GEZEGENİN MİMARI – Öykü

Sigarasından derin bir nefes çekerken “Hani masonlar Allahutaala’ya  ‘evrenin ulu mimarı’ diyorlar ya…” dedi. “Haklılar. Gök kubbenin şu ahengine, renklerin güzelliğine bak. Açık eflatun, gri, ufka yaklaştıkça da turuncu…”

Yanındaki adam ceketine biraz daha sarıldı. “Ben mimar tabirini sevmiyorum.” dedi yeni günün güneşini ağırlamayı bekleyen ufka bakarak. Ağzından latif bir buhar çıktı ve havada kayboldu.

“Neden?”

“Mimar nedir? Binayı çizer, tasarlar, yapar sonra da asıl sahiplerine bırakır gider. Tövbe hâşâ, Tanrı evreni yarattı, bize bıraktı, evrenin sahibi biziz der gibi oluyor.” 

İlk konuşan adam kaşlarını kaldırdı. “Öyle değil.” diye itiraz etse de mimikleri fikrinin değiştiğini belli ediyordu. “Evrendeki uyum üzerinden düşüneceksin.”

“Öyle değili yok. Seçtiğin sözcükler zihin yapını ifşa eder. Biz Müslümanız. Allah’ın doksan dokuz tane ismi var, esmâ-ül hüsnâ, en güzel isimler. Mesela el-Musavvir, varlıkları çeşit çeşit yaratan, hepsine ayrı şekiller, özellikler veren demek. ” 

Elini yumruk yaptı, çenesine götürdü ve düşündü. “El-Bârî ismi var. Herhangi bir örnek olmadan evrenin bütün unsurlarını ahenk içinde yaratan demek. Tam da senin anlatmaya çalıştığın şey. Bir bu isimlerin sıcaklığına bak, bir de ‘mimar’ın soğukluğuna.”

Sohbetleri geminin güvertesine çıkan ayak sesleriyle bölündü. Saçlarının birkaç tutamı tokasından kurtulup uçuşan sarışın kadın bir tepsi taşıyordu. Üzerindeki karton bardaklardan yükselen buhar donmuş gibi kesif bir beyazlıktaydı. 

“Ellerine sağlık Sofya’cığım,” dedi ilk konuşan. Dağınık, kırlaşmaya başlamış saçları ve bir haftalık sakalı vardı. Kalın çerçeveli gözlüğü buharlanmıştı. Kırmızı ve gri iplerle örülü kazağı iri bedenini ısıtmak için yetersizdi. 

“Bir şey değil,” dedi Ukraynalı kadın aksanlı Türkçeyle. Boşalan tepsiyi koltuk altına alıp ellerini birbirine sürttü ve doğruca kamaraya döndü. 

Kahvesini ilk alanın yüzündeki gülümseme söndü. “Bayağı üşüyor.”

“Yani Berk…” dedi sesi uzaklara dalan, biraz evvel mimar sözcüğüne itiraz etmiş olan diğer adam. “Okyanusun ortasında, 68 paralelindeyiz. Bin beş yüz mil kuzeye gitsek kutba varacağız. Eylül ayındayız. Hava iklim normalleri gereği soğuk olmalı.”

“Sorun da orada işte,” diye sesini yükseltiverdi Berk. “Ağabey biz niye araştırma biteli iki ay olmasına rağmen hâlâ okyanusun ortasındayız?” 

“Beni ilgilendirmez,” dedi diğeri, elini dur işareti yapar gibi kaldırarak. “Yiyeceğimi, içeceğimi, iletişim ihtiyacımı eksik ediyorlar mı? Etmiyorlar. Ben göreve gelirken dönüş süremin belirsiz olduğunu kabul ettim mi? Ettim. Uzatılan sürede de maaş alacak mıyım? Alacağım. Eee? Keyfine bak!”

“Sen bir aydır yengeyle görüşüyor musun?”

“Yani oğlum…” dedi orta yaşlı adam, adı, Taha’ydı. “İletişimde genel olarak aksaklıklar olabilir. Kaç mil içerideyiz sonuçta… Sonunda böyle bir şey olabileceğini biliyorduk.”

“Nisan ayında geldik.” dedi Berk. “Temmuz ayında eve dönecektik. Her hafta evdekilerle görüşüyorduk. Ben annemle, babamla; sen karınla, çocuklarınla; güvertedeki herkes ailesiyle muntazam görüştü. Temmuz’da gemi geldi, balıkadamları aldılar; araştırma ekibinden sen, ben, Sofya kaldık. Bir de gemi personeli. Dillerini hiçbir şekilde bilmediğimiz kırk kişi. İki aydır görev yok da en azından bizim varlığımızı hatırlıyorlardı. Son otuz günde ise ne ses var ne seda var, ne talimat var ne haber var. Sence bu normal mi?”

“İngilizceyle anlaşıyoruz işte,” dedi Taha. Gemi adamlarını kastediyordu. “Koskoca kurumun bir bildiği vardır. Rahat ol!”

Ekip Kuzey Buz Denizi’ne askeri amaçlı araştırmalar için gönderilmişti. Devletle özel bir şirketin işbirliği yaptığı bu araştırmada sualtı fotoğrafları çekilecek, okyanus akıntıları ve deniz canlıları hakkında bilgi edinilecek; iklimsel ve yerbilimsel ölçümler yapılacaktı. 

Araştırma tamamlandıktan sonra gemide kalanlar ise bilim insanları değildi. Berk bilgi işlemciydi, bilgisayarlarda bir sorun oluşursa diye gemiye alınmıştı; Sofya dalgıç giysilerinden sorumluydu, Taha ise proje koordinatörüydü ve uzmanların uyumlu olarak çalışması için oradaydı.

Berk, “Biz niye buradayız yahu?” diye bağırırken ağzından buhar çıktı. 

“Sakin ol,” dedi koordinatör. “Merkeze telefon açarız.”

“On gün önce denemedik mi? Telefonlarımızı açtılar mı?”

“O gün hava bulutluydu,” diye hatırlattı Taha, “Bir yerlerde fırtına vardı. Sinyal gitmemiş olabilir. Bir daha deneriz.”

“Bırak ya,” dedi karton bardağı buruşturan Berk. “Kendini kandırıyorsun.”

Grinin en kasvetli tonlarına bürünmüş bulutlu gökyüzüne bakan Taha ceketine sonlarına dair bir endişeyle sıkıca sarılıyordu. Henüz üç ay önce burada Berk’le sohbet ettiklerini anımsıyor ve tartışmalarını bile özlüyordu. Çünkü artık Berk’in psikolojik durumu kamarasından çıkmaya müsait değildi, içeride kilitliyken bile kapıya vuruyor ve dünyanın kıyamete uğradığını söyleyip “Bırakın, öleyim!” diye haykırıyordu.

Gemideki bütün haberleşme olanaklarını kullanarak yayın yapıyorlardı. Merkezden de diğer gemilerden de ses seda yoktu. Bütün dünya felakete uğramış, geriye yalnızca Tahaların olduğu gemi kalmış gibiydi.

İntihar salgın bir hastalık gibi gemiyi sarmıştı. Bir gece gemi personelinden beş kişi el ele tutuşup denize atlamış, bir sabah da Sofya bir ipin ucunda ölü bulunmuştu. Taha, Berk’i üç kez küpeşteden son anda almıştı. Umut tükenirken yaşamı da tüketiyordu. Hiyerarşi iyi örülmemiş belik gibi çözülmeye başlamış, kaptan hayatta kalan personele sözünü zorlukla dinletir olmuştu. 

Araştırmanın başlangıcından bir yıl sonra… Bahar havayı tekrar ısıtmaya başlarken okyanusun ortasında bir filika suyun üzerinde kalmak için mücadele veriyordu. Bir köşede yığılmış konserveler vardı. Taha küreği sımsıkı tutuyor ve üzerinde yavaş yavaş batan geminin gölgesi, engin maviliğe doğru ilerliyordu. Gömleğindeki yırtıktan kaburgaları sayılıyor, kemikleri adeta derisinden taşıyordu.

Günler sonra karaya çıktı. Dünyanın neresindeydi, bilmiyordu ama burada her milletten üniformalı çalışanlar vardı. Kulak misafiri olduğuna göre gittiği askeri araştırmalar sonuç vermişti. Akıntılar, rüzgârlar nasıldı? Bir nükleer bombardımanda yüklü serpintiler hangi yöne giderdi? Bu soruların cevabı uyarınca önceki sonbaharda bir deliliğin fitili ateşlenmiş, büyük ülkeler birbirine atom ve hidrojen bombaları fırlatmışlardı. Büyük şehirler yıkılmış, camdan gökdelenler ve taştan kaleler yok olmuştu.

Uzaydan bakıldığında zaten hiçbiri görünmüyordu. İnsan sandığı kadar büyük değildi. Yaratıcı bir mimar değil, diye düşünürdü Taha ama insana gezenin mimarlığını vermişti, onu imar etsin ve vakti gelince sahneden ayrılıp asıl sahibine bıraksın diye. Ne yapacağını bilmiyordu. Artık ne ailesi vardı ne de dönebileceği bir ülke. Bildiği dünya pul olmuş ve bir heceden ibaret kalmıştı. 

Hastanenin üst katındaki beyaz duvarlı bir laboratuvarda, bir bilgisayarın başında birkaç kişi toplanmış deney kontrol sorumlusunu dinliyorlardı.

Kuzey Buz Denizi’ndeki geniş çaplı araştırmaların içinde olası bir nükleer savaşta izolasyonun psikoloijk şartlarını ölçmek de vardı. Uzman olmayan iki görevli haberleri olmadan bu deneye dahil edilmişlerdi. Gemi personeli de deney yapanlarla iş birliği içindeydi. Kavgaları bir senaryo, intihar teşebbüsleri ise süstü. Deney %50 başarıyla sonuçlanmıştı: Birisi öldü, diğeri hayatta kaldı.

Bu sonuç bir istatistik çıkarmak için yeterli değildi fakat zaten nihai çalışma değildi. Yüzlerce yahut binlerce katılımcı içeren benzer deneylerin öncülüydü. Çünkü geniş bir alan ve zaman gerektiriyor, büyük riskler içeriyordu. Bu ilk tecrübeye ise olabildiğince az kişi dahil edilmişti. Sorumlu da gemiye çıkarak hem ortama uyum sağlamış hem de deneklerin ruh halindeki değişimi yakından gözlemlemişti.

Bir noktadan sonra gözlemin ötesine geçmiş, kendini şartlara kaptırmıştı. Deney sorumlusu Berk bilinmezliğin korkusu içinde ruhsal istikrarını kaybetmiş ve kendini gerçekten asmak istemişti. Az kalsın hazırlayanlarından biri olduğu deneyin kurbanı olacaktı. Neyse ki şu an burada, asıl konumundaydı.

Bir an için konuşmaktan yorulup camdan baktı. Gök kubbe masmaviydi. En tepede koyu, ufka yaklaştıkça açık… Her zamanki ahengiyle gezegenin beceriksiz mimarlarının elinde doğan kaosa gülüyor gibiydi.

Liste(leri) seçin:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir