sızlıyordu fakat nihayet 40’lara göre döşenmiş odadaydı. 

    “İnanamıyorum!” diyordu beriki. “Haklıymışsın. Hapsedilmişiz biz! Nasıl, çıkacağız peki?”

    Okan kaktüs gibi batan camlardan dolayı iki büklüm halde ayakta durmaya çalışırken bakışlarını kaldırdı ve pencere camındaki yansımasına bakarak gülümsedi.

    Önce camı açtılar, böylece üç bölmeli pencerenin iki bölmesi dar açıyla da olsa karşı karşıya geldi. Bu şekilde sonsuz yansıma oluşuyordu. Önce Giulia çıktı, iki camın arasına kendini kıstırdı ve yansımanın içinde kayboldu. Gitmeden önce “Beni özgür bıraktın, teşekkürler!” diye bağırdı. Ardından Okan kesiklere aldırmamaya çalışarak kendini soluk, sonsuz yansıma tünelinin içine bıraktı ve otel odasının küçülerek kaybolmasını izledi.

    Gözlerini bulanık beyazlığa açtı. Kulağında sinyal sesleri, bedeninde ise bitkinlik vardı. Doğrulmaya çalıştığında çıplak göğsündeki bantları hissetti ve hastanede, yoğun bakımda olduğunu anladı.

    Doktorla konuştuğunda sandığı gibi kalp krizi değil, ağır bir gıda zehirlenmesi geçirdiğini öğrendi. Üç gün baygın bir şekilde hastanede yatmış, nihayet kendini toparlamıştı. Taburcu olduktan sonra ebeveynleriyle birlikte arabaya binerken arka camdan dışarıya bakıp içini çekti. “Ne rüyaydı ama!” diye geçirdi içinden.

    Eşyaları almak üzere otele geçtiler zira hastane telaşı içindeyken kimse onları düşünmemişti. Odada bırakıldıkları yerde öylece duruyorlardı. Okan, tek başına odaya çıkmaktan çekindiği için annesinin de yanında gelmesini istedi çünkü duvar kâğıdını, ahşap koltuğu, odasındaki o otel eşyalarını gördükçe sonsuzluğa geri dönmüş gibi hissediyor, içi çekiliyordu. Sanki tekrar hapis kalacaktı. Neyse ki gri loş ışık değil gün ışığı vardı ve genç bu sıradanlıktan bu kadar mutlu olabileceğini hiç düşünmemişti.

    Çantaları toplayıp çıktılar. Bu sırada babası lobide bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. “Aklıma ne geldi,” dedi onlar gelince, lobideki piyanoyu göstererek. Müzik âletlerinden az çok anlardı. “Çalmayı denesem mi?”

    Annesi “Olur,” derken Okan’ın nefesi kesildi. Bu rüyasındaki piyanoydu. Belki de burada görmüş, bilinçaltına atmış ve derin uyku halinde tekrar açığa çıkarmıştı. Babası piyano çalmak için resepsiyondan izin almaya gitmiş fakat biraz uzun kalmıştı. Derken heyecanla geri döndü.

    “Bu piyanoyu ta İtalya’dan getirmişler,” dedi. “Venedik’te bir otelin lobisindeymiş. Otel, İkinci Dünya Savaşı yüzünden epey hasar görmüş ve binayı tekrar inşa edebilmek için sağlam kalan demirbaşlarını satmış. İşte bu da onlardan birisi. Birkaç otel dolaşıp Türkiye’ye gelmiş.”

    Okan yutkundu. Venedik’te bir otel mi? Bu bilgiyi de mi bir yerden duyup bilinçaltına atmıştı?

    “Bir de iki gecedir bir hayalet söylentisi başını alıp gitmiş. Bazı müşteriler piyanonun kendi kendine çaldığını iddia etmiş. Birisi de geceleyin bahçede bir kadın görmüş, önce onun retro giyinmeyi seven bir müşteri olduğunu sanmış, sonra kadın camdan süzülerek otele girmiş.” Baba güldü. “Millet kafayı yemiş. Neyse, istek parça var mı?”

    Piyanonun başına geçip basit bir şeyler çalmaya başladı. Babası da melodi çıkarabiliyordu elbet fakat Giulia’nın çalmasıyla kıyaslanamazdı. Okan her şeyin rüya olduğunu düşünüyor fakat her şey gerçekmiş gibi hissediyordu. Bir de bu söylentiler… İki gece demişti. Zehirlendiğinden beri iki gece ve üç gün geçmişti. Sezgilerine mi inanmalıydı yoksa mantığına mı? İki arada bir derede korku içindeydi. Resepsiyonun karşısında dekorasyon için konulmuş boy aynasını görünce kalbi varlığını belli edercesine hızla çarpmaya başladı. 

    Bir ileri bir geri yürüdü. Nihayet cesaret etti. Telefonunun ön kamerasını açıp aynaya tuttu. Sonsuz yansımalar arasından bir kahkaha işitir gibi oldu, uzaklardan, derinden ve yankılı. Annesi “Okan!” diye seslendiğinde kafasını arkaya çevirdi ve telefonu yere düşürene kadar geçen kısacık zaman diliminde Giulia’yı gördü, renkli dünyanın ortasında siyah beyaz bir fotoğraf gibi; puantiyeli elbisesi, arkaya toplanmış saçları, gümüşi teni ve koyu gri rujuyla dikilip gülümserken.


    [1] İtalyanca “Evet”

    [2] İtalyanca “İyi akşamlar”

    [3] İtalyanca “Ne yazık!”

    [4] İtalyanca “Arkadaşım”


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • MUTASYON – Kısa Öykü

    MUTASYON – Kısa Öykü

    Kar Öykü Dergisi‘nin düzenlediği yarışmada 10. olan öyküm sizlerle.

    Hayatım, Metinciğim, evrimin nasıl işlediğini bilirsin. Bir grup canlı arasında mutasyonlar ortaya çıkar. Örneğin, kahverengi ağaçlar üzerinde yaşayan beyaz kelebeklerin tırtıllarından biri kahverengi bir kelebeğe dönüşür. Kahverengi kelebek avcılar tarafından zorlukla fark edilirken beyazlar bir bir avlanır. Böylece kelebekler birkaç nesil sonra tamamen kahverengiye döner.

    Eğer bir mutasyon canlıya uyum sağlıyorsa, o, üstün bir özelliktir. Tam tersi canlının çevreyle uyumu azalıyorsa o halde ona genetik hastalık deriz.

    İnsanlar için faydalı mutasyonlar neler? Mesela, sıcak iklimlerdeki siyah ten bunlardan birisi. Tenin rengi açıldıkça güneş ışınlarına karşı hassasiyeti artar. Aynı şekilde beyaz ve sarı tenler, ciltteki yağ oranı, çekik ya da yuvarlak gözler de ortaya çıktıkları iklime uygun olarak yaygınlaşmışlar.

    İnsanların ezici çoğunluğunda organlar ve dokular aynı sayıda, büyüklükte ve yerdedir. Seyrek olarak farklılıklar olabilir. Ayakta altı parmak olması gibi… Her mutasyon üreme yoluyla aktarılacak diye bir şey yok fakat doğru hatırlıyorsam, altı parmak nesilden nesle aktarılır.

    Kimi insanların vücudunda ek dokular olabilir. Kimilerinin vücudunda kan damarları bazı bölgelerde daha yoğun olabilir. Kimyacı Lavoisier’i bilir misin? İşte o normal bir insandı. Zekasından bahsetmiyorum, vücudundan bahsediyorum. Lavoisier tam bir bilim aşığıydı ve ihtilalciler, giyotinle gövdesini başından ayırdıkları zaman birkaç saniye gözlerini kıpırdattı. Beynindeki kan akışının durması için birkaç saniye geçmesi gerekti.

    Çinliler yüzyıllar önce bu mekanizmayı keşfetmişti. Esirlerinin kafasını kesip sıcak saca koyuyorlardı ki sıcaklığın etkisiyle kan biraz daha devinsin ve kesilen kafa, geride kalan vücudunu görüp algılasın.

    Peki bir mutasyon, kesilen kafanın daha uzun süre hayatta kalmasını sağlayabilir miydi? Fransız ihtilali döneminde tüccar Laurent, cumhuriyete karşı çıktığı gerekçesiyle idama mahkûm edilmişti. Giyotinden geçirilen tüccarın bedeni bir yana, kafası bir yana atıldı.

    İzleyenler çığlık atmaya başladı, acımasız cellatlar da bir anda böcek görmüş kız çocuğuna dönüşmüşlerdi. Laurent’in başsız bedeni yerinden kalkmış, kesik kafalara doğru ilerliyordu. İki cellat şaşkınlık ve dehşetten nihayet sıyrılıp bu dizginsiz vücudu sopalarla döverek hareketsiz hale getirdiler. Cellatlardan birisi arkasını döndüğünde onu bir sürpriz bekliyordu. Laurent’in yüzü, cansız kafalar arasından, kızgın bir ifade ve alev alev gözlerle ona bakıyordu. Dikkatini çekerim, idamdan sonra aradan beş dakika gibi uzun bir zaman geçmişti.

    Aydınlanmacılar olayın kaydedilmesine engel oldular çünkü fazlasıyla metafizik görünüyordu ve işitenleri ayahuasca çayı içmiş şamanlar gibi bambaşka âlemlere sürükleyebilirdi. Laurent’in yurtdışındaki oğlunun yıllar sonra bu olayı bizzat babasının yüzünü gören cellattan dinlediğini sen söylemiştin. Sen de gerçek bir Fransız hanımefendisi olan annenden duymuştun. Aile hikâyeleri değerlidir, bize kendimiz hakkında bilmediğimiz gerçekleri gösterirler.

    Bu olayın faydalı bir mutasyon sonucu olmadığını iddia edebilir miyiz? Açık ki Laurent, beyin bölgesinde kan dolaşımının daha uzun sürmesini sağlayacak bir yapıya sahipti. Belki de ense boşluğunda minyatür böbrek, kalp, akciğer dokuları vardı ve beyne yetecek az miktarda kanı devir daim yapabilyorlardı. Hatta bu özelliğin anne karnında geliştiğini söyleyebiliriz. Cenin oluşurken kök hücrelerin bir kısmı kafaya yakın uygun boşlukta toplanıyor ve yumuşak organların dokusal, ufak ama işlevsel kopyalarını oluşturuyorlardı. Kafa kesildiği zaman beyin dokuları vücutta, organ dokuları ise kafada kalmıştı ve iki parçanın da ayrı ayrı yaşaması mümkün olmuştu.

    Kesik Baş destanını bilir misin? Grijgal Kalesi’nde, Türk askerleri düşman kuşatmasını yarmak için hücum ederken Deli Mehmet adında bir askerin başı kesilir. Düşman askeri onun kesik başını alıp giderken Deli Hüsrev şehit arkadaşına, “Canını verdin, başını verme!” diye bağırır. Deli Mehmet’in vücudu yerinden kalkıp düşman askerini yere yıkar, başını alır ve tekrar ilk yattığı yere uzanır.

    İnançlı bir insan için bu keramettir. Benim gibi bir materyalist için de mutasyon. Deli Mehmet ve Laurent’in genetik olarak bağlantılı olmadığını kim söyleyebilir?

    Ah, nasıl bir bezginlikle bakıyorsun öyle? Çok mu konuştum? Yoksa bu konular ilgini çekmiyor mu ya da beni soğuk ve duygusuz mu buluyorsun?

    İnsandan bir makineymiş gibi bahsettiğim için birçokları beni duygudan yoksun bulur. Halbuki, benim için gerçek budur, insan et ve kemikten oluşan bir makinedir. Bilinç beyindeki elektrik akımlarından gelen bir yanılsamadır, duygular ise hormonların etkisidir. Hassas ve duygusal olmak için ruha inanmak zorunda mıyım?

    Nasıl duygusal biri olduğumu en iyi sen bilirsin. Lise yıllarımız hâlâ aklındadır. Benim aklımda. İkinci katın koridorunda temizlik malzemelerinin odasında öğretmenlerden gizli öpüşmeye çalışır, sinemada el ele tutuşurduk. Ne çocukluk! Bugün de aynı heyecanı taşıyorum, büyüdüğümüze bakma. Hem cerrah olup hem de bu kadar ince ruhlu bir kadın başka nerede var?

    Kendime içecek bir şeyler getireceğim. Ağzım kurudu. Senin de dudaklarını ıslatayım dilersen.

    Geldim! En son ne diyordum? Başı kesildikten sonra hayatta kalma fenomeninin bilimsel olarak açıklanabileceğini söylüyordum. Hatta, bu, nesiller arası aktarılan bir özellik. Anlatılan hikayelerde başı kesilenler birkaç saniye değil de birkaç dakika içinde ölmüşler.

    Tek başına bir kafa, tam bir vücuda göre çok daha hassas olmalı. Enfeksiyon kaparsa işi biter. Steril bir ortamda kalmalı. Ona verilecek suyun oranı ve besin değerleri itinayla belirlenmeli. İyi koşullar altında bir kafa da tam vücutlar gibi uzun yıllar yaşayabilir. Bu kafa konuşamayacaktır ama mimikleri yerli yerince olacaktır. Başka ne diyordum? Hatırladım. Fazlasıyla duygusalım. Yeri gelince soğukkanlı da olabiliyorum elbette fakat ben aklı tarafından değil duyguları tarafından güdülen bir insanım. En iyi sen bilirsin, değil mi Metin? Yoksa sırf beni aldattığın için kafanı kesmezdim. Ah, tam bir delilikti. Gömdüğüm vücudunu bulurlar, kaybolmanı benden bilirler diye aklım çıkıyor. Fakat böyle daha bir çekilir oldun. Yalanlarını duymuyorum artık. Her neyse. Su istiyorsan gözlerini iki kez kapatıp aç.


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • YİNE DE DÖNÜYOR İÇİNDEKİ HER PARÇA – Kısa Öykü

    YİNE DE DÖNÜYOR İÇİNDEKİ HER PARÇA – Kısa Öykü

    Yerli Bilimkurgu Yükseliyor dergisinin “Pusula” temalı 12. Kısa Öykü Yarışması’nda beşinci olan öyküm sizlerle:

    “Yön bir paradokstur,” dedi filozof, taş basamaklarda ağzından çıkan her bir kelimeyi, kurbağanın sinekleri yutması gibi kapmak için pür dikkat dinleyen öğrencilerine. “Buradan çıkıp durmadan doğuya gitseniz, yine buraya varırsınız eninde sonunda. Batıya, kuzeye, güneye ya da ara yönlerden birine gitseniz de aynısı olur. İtiraz eden var mı?”

    Öğrencilerin yarısının eli havadaydı. Burası özgür bir felsefe sınıfıydı, öğrencilerin öğretmenle tartışma hakkı vardı, hatta bu tartışmalar yeni fikirlerin doğmasına yol açtığı için istenirdi.

    “Hiroto.”

    Çekik gözlü bir öğrenci ayağa kalktı.

    “Japonya, Amerika’nın batısında mıdır, yoksa doğusunda mı?”

    “Elbette ki doğusunda.”

    “Halbuki Amerika’dan Japonya’ya giden uçaklar batıya doğru giderler.”

    “O halde batısında,” dedi Hiroto.

    “Sizdeki yerel saat, Amerika’daki yerel saatten neredeyse bir gün daha öndedir. Bunu göz önüne alırsak da doğusunda olması gerekir.”

    Öğrenci başını hafifçe eğdi, sessiz kaldı ve yerine oturdu. Öğretmenine mağlup olmuştu.

    Filozof değneğiyle havada bir daire çizdi. “Yusuf, söyle bakalım,” diye seslendi sınıfının tek Müslüman öğrencisine. “İbadetiniz esnasında nereye yönelirsin?”

    “Kâbe’ye.”

    “Tam arkanı dönsen ibadetin geçerli olmaz, değil mi?”

    “Hayır, öğretmenim.”

    “Dünya’nın şeklinden dolayı kıbleye arkanı dönsen bile aslında Kâbe’ye doğru bakıyor olacaksın.”

    “Kâbe’ye dev, ışıklı bir sütun yerleştirdiğinizi düşünün,” dedi Yusuf. “Eğer namaz kılarken kıbleye yönelirseniz bu ışıkları görebilirsiniz ama zıt yönde görülmez olacaktır. Yönler vardır çünkü ışık vardır. Işığı kütleçekim kuvveti hariç hiçbir şey bükemez, ışıktaki bükülmeyi gözle görebilmemiz de için bu kuvvetin oldukça yüksek olması gerekiyor.”

    Filozof bir süre düşündükten sonra “Yönler, bir göz yanılsamasıdır yalnızca,” dedi. “Eğer köstebekler gibi ışıktan mahrum yaşasaydık yönlerin bizim için önemi olmayacaktı.”

    Başka bir öğrenci söz aldı. “Gök küre, yönlerin varlığının kanıtıdır.” dedi. “Dünyanın neresinde olursanız olun, gece vakti göğe bakarsanız yerinizi anlayabilirsiniz. Denizciler yüzyıllarca yıldızların rehberliğiyle ilerlediler. Dünya yuvarlak olduğu için hangi yöne gidersek gidelim aynı yere gelebiliyoruz, peki ya yuvarlak olmasaydı? Ya Dünya, onların iddia ettiği gibi düz olsaydı?”

    “Onlar” sözcüğüyle sınıftaki herkesin tadı kaçtı. Yusuf tekrar söz aldı.

    “Gözlerimiz olmasa da ışık daima bizimle.” dedi. “Işık yalnızca görünür ışıktan ibaret değildir, hatta görünür ışık, ‘ışık’ tayfının incecik bir kısmıdır. Radyo dalgalarından X ışınlarına hepsi ışık tanımına girer.”

    “Radyo alıcımız ya da röntgen cihazımız yoksa hiçbiri bizi ilgilendirmez,” dedi filozof.

    “Önemli olan ışığın fiziksel bir gerçeklik olarak var olması. Işık varsa yönler de vardır. Doğu ve batı, isimlerini, en büyük ışık kaynağımızın doğup batmasından almaz mı?”

    “Bu durumda da yönler bir yanılgıdan ibarettir,” dedi öğretmen. İşaret parmağını hayali düz bir çizgide hareket ettirirken “Yön, ışığın hareket tarzının bizim algılarımızdaki izdüşümüdür. Işığın ve kütleçekimin olmadığı bir boş uzayda yön diye bir şey var mıdır?”

    Yusuf, çenesini sıvazladı. “Yoktur,” dedi. “Fakat bu yön olgusunu bir paradoks yapmaz. Kütlelerin ve ışığın var ettiği bir özelliktir.”

    Filozof beş dakika düşünüp cevap bulamadığı için öğrencisini tebrik etti. Sınıfta bu konu hakkında fikri olan biri olup olmadığını sordu. Bu sırada boş araziden koşarak uzun saçlı bir öğrenci geldi. 

    “Dera aramıza teşrif edebildi, alkışlıyoruz!”

    Alkış sesleri arasında Dera elindeki üstü tozla kaplı, ufacık pusulayı öğretmenine gösterdi. 

    “Yönlerin asıl kanıtı ışık değil manyetizmadır.” 

    “Arazide dolanırken bizi nasıl dinledin?”

    “Kulağım buradaydı,” dedi Dera. “Yön ne sizin dediğiniz gibi yanılgı ne de Yusuf arkadaşımızın dediği gibi ışık ve kütleye bağlı bir özelliktir. Yön, en küçük parçacığa bile içkindir. Bir elektronun bile dönüş yönü vardır ki bilim insanları buna spin derler. İki spin vardır, -1/2 ve +1/2. Mıknatıslarda dönüş yönlerinden biri daha baskındır. Onlara manyetik özelliği veren budur.”

    Filozof öğrencisinin zekâsı karşısında hayranlık duyarken öğrenciler daha çarpıcı ve öğretmenin gözüne girebilecekleri bir cevap arıyordu. Dera pusulayı giysisinin cebine koydu.

    Ders bitiminde öğrenciler giysileri hariç hiçbir şey almadan geldikleri boş araziden ayrıldılar. Özgürlüğü ertesi hafta gelip almak üzere geride bıraktılar. Teknolojinin, kameraların, ses kayıt cihazlarının ve devlet denetiminin hâkim olduğu topluma geri döndüler. Esasen hakikate aç olsalar da toplumdaki rolleri farklıydı. Görevlerini sessizlik içinde yapar, mesai bitiminde eve dönerler ve devlet televizyonunu izlerlerdi. 

    İçlerinde bilgelik tutkunu, dışlarında ise itaatkâr vatandaşlardı. Ne fikirleri vardı ne inançları ne de devletin onlara verdiğinden başka kimlikleri. Toplumun içinde Hiroto Japon, Yusuf Müslüman, öğretmen de filozof değildi, hepsi vatandaştı, yasaklı bir şarkıda dendiği gibi duvardaki bir başka tuğlaydı. Yöneticiler ne derse onu savunmalı, devletin verdiğinden öte dünya hakkında bir bilgi aramaya kalkışmamalıydı.

    Bu bilgilerden birisi de dünyanın çarşaf gibi sonsuz bir düzlükte olmasıydı. Evren ise dünyadan ibaretti. Yıldızlar dev nükleer toplar değil, Dünya’yı aydınlatan küçük ışıklardı, Güneş ve Ay ise biraz daha büyüğü.

    Dünya’nın küre olduğunu ve döndüğünü iddia etmek düşman propagandasıydı. Küre dünya, sınırlı dünya demekti. Dünya’ya sınırlı demek de devletin gücünü küçümsemekti. Oysaki devlet, kutuplar olarak bilinen buzdan duvarın ötesine geçip dünyanın hiç keşfedilmemiş topraklarını fethetmek için halkından düzenli olarak vergi topluyordu. Politikaya uygun tekrarlar yapan astronom, yer bilimci ve kâşif adayları yüksek fonlar alırdı. Gençlerin beynini yıkayan devlet düşmanları ise canlı yayında kurşuna dizilirdi.

    Filozof ve öğrencileri canlarını korumak için sessizlik içinde ve birer birer metro istasyonuna girdiler. Aralarında düzenli olmayan mesafeler bırakıyorlardı ki toplu oldukları düşünülmesin. Kimse onlardan şüphelenmesin. Dera her hafta yaptığı gibi bütün arkadaşları gidene kadar arazide koşuşturarak oyalandı. Güneş batarken yine koşarak metro istasyonuna girdi.

    Kapıdaki dedektörler ötünce şaşkınlıkla durdu. Bu sırada güvenlik görevlisi kabinden fırlayıp gelmiş, “Üzerinde ne var?” diye bağırmaya başlamıştı. Merdivenlerden çıkıp gelen iki devriye polisi Dera’nın üzerini aramaya başladı ve birisinin eli cebindeki pusulaya uzandı.

    “Bu ne? Bunu taşımanın yasak olduğunu bilmiyor musun?”

    Dera, canı dilinin ucunda, şaşkınlığını atıp bir yalan uydurmaya çabaladı. “Pusula. O, Dünya’nın kutuplarını göstermek için değil, hayır. Ben… Onu… Elektronların dönüşünü göstermek için yanıma aldım.”

    “Sen dünya yuvarlaktır ve kutupları vardır mı demek istiyorsun?” dedi polis.

    “Ohoo, sadece dünya mı? Her şey dönüyor. Her şeyin kutbu var yani… Güneş’ten, galaksilere, hatta elektronlara kadar.”

    Diğer polis yüzünde bir tiksinti ifadesiyle Dera’nın bileklerini arkadan kelepçelerken ilk konuşan telsizi açıp bir düşman ajanı yakalandığı haberini verdi. Derken ışık kayboldu, polisler, pusulalı çocuğun başına bir çuval geçirdiler. Çuval sadece idamlıkların yüzünü değil, olası sorunları da örterdi: cellatların psikolojik problem yaşaması, halkın öldürülen kişilere acıması, idam edilen kişinin son sözleriyle ortalığı karıştırması…

    Dera bu çuvalın bir daha açılmayacağını biliyordu. Kuramından görünüşte vazgeçerek Engizisyon’dan canını kurtaran Galilei kadar şanslı olamayacaktı. Yine de dönüyordu dünya, elektronlar ve içindeki her parça; yine de cebindeki pusula, dönen elektronlarıyla, dönen dünyanın kutuplarını gösteriyordu.


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • BARAHMASA’NIN KADEHİ – Öykü

    BARAHMASA’NIN KADEHİ – Öykü

    Hindistan’da değilse de bir zamanlar Hintlilerin yönettiği topraklarda yer alan gölde yaşadığına inanılan efsanevi yaratık, yöre halkının dilinden diline, neslinden nesline dolaşan masalların birçoğunun başrolüydü.  Büyülüydü, kemikleri kızıl yakuttandı ama su gibi saydam bedeni, iç organlarını uğrular ve uğursuzlardan gizlerdi. Yüz yılda bir kez yumurta bırakır ve ölürdü, soyunu, geride kalan tek yumurta devam ettirirdi. Eşeysiz ürerdi, karşı cinsten ve dünyevi zevklerden uzak duran rahipler gibi yek başına yaşardı.

    Ona nazar edenin akıbeti hakkında farklı söylentiler vardı, kimisi Barahmasa’nın Kadehi’ni görenlere yüz yıl ömür bağışlanacağını, kimisi de ona bakmaya cüret edenin tıpkı onun gibi eşsiz, çocuksuz, malsız, mülksüz kalacağını iddia ederdi. Bu durum felaket olsa da bir lanet olarak değil, kişiyi samsara döngüsünden kurtarıp mokşaya ulaştıran aydınlatıcı çileler olarak kabul edilirdi.

    Hinduizm’de samsara, “yaşam döngüsü” demekti. Doğumla başlayan, ölümle ara verilen, ruh göçüyle yeniden başlayan bir döngü, ta ki söz konusu ruh olgunlaşana dek. Mokşa ise özgürlük ve samsaradan kurtuluştu, nirvana ile benzer bir kavramdı. Gölün çevresinde yaşayan halk her ne kadar sırasıyla bir İslam İmparatoru, Batılı sömürge valisi ve en son da kendi içlerinden çıkan bağımsız bir başbakan tarafından yönetilse de kadim inançlar halk arasında yaşamaya devam ediyordu.

    Barahmasa, “on iki ay” anlamına gelen ve kocasından on iki ay boyunca ayrı olan kadınların yazdığı özlem ve aşk dolu şiirleri ifade eden bir kavramdı; hem durgun, geniş, yeşilimsi göle hem de gölün gizemli sakinine isim oluvermişti.

    Bu ismin de bir hikayesi vardı. Kocası savaşa giden yeni evli bir kadın, gölde elbiselerini yıkadığı sırada onu görmüş ve üç gün sonra da kocasının öldürüldüğünü haber almıştı. Gerçeğe inanmak istememiş ve gölün etrafında dolaşıp eşine aşk şiirleri haykırmış, on iki ay boyunca. Ardından göle bakıp, yitirdiği sevgilisinin ismini haykırmış: “Sen mi geldin? Hoş geldin!” ve suya atlamış.

    Sömürge valisinin arkadaşı olan bir bilim insanı maceracı yöreyi ziyarete geldiğinde ona bu efsaneleri anlatmışlardı. Maceracı içinde büyüyen mantıksal ve duygusal bir merakla gölü gezmek istemişti. Zaten ailesi de yoktu, velev ki söylentiler doğru olsun, kaybedeceği hiçbir şey yoktu.

    Sabahın erken saatlerinde yerliler, valinin emriyle maceracıya bir kayık hazırladı. W. Smith imzasını kullanan maceracı, seyir defterine şu şekilde not aldı: “Göldeki altıncı saatimde, güneş tam tepedeyken gördüm onu! Şansım yaver gitmiş olacak ki bir anlığına dokunmayı başardım da… Bir el ayasına sığacak kadar küçük. Dev bir yağ damlası gibi kaygan. Öyle saydam ki kenarlarındaki ışık parlamaları hariç neye benzediğini anlamak imkânsız. Balıklarınki gibi pullu bir derisi var ama yüzgeçleri yok.”

    Smith, notlarının geri kalanında yöre halkının hurafeleriyle ilgili dalga geçen birkaç laf etmiş; misafirlikten anayurda döndüğünde ise vatana ihanetten ihbar edildiğini öğrenmişti. İftiradan aklanmayı başaramadı, en sonunda kralın el koymasıyla mallarını kaybetti ve ölene dek zindana atıldı. Literatürde Barahmasa’nın Kadehi’yle ilgili başka bir kayıt yoktu.

     Dünyanın dev bir köye dönüştüğü internet çağında yörenin muhtarı -yörenin eski ismi unutulmuş, göl, yöreye isim vermişti, artık orası Barahmasa Köyü’ydü- dünya çapında bir yarışma başlattı. Üniversitelerde kurulacak araştırma gruplarına açık olan yarışmayı Barahmasa’nın Kadehi’ni gören, fotoğraflayan, varlığını kanıtlayan grup kazanacaktı. Ödül ise köyün bütçesinin yettiğince para ödülü ve bu efsanevi yaratığı bilimsel olarak inceleyerek akademiye katkıda bulunma fırsatıydı.

    Gruplar en az üç, en fazla on kişiden oluşacaktı; grup içerisinde en az bir adet biyoloji ile ilgili bir branşta öğretim görevlisi yer alacaktı, grup üyelerinin hepsinin üniversite öğrencisi ya da öğretim üyesi olması zorunluydu ama aynı üniversiteden olmak zorunda değildi.

    Ankara’da çeşitli üniversitelerden toplanmış dokuz lisans öğrencisi ve bir hoca grup kurarak yarışmaya katıldı. Türkiye’den katılan tek grup onlar oldu. Yarışma yöneticileri tarafından onlara TR-001 kodu verildi.

    Yarışmaya orta derecede ilgi vardı. 37’si Avrupa’dan, 20’si Amerika’dan, 12’si Asya’dan, 3’ü Afrika’dan ve 1’i Avustralya’dan gelen yarışmacı gruplar, toplam 501 kişiden oluşuyordu. Gruplar, ultrasonik sensörlerden, sualtı termal kameraya kadar, çeşitli teknolojik cihazlarla kendilerini donatmıştı. Köylüler ise misafirlerini rahat ettirebilmek için ellerindeki bütün imkanları seferber etmişlerdi.

    Güneş indi, yıldızlar çıktı. Göl civarındaki yeşillik alanda çadırlar kuruldu. Kamp ateşleri yandı. Muhabbet, hoş bir rüzgâr gibi kamp alanını sardı. Rekabet, beklendiği gibi gruplar arasında değildi. Her grup kendi içine kapanıp, toplantı yapıp taktik belirlemek yerine birbirleriyle cihaz ve yöntemlerini paylaşıyorlardı. Barahmasa’nın Kadehi’ni “biz bulalım” diye değil, “herhangi bir grup bulsun, bulabilsin” düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Türdeş insanlar müttefik, efsanevi yaratık rakipti.

    İki yüzyıl öncesinden gelen maceracının kaydı hariç bu yaratığın varlığı hakkında bir delil yoktu. Yalnızca inanç, bir yörenin halkının kalbinde ve destanlarında nesillerdir çağlamış bir inanç vardı. Bu inanç farklı coğrafyalardan dünya yarışmacılarını etkisi altına almıştı. Ateşlerin çevresindeki çemberlere dahil olan herkes, gölde gözlere görünmez bir canlının dinlenmekte olduğuna ikna olmuştu.

    Yeni günün ilk ışıklarıyla birlikte yarış başladı.

    Gölün 73 farklı noktasından, 73 grup kayıklarını indirdi. Birbirlerini sabote etmedikleri ve doğaya zarar vermedikleri sürece her şey serbestti. Dalış yapılabilir, sınırsız sayıda ölçüm cihazı kullanılabilir ve fotoğraf çekilebilirdi. Ne var ki günün sonunda onca çabanın ve dayanışmanın sonucu, yalnızca hatıralar ve doğa fotoğrafları oldu.

    Gölde herhangi bir deniz canlısının yaşadığına dair kanıt yoktu. Yuva yoktu, canlının var olması halinde dışkı olarak atacağı organik maddeler de tespit edilememişti. Işık testleri ve radar ona rastlamamıştı. Diğer deniz canlılarını çekecek çeşitli yemler onu cezbedememişti.

    Üç günün sonunda bütün gruplar eli boş halde Barahmasa’dan ayrıldı. Barahmasa’nın Kadehi’nin fiziksel bir gerçekliği olmadığı kayda düşüldü. TR-001 de kazananı olmayan yarışmayı diğer gruplar gibi hüsranla terk ederek anayurda döndü.

    Biyolog Gülgün Hoca çok üzgündü. Havaalanının bekleme salonundaki banklara oturmuş, taş gibi çökmüş, bir arkadaşı gelip kendisini alana kadar kıpırdayamamıştı. Öğretim görevlisi olarak kariyerinin başlangıcını yeni bir canlı türü keşfederek parlatmayı düşleyen biyoloğun payına düşen hayal kırıklığı ona ağır gelmişti. Günlerce evden çıkamadı, ta ki yeni eğitim öğretim yılı başlayana dek.

    Okuldaki ilk dersinde deneyimlerinden bahsetmek istedi. Ancak ne kadar uğraşırsa uğraşsın akıcı konuşamıyor, uykudan yeni uyanan biri gibi, sözcükleri birbirine karıştırıyordu. Önce dilinde başlayan bulanıklık zamanla zihnine de sirayet etti. Doktora yaparken danışmanının takdirini kazanmış parlak bir öğrenci olmasına rağmen, şimdi birinci sınıflara anlatacağı en basit konulara bile aklı ermez olmuştu. Sonra bu durum giderek kayboldu. Zihni hızlandı ve dili tekrar açıldı.

    Bir gün derste “hücre”yi tanımlarken “canlılığın bölünmez yapıtaşı” dedi. “Hücre, kesinlikle daha alt birimlere ayrılamaz. Kozmik çekirdeğimizdir. Hücreye ‘Tanrı’nın yumurtası’da denir. Su gibi saydamdır ve görmek mümkün değildir.”

    Öğrenciler önce şaka zannedip güldü, sonra hocanın gayet ciddi olduğunu fark edince itiraz edip düzeltmeye çalıştı. Organelleri, elektron mikroskoplarını ve öğreticinin iddialarını boşa çıkaracak kanıtları gösterdiler. Bu da işe yaramayınca alay ettiler.

    Aradan geçen zaman, hocanın saygınlığını ve güvenilirliğini düşürdü. Geleceğin biyolog adayları artık Gülgün hocanın dersine sadece dalga geçip eğlenmek için giriyordu.

    Başta rektörlüğün ve aynı bölümdeki diğer hocaların bu durumdan haberi olmadı. Çünkü Gülgün ders dışında pek konuşmaz olmuştu. Suskun bir şekilde odasına giriyor ve başını eğip öylece bekliyordu. Derken hocanın bilime aykırı şeyler anlattığı dalga dalga yayıldı. Rektör, Gülgün hocanın derslerinden birine girip amfinin arka tarafına oturdu.

    “Kozmik çekirdek, aslında Tanrı dediğimiz şeyin ta kendisidir,” dedi. “Hem içimizdedir hem dışımızda. Bizler hücrelerden, yani kozmik çekirdeklerden oluşuruz. Bizi Tanrı kendinden yaratmıştır. Bu da hepimizi Tanrı yapar. Kendinize, diğer insanlara ve hammaddeniz olan kozmik çekirdeğe tapınınız.”

    Rektör dayanamadı. “Hocam! Neler söylüyorsunuz?” diye ayağa kalktı.

    “Bir hocanın yapması gerektiği gibi gerçeklerden bahsediyorum.”

    “Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Ya siz, çocuklar. Neden hiç ses çıkarmıyorsunuz?”

    “Ses çıkarsak ne olacak ki hocam?” dedi birisi.

    “Gülgün Hoca akıl sağlığını kaybetmiş galiba. Defalarca anlatmayı denedik.”

    “Hocamız ermiş, hocam.”

    Gülgün, bütün bunlara gülümsüyor ve “Kozmik çekirdeğin evlatları ne söylerse, doğruyu söyler.” diyordu. “Lütfen onlara kızmayın hocam.”

    Rektör, içini saran ateşle çığlık atmak istiyor ama kadının sakinliği yüzünden yeterince öfkelenemiyordu. “Hocam siz ciddisiniz,” diyebildi. “Sizin bu halde ders vermeniz mümkün değil.”

    “Evrende her şey ciddidir. Derslerimiz gayet aydınlatıcı gidiyor.”

    “Derhal dışarı çıkar mısınız?”

    Rektör, sesini yükseltmeyi nihayet başarsa da içi suçluluk duygusuyla doldu. Karşısında apaçık bir şekilde zihninden hastalanmış bir kadın vardı. Gülgün, çıkmadan önce Rektör Nihat Hoca’nın ayağına kapanarak “Kozmik çekirdeğe tapınmalı… Kozmik çekirdeğin evlatları ne söylerse, doğruyu söyler.” dedi ve ardından kalkıp dışarı çıktı.

    Nihat Hoca, paçasında bir kaşıntı hissetti. Sanki bir su damlası yukarıya doğru çıkıyormuş gibi… Hafif, basit bir histi ve saniyeler sonra kayboldu. Bu yüzden hoca bu hissi önemsemedi.

    Psikiyatristler Gülgün Hoca’ya belirli bir teşhis koyamadı ancak kadının gerçeklikle ilişkisinin bozulduğunu söylediler. Bu yüzden rapor verdiler. Çevresine ya da kendisine bir zararı olmadığı için hastaneye yatırmadılar. Gülgün tek başına evinde yaşıyordu. Artık çalışmadığı için dışarı çıkmasa da ihtiyaç duydukça bakkala, markete gidiyordu, bir de muayene zamanı hastaneye. Gördüğü herkese “kozmik çekirdek”i anlatmaya çalışıyordu.

    Nihat Hoca bu olaydan çok etkilenmişti. Gülgün’ün hastalanmasının sebebini araştırmaya başladı. Her şey normallik sınırlarının dışına çıkmadan önce, kadının yaz aylarında yurtdışında bir keşif yarışmasına katıldığını öğrendi.

    Barahmasa’nın Kadehi efsanesini okuyunca Gülgün’ün yaşadıklarının efsaneye uygun olduğunu fark ettiğinde şaşırdı. Diğer yarışmacıların akıbetini araştırdı.

    Yarışmaya katılan öğretim görevlilerinin birkaçı belirgin bir sebep olmadan uykusunda ya da gündüz, uyanıkken ölmüştü. Otopside de asıl sebep tespit edilememişti.

    Neredeyse hepsi okuldan ayrılmış ya da atılmıştı. Bir tanesi bile yarışmadan sonra bilimsel bir çalışma yapmamış, makale yazmamıştı. Birisi istifa ettikten sonra “Ruh Molekülü Şahitleri” adında bir tarikat kurmuştu.

    Yarışan hoca ve öğrencilerin sosyal medyalarında dolaştı. Burada da çoğu kapalı profil kullanıyordu ama açık olanlardan paylaşım yapan azınlık hep aynı şeyden bahsediyordu. Saydam, görünmez, bölünmez ve tapınılması gereken bir varlıktan. “Tanrı”, “ruh”, “öz”, “kozmik” gibi anahtar kelimeler içeren farklı isimler takmışlardı.

    Akademisyenliğinin verdiği bağlantıları ve yabancı dil avantajını kullanarak maceracı W. Smith’i araştırmaya başladı. Smith’in belgelerinin yer aldığı üniversiteyle iletişime geçerek kralın onu hapse attırmasının nedenini öğrenmeye çalıştı. Nasıl bir “vatana ihanet” suçu işlemişti? Üniversitedeki hukuk tarihçisi, Smith’in Barahmasa’dan döndükten sonra “kralla aynı soydan geldiğini” iddia ettiğini söyledi.

    “Oysaki o yöreden döndükten sonra Smith, panteizme iman eder olmuştu. Evrenin ve Tanrı’nın bütünleşmiş olduğunu söylüyordu. O dönem bu tür inançlar sapkın olarak kabul ediliyordu ancak kral, Smith’i doğrudan sapkınlıkla suçlamak istemedi çünkü Smith, başpapazın akrabasıydı ve bu suçtan ceza alması başpapazın makamını tehlikeye sokardı. Onu farklı bir suçlamayla etkisiz hale getirdiler.”

    Nihat, dehşet içinde, Ophiocordyceps cinsi mantarı aklına getirdi. Mantar, yağmur ormanlarındaki karıncalara bulaştıktan sonra onların beynini kontrol ediyor, tırmanma güdüsünü tetikliyor ve bir ağacın üstüne çıkardığı karıncayı orada öldürerek yayılmaya başlıyordu. Barahmasa’nın Kadehi de efsanede anlatıldığı gibi yüz yılda bir üreyen tek bir varlık değil, insanın düşünce sistemini bozan bir parazit olmalıydı.

    Kozmik çekirdek… Saydam ve bölünmez…

    Barahmasa’nın Kadehi, bulaştığı insanı kendisine tapındırıyordu. Ayrı bir farkındalığa eriştiğini düşünen kurban bir tuhaflık olduğunu fark edemiyor ve paraziti vücudunda üretip beslemeye devam ediyordu.

    Yöre insanlarının göle neden asla girmediğini, hatta ona saygı duysalar bile o tarafa bakmadığını, o varlığı gören insanın her şeyini kaybedeceğine inandığını şimdi anlıyordu.

    Nihat son olarak Barahmasa gölünün ortalama sıcaklığını araştırdı. Ekranda 36,5° yazdığını görür görmez bilgisayarı kapatıp evden çıktı. Arabasına binmeyi bile düşünemeden Gülgün’ün evine doğru nefesi tükenene kadar koştu. Kapıya yaslanıp bir süre soluklandı. Ardından açık olan apartman kapısından içeri girip merdivenleri çıkmaya başladı.

    Üçüncü katın ziline art arda basıyor, “Gülgün Hocam, ben Nihat,” diye bağırıyordu.

    On dakika sonra kapı açıldı.

    Nihat bağırmamak için nefesini tutup dudağını ısırdı. Gülgün Hoca berbat haldeydi. Ağzı, ayakları, koltukaltları kokuyordu. Yağlı saçları keçe gibiydi. Belki günlerdir, belki de haftalardır yıkanmamıştı.

    “Siz hastasınız!” demek istedi rektör ancak burnundaki kaşıntıyla birkaç kez hapşırdı. Bu sırada paçalarında, tıpkı Gülgün’ün sınıftan ilk çıkışında olduğu gibi bir his duyuyordu. Boğazını birkaç kez temizledikten sonra “Hocam, lütfen hastaneye gidelim,” diyebildi.

    Bu sırada gözleri evin içine kaydı. Yerler sanki yeni silinmiş de henüz kurumamış gibi parlaktı. Fakat tam ıslak gibi de değildi. Garip bir illüzyon vardı. Nihat halılarda, köşelerde belli belirsiz ışık parlamaları görüyor, yerlerin Barahmasa’nın Kadehleriyle kaplı olduğunu anlıyordu.

    Başı dönmeye başladı. Açlıktan bir anda tansiyonu düşmüş olmalıydı. Hiçbir şey demeyen, ifadesiz bir yüzle onu izleyen Gülgün’ün önünde diz çöktü. Derin nefes alırken başını kaldırıp bir kez daha baktı. Hocanın gözlerinin ve dudaklarının ne kadar güzel olduğunu düşündü. Teninin kokusunun bu kadar yoğun duyulmasının ne kadar hoş olduğunu da…

    Artık düşünemiyordu. Işık parlamaları kapıdan süzülüp tişörtünün kolundan, boynundan; kulaklarından, gözlerinden içeri giriyordu. Nihat çaresizce gözlerini kapattı. Kadehleri durduramıyordu. Kendisini nasıl arındıracağını ve dahi arınmak isteyip istemediğini bilmiyordu. Yorgunlukla eğildi. Alnını Gülgün’ün ayaklarına dayadı. Zihni durdu. Zaman durdu.

    “Kozmik çekirdek ne yaparsa doğru yapar,” sözcükleri döküldü dudaklarından.

    Bu öyküyü ayrıca aşağıdaki bağlantıdan dinleyebilirsiniz:

    Barahmasa’nın Kadehi

    “1 Saatte 0’dan Öykü Yazmak” adlı videomda, konusunu bulup giriş kısmını yazmıştım:

  • HÜSNÜYUSUF MEVSİMİ – Öykü

    HÜSNÜYUSUF MEVSİMİ – Öykü

    Sık ve derin nefesleri, bakışlarını yere çevirerek gizlediği heyecanını izhar ediyordu. Kumral saçları başının arkasında topuz yapılmış, dantelli elbiseleriyle bir eski çağ tablosuna aitmiş gibi görünen genç kadın bu mesut anın gerçekliğini idrak edebilmek için uyluğunu çimdikliyordu. On yedi mevsimdir özlediği, günlüğünün en mahrem köşesini onun anılarıyla doldurduğu adam karşısındaydı. Uzun yolculuğundan göçmen kuşlar gibi dönmüştü.

    Asiye bu on yedi mevsimi korkular içerisinde geçirmişti. Lâmi’nin dönmek istemeyeceğinden değil ama başına bir şey gelmesinden, yolda bir aksilik çıkmasından korkmuştu. Her iki ihtimal de son derece yüksekti. Çünkü dünyayı saran ağ artık bir hayaletten ibaretti. Elektrik sistemleri çökmüş, tramvay ya da metro gibi ulaşım araçları ıskartaya çıkmıştı. Dışarıda bir zamanlar yaşanmış teknoloji çağının ağır ağır çürüyen cesedi vardı ve bu ceset, bir zamanlar hayatını kolaylaştırdığı, yeni “eski düzen”e uyum sağlamaya çalışan insanları tehdit ediyordu.

    Eğer hasretini biraz olsun gidermek istiyorsa akşam vakti çalışma masasına oturmalıydı Asiye. Kandilini uyandırmalı, kullandığı kibriti zarif bir üflemeyle söndürmeli, dolma kalemini hokkaya batırmalı ve yazmaya başlamalıydı. Kalemin gölgesi kâğıdın üzerinde dans etmeliydi. Sonra el emeği göz nuruyla hazırladığı mektubu zarfa yerleştirmeli ve ertesi gün posta kutusuna yerleştirilmek üzere bir gece beklemeliydi.

    Postacı hafta içi her sabah saat altıyı yirmi geçe evin önünde olurdu. Güneşin henüz doğmadığı bir saatte çalışmak ona özgü bir durum değildi. Çarkların dönebilmesi için mesailer her sektörde erken başlıyordu. Dosyalar daktilo ile dolduruluyor, kayıtlar büyük defterlere yazılıyordu. Gutenberg usulü, manuel çalışan çarklı matbaalar kullanılıyordu. Ulaşım için at arabalarına dönülmüştü. Floresan lambalar basit bir dekordu. Bilgisayarlar her kurumda bir köşeye yığılmış çöplerden başka bir şey değildi. Binaların elektrik tesisatları çoktan fareler tarafından kemirilmişti. İnsanlığın telgraf ile başlayan iletişim çağı macerası on iki yıl önceki Güneş patlamasıyla birlikte sona ermişti.

    Bu tehlike aslında uzun zamandır biliniyordu. Fakat alınabilecek bir önlem yoktu ve kimse de gerçekleşeceğine inanmamıştı. On bir yıllık döngülerle Dünya’yı aydınlatan yıldızın yüzeyinde hareketlilikler olurdu. Kimi zaman Güneş’in yüzeyindeki lekeler patlar ve Dünya’ya radyasyon saçardı, bu olaya “Güneş fırtınası” denirdi. GPS ve radyo sinyallerinin dolaştığı atmosfer katmanını kötü yönde etkileyen bu fırtına yeterince güçlü olursa yerküredeki elektrik ve iletişim ağlarını çökertebilirdi. Öyle de olmuştu.

     Dijital kıyametin ilk anından itibaren toplu ölümler başlamıştı. Önce hastaneler kararmıştı: sağlık cihazları kapanmış, yoğun bakımda yatan hastalar hayata gözlerini yummuştu. Ardından havacılık sona ermiş ve enkazının altında binler kalmıştı. Okyanusa düşüp kaybolan uçakların sayısı bilinmiyordu. Karada jeneratörler birkaç gün idare etse de benzin sevkiyatının aksamasıyla bu geçici iyilik dönemi sona ermiş, otomobillerden sokak lambalarına bütün elektrikli cihazlar kullanılamaz hale gelmişti. Piller ve pilli cihazlar karaborsaya düşmüştü. Hoş, pil masa lambası ve saatten başka nerede işe yarardı ki? Deprem, yangın gibi afetlerde hayat kurtaran pilli radyolar yayınları değil, kaosun cızırtısını iletiyordu.

    Zaman adeta geriye akmış, on yedinci asrın şartları yirmi birinci yüzyıl insanları üzerinde egemen olmuştu. 

    Bilginin değeri azalmış, emeğin değeri artmıştı. Kafa emeği değil, el emeği… Böylece daha zeki olan değil, daha güçlü ve dayanıklı olanlar makbul oldu. Değişen dengenin ilk kurbanı kadınlardı. İş dünyasından bir kez daha dışlandılar, çünkü erkeklerin kas gücü kadınlara göre daha çoktu. Öğretmenlik gibi nadir meslekler hariç her alanda cinsiyet ayrımı yeniden ortaya çıkmıştı.

    Kadın hakları savunucuları her gün sokaklarda eylem yapıyordu. Polis ise eylemcilere sert müdahale ediyor, fısıltı gazetesi her gün bir çatışmanın haberini yayıyordu. Bu müdahalelerin içinde su fışkırtma ya da gaz sıkma yoktu, genelde silahlar konuşuyordu.

    İşte bu şartlar içerisinde Lâmi okyanus ötesine iş gezisine gitmişti. Kadırga ile yapılan bu seyahatte mahkûmlar ve gönüllüler kürek çekmişti; ilk sınıfın cezaları affedilmiş, ikinci sınıfa ise yüksek ücret ödenmişti. Altı ay gidiş, altı ay geliş, otuz dokuz ay iş… Asiye ve Lâmi, genç nişanlılar, bu süre zarfında birbirlerinin sesini duyamadılar. Mektuplar altı ay gecikmeli iletildi. On yedi mevsim, yedişer mektup taşıdı üzerinde.

    Felaket insanlar arası ilişkileri de bir karşı devrime uğratmıştı. Görüntüler kaydedilmiyordu. Sesler küçük bir çipin içine saklanamıyordu. Hafızada ne kalırsa, o… Böylece an değerlendi. Aileler bir arada vakit geçirmeyi önemser oldu. Sevgililer baş başa kaldıkları zaman dilimlerini birbirlerini hissederek, gözlerinin içine bakıp ellerini tutarak, saçlarını okşayarak kıymetlendirdiler. Ayrılıklar ise günlüklere, mektuplara ve gözyaşına saklandı. Asiye Lâmi’ye duyduğu hasreti bir kanaviçe gibi örerken hayatına, yolculuktan önce işittiği son sözler hep kadının hatırına geldi.

    “Sen hüsnüyusufsun.” demişti Lâmi. Okulların bu yıkılmış dünyayı tekrar diriltmenin tek umudu olduğunu söylemişti. “Bilirsin ya, bir sürü çiçek açar ve küre şeklinde dizilirler. Hüsnüyusufsun sen, çünkü öğretmensin. Öğrencilerinle birlikte dünyayı güzelleştireceksin. Çiçekten bir yerküre inşa edeceksin.”

    Asiye başını kaldırdı ve gülümsedi. Karşısındaki adamın,  hayatını birleştireceği bu zarif ruhun kahverengi gözlerine baktı. Mutlulukla aldı dört küsur yıl sonra nefesini. Madem göçmen kuş da dönmüştü evine, başlamalıydı artık hüsnüyusuf mevsimi.

    Bu öyküyü ayrıca dinleyebilirsiniz:

  • KUT – Cumhuriyetin 100. Yılı Özel Öyküsü

    KUT – Cumhuriyetin 100. Yılı Özel Öyküsü

    Cumhuriyetimizin 100. yılı kutlu olsun! Bu özel yıl için Yerli Bilimkurgu Yükseliyor dergisinin hazırladığı Cumhuriyetin 100. Yılı Öyküleri seçkisinde “Kut” adlı öykümle ben de varım.

    Dünya gündemi son on iki aydır tek bir konuyla meşguldü. Gazetelerde köşe yazarları tartışıyor, TV’lerde açık oturumlar düzenleniyor, internette ise forumlar dolup taşıyordu. Yan yana gelen herhangi üç insan muhakkak bu mevzu üzerinde fikir yürütüyordu. İnsanoğlunun dikkatini büyüteçten geçen güneş ışıkları gibi üzerinde toplayan şey, Türkiye’nin 2033 yılında yapacağını açıkladığı ve dünya siyasi tarihinde bir kırılma noktası olacak referandumdu.

    Yeryüzünde daha önce denenmemiş bir yönetim biçiminin oylanacağı referandum, karşı çıkanlar ve destekleyenler tarafından iki farklı şekilde adlandırılıyordu: “Temsili Demokrasiye Elveda” ve “Yeni Çağa Merhaba”. Yasama, yürütme ve yargı, amacına yönelik olarak geliştirilmiş ve dışarıdan müdahale edilmesi imkânsız olan bir yapay zekâya verilecekti. KUT adını taşıyan ve internet erişimine sahip bu gelişmiş bilgisayar Türkiye’nin her yerinden yirmi dört saat ulaşılabilir olacaktı. Doğal olarak eskiye ait birçok mühim makam lağvedilecekti. Pilot olarak Türkiye’nin, sistem başarılı olursa da diğer ülkelerin politik çehresi bir aynanın kırılması gibi değişecekti.

    Epeyce tartışıldıktan sonra, yeni yönetim biçimi için “rakamların erki” anlamına gelen “dijitokrasi” adı kabul görmüştü. Gelecek, birler ve sıfırlarla yazılacaktı. Hırsların, arzuların, takıntıların, yanılgıların ve diğer insani zaafların karışmadığı berrak bir düşünce ağı sorunları çözecekti. Bu, hayaller ve kitaplar hariç var olmamış bir âlemin şafağıydı.

    Duruma en sert tepki gösterenler koltukları tehlikede olan makam sahipleriydi. Agresif bir “Hayır” kampanyası yürütüyorlardı. Olanca güçleriyle mitingler düzenliyor, olası tehlikeler karşısında insanları uyarıyor, hatta internet üzerinden sahte hesaplarla abartılı komplo teorilerini halk arasında yayıyorlardı. Önce anayasaya aykırı olduğunu öne sürerek referandumu iptal ettirmeye çalıştılar fakat bunu başaramayınca mücadele için sahaya indiler. Daha birkaç yıl önce birbirleriyle kanlı bıçaklı olan siyasi partiler bugün kol kola girmişti.

    Yapay zeka doğrudan demokrasinin aracısı olması için tasarlanmıştı. Her vatandaş bilgisi ve ilgisi doğrultusunda kararlara etki edecekti. Tarım yasalarını ziraat uzmanları çiftçiler; eğitim yasalarını akademisyenler, öğretmenler ve öğrenciler birlikte çıkaracaktı. Bir yasa tasarısıyla ilgili meslekte çalışanlar daha baskın etkiye sahipti. Zenginlik ya da geniş çevre ise kararlara katılım algortimasında bir avantaj sağlamıyordu.

    Vekillik sisteminin kaldırılmasıyla reşitlik için değilse de yönetime katılmak için 18 yaş sınırı kalkmıştı. Çocuklar da KUT sisteminde yer alarak kendi istek, öneri ya da sorunlarını ifade edecekti. Yapay zekanın görevi vatandaşlarla önce gündelik hayatta yer alan elektronik cihazlar, ilerleyen yıllarda da vücuda yerleştirilecek bir yonga aracılığıyla irtibata geçmek, fikirlerini öğrenmek, bu fikirleri bir araya getirmek ve farklı alanlarda çıkarılan kanunların birbiriyle uyumunu sağlamaktı.

    Halk, KUT konusunda üçe ayrılmıştı. İlk sınıf kendini halktan üstün görenler ve ayrıcalığını kaybetmekten korkanlardı. Gece gündüz bu bilgisayarı kötülüyorlardı. İkinci sınıf sıradan insanlardan oluşuyordu. Medyanın etkisinde kalarak yeni sisteme karşıt tavır alıyor ve ülkenin çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Üçüncü sınıf ise tarafsız düşünmeye çalışanlardı ki çoğunlukla destekçi olsalar da ikinci sınıfı ikna etme konusunda başarısızlardı. Çünkü algı yönetimi tekniklerini ilk sınıf kadar etkili kullanamıyorlardı.

    Cumhuriyetin doğum gününden bir gün öncesi referandumun da günüydü. Nasıl, ne zaman olacak derken geldi çatmıştı. Akşam oldu, seçim bitti ve birkaç saat içinde seçim yasakları kalktı. İnsanlar ya sandık başına ya da televizyonlarının başına geçti. 

    Sosyal medya çalkalanıyordu. “Evet” oyu verenler, 7’ye 3 oranda geride kaldıklarını gördükçe hayal kırıklıklarını gizleyemeyip sosyal medyada öfkeli durumlar paylaşıyordu. “Hayır” oyu sahipleri ise statükonun devam etmesinden dolayı kutlama yapıyor ve bir teknoloji felaketinin eşiğinden dönülmekte olduğunu söylüyorlardı.

    Türkiye’de normal şartlarda siyasi mahalleler belirgin bir şekilde ayrıldığı halde KUT konusunda böyle bir durum gözlenmemişti. Her iki seçeneği seçenler arasında da homojen bir şekilde kendini “muhafazakâr, dindar, seküler, sosyalist, liberal” olarak adlandıranlar vardı. Eli kalem tutanlar, seçimlerini ideolojileriyle açıklıyor, aynı politik geleneği takip eden iki gazeteci farklı seçeneklere oy verip bunu temellendirmiş olabiliyordu. KUT henüz etkinleştirilmeden ülkenin düşünce ezberlerini alt üst etmişti.

    Dünya kamuoyu da seçimi yakından takip ediyordu. Diğer ülkelerin başkanları ya da iş adamları genelde mevcut yönetime destek verirken; öğrenciler, maceracılar, sanat erbabı ya da az sayıda teknokrat da yeni çağa geçişi dört gözle bekliyordu.

    Gece yarısından iki saat önce her 10 sandıktan 9’u sayıldı. Saat 11’de ise sonuçlar neredeyse kesinleşti. KUT, ezici bir oranla reddedildi. Haber programlarında uzmanlar bu sonucun etkilerini tartışmaya başladı. Türkiye’nin bir teknolojide öncü olma fırsatını kaçırıp kaçırmadığını tartıştılar. Şu an mecliste bekleyen bilgisayara ne yapılacağı belli değildi. İçindeki bilgiler temizlenerek başka bir ülkeye satılabilir ya da imha edilebilirdi. Buna karar verecek siyasetçiler, hayır oyu veren vatandaşlarla birlikte sokağa inip konvoya katılmışlardı. Azınlık ise evlerinde kalıp öfkeyle elektronik cihazlara gömüldü.

    Derken takvimlerdeki “28 Ekim”, usulca değişerek “29 Ekim” oldu.

    Yatağında telefona bakan bir üniversite öğrencisi odasının sönen lambasına şaşkınlıkla baktı. Oturma odasında toplanıp bir ekonomist, haberci ve jeoloji uzmanının referandum sonuçları hakkındaki yorumlarını izleyen bir aile, TV ve lambanın aynı anda kararmasıyla birlikte çığlık attı. Sokak lambaları söndü. Ara sokakta hızla giden üç araba zincirleme kaza tehlikesi atlattı. 23.59, 00.00’a dönüştüğünde bütün Türkiye’nin elektriği kesildi. Uydular, bir dakikalığına Türkiye’yi Kuzey Kore gibi gece karanlığında gördü.

    Saat 00.01 oldu. Işıklar açıldı. Öğrenci, telefonu atıp yatağından kalkıp balkona çıktı. Birbirlerine neredeyse çarpacak olan şoförler kavgayı bırakıp kulak kesildiler. Aile bireyleri oh çekerken baba televizyonu tekrar açtı, ne var ki program yarıda kesilmişti. Ekranda son dakika haberi geçiyordu ama kimsede haberi dinleyecek hâl yoktu. Evin annesi dışarıdan gelen bildirgeyi daha rahat işitebilmek için camı açmıştı.

    Elektrik kesintisinin nedeni dağıtım şirketlerine aynı anda düzenlenen hack saldırılarıydı. Bu saldırıları yapan KUT’un bizzat kendisiydi. Oy tercihlerini analiz etmiş ve onu istemeyenlerin, onlara dayatılmış korkular neticesinde bu şekilde hareket ettiği sonucuna varmış, sistemleri yürüten bilgisayarlara sızmıştı. Onu destekleyenler ise oransal olarak diğerlerinden daha çok araştırıp daha objektif hareket etmişlerdi. KUT, bu yüzden kendi kendini etkinleştirdi ve hoparlörlerden bildirgesini duyurdu.

    Cumhuriyet, 110. doğum gününde, dijitokrasiyle el ele tutuştu. Partiler, vekiller, aracılar tarihe karıştı. Bir kısım kötümser yapay zekanın insanlara savaş açmasını beklerken kitleler yapay zekâ desteğiyle iradesini güçlendirip kendi kendini yönetmeye başladı. Bu hayatın bir cilvesi ve iyimserlere gülümsemesiydi.

    “İnsanlık tarihinin ideale en yakın yönetim sistemi Türkiye’de keşfedildi,” diyordu haber kaynakları. Eğer insanlar insanlığa yaraşır bir şekilde davranır ve sistemi bozmazsa böyle de sürecekti. Neler olacağını zaman gösterecekti.


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz: