Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.
Franz Kafka – Dönüşüm
Göbeği beyaz, sırtı tekir, gözleri yeşil yavru dişi kedim Peri bir öğlen vakti bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini benim yatağımda -aynı yatakta yatardık- bir insana dönüşmüş olarak bulmuş. Marketten eve dönene dek farkında değildim.
Beyaz sirke ve toz bezi almaya gitmiştim. Mama ve kuma da ihtiyacım vardı fakat onları süpermarketlerden almazdım. Market mamalarını kaliteli bulmazdım. Eğer bir canla yaşıyorsam elimden gelenin en iyisini yapmalıyım, diye düşünürdüm. Fakat eve geldiğimde yaşadığım şokla birlikte böyle bir meselem de kalmamıştı artık.
Halbuki evden yalnızca yirmi dakika ayrı kalmıştım.
Karşımdaki genç kızın İskandinavlar gibi bembeyaz bir teni vardı. Gözleri yeşim taşı rengindeydi. Saçlarının ise tek bir rengi yoktu, kahverengili, siyahlı tekir desenindeydi. Bu son özellik beynimin nasılını algılayamadığı dönüşüm için inkâra gitmemi engelledi.
Sadece, kedimin bir insana dönüşmüş olmasına değil, 15-16 yaşlarında görünmesine de şaşırmıştım. Henüz iki buçuk aylıktı. Sütten yeni kesilmiş, evimize geleli de birkaç hafta olmuştu. İnsan yaşıyla iki ya da üç yaşa dek geliyordu ve dönüşecekse de bu yaşta bir bebeğe dönüşmesi gerekirdi.
Anahtarı düşürüp kapının dibinde beni bekleyen sabık kediye “Peri…” diyebilmiştim. Diz çöküp heyecanla anahtarlığı inceleyen kız, sesimi duyar duymaz başını kaldırıp yüzüme şaşkınlıkla baktı.
“Ne?” dedi. Konuşabiliyordu da. “Peri, sen misin?” dedim kapıyı kapatıp. Hâlâ diz çökmüşken bacaklarıma tutunup “Sev beni… Sev beni…” dedi. İnce sesliydi fakat dikkat çekecek kadar aşırı değil, ince sesli herhangi bir genç kız kadar.
Saçlarını okşarken “Beni anlayabiliyor musun?” diye sordum.
“Evet.” dedi. Konuşabildiğine, beni anlayabildiğine benden daha fazla şaşırmıştı. “Evet, anlayabiliyorum.”
Elimi tutup yavaşça ayağa kalktı ve koşarak odama girdi. Peşinden gittiğimde su kabına eğilmiş, diliyle içmeye çalıştığını gördüm. “Peri!” diye seslendim. Bakmadı. İsmini bilmiyordu.
Omzunu dürtüp “Peri, bana bak.” dedim. “Peri, senin adın. Birisi ‘Peri’ dediğinde dönüp bakman gerekiyor. Ayrıca artık bu şekilde su içemezsin.”
“Neden?” dedi beni baştan aşağı süzerek.
“Bekle beni.”
Mutfağa gidip su dolu iki bardakla geri döndüm. “İnsanlar suyu böyle içer,” diyerek birini içtim. Diğerini ona verdim.
“Ben nasıl tutabilirim ki onu?” dedi bardağı kastederek. İnce parmaklı beyaz elini kavradım ve dolu bardağı tutturdum. Dökeyazsa da dengeli bir şekilde tutmayı başardı. Ardından içip ağzını elinin tersiyle sildi. Hızını alamayıp birkaç kez elinin tersini yaladı da…
“Böyle daha kolay, değil mi?” diye sordum. Bir şey demedi. Bardağı yere atmamak için zamanında uyardım. Elinden alıp “Sen artık bir kedi değilsin.” dedim.
Söylediğim her cümle karşısında birkaç saniye durup düşünüyordu. “Hayır,” diye ilk kez itiraz etti. “Ben kediyim.”
Telefondan eski fotoğraflarını gösterdim. “Önceden bir kediydin. Bir insana dönüştün.”
Durdu ve “Kediler insandır,” dedi birden.
“Ne?” diyen bu kez ben oldum.
“Sen benim annemsin. Ben kediysem, sen de kedisin. Ayrıca sen insansın da… Böylece kediler insandır.”
Peri hayatında ilk kez mantık kullanıyordu. Bu süreci baltalamak istemedim. Eski fotoğrafını bir kez daha göstererek “Sence aradaki farklar ne?” dedim. Zekâsının ne durumda olduğunu merak ediyorum.
“Bıyıklarım… Yok. Kuyruğum, yok. Patilerim… Değişik. Dilim… Düz.”
Kendisini bir kez daha yaladı. “Niye olmuyor anne?”
“İnsanlar kendini yalamaz. Suyla yıkanırlar. Ayrıca bir şeyin daha eksik.”
Zayıf fakat kıvrımlı vücuduna bunca zaman bakmamaya çalışmıştım. Beni Peri’nin dönüştüğüne ikna eden şey sadece tekir desenli saçları değil, aynı zamanda çırılçıplak olmasıydı.
“Kürkün yok. Üstüne bir şeyler giymelisin,” dedim ve ona bir elbise verdim. Nasıl giyeceğini tarif ettim.
Ardından kendimi banyoya attım. En soğuk ayarda yüzümü yıkarken, daha doğrusu yüzüme avuç avuç su çarparken baştan ayağa titriyor, “Kendine gel,” diye mırıldanıyordum. Başıma güneş mi geçmişti? Uyuyakalmıştım da rüya mı görüyordum? Halüsinatif madde etkisi altında mıydım? Kendimi çimdikledim. Aynada gözlerimin içine bakarak kendime sert bir tokat attım. “Tamam,” dedim içimden. “Şimdi Peri, yavru kedi formunda, dört ayak üstünde yanına gelecek. Miyavlayacak. Biraz önceki saçma sapan bir gündüz düşüydü. Bir kedi insana nasıl dönüşür yahu, mümkün mü böyle bir şey?”
Ancak odama geri döndüğümde Peri’yi penye yeşil elbisemi giymiş halde yatakta uzanırken buldum.
İnsandı fakat yatışı hâlâ kedi gibiydi. Dizlerini büküp kıvrılmıştı. Gözleri yarı yarıya açıktı. Tam olarak uykuya dalmamıştı. Yanı başına oturup onu izlemeye başladım. Onu sahiplendirildiği evden bir karton kutuyla aldığım ilk günü düşündüm. İlk durağım bir pet dükkânı olmuş, oradan da tek kolumda taşıma kutusu diğerinde kedi tuvaleti çantamda da mama ve kumla eve gelmiştim. Bir gün bile geçmeden bağlanmıştım ona, hatta kucağıma aldığım ilk dakika vurulmuştum. Bilmiştim, o benim kedimdi. Sokak kedileri ortalama 5-6 yıl yaşardı, ev kedileri ise 15-20 yıl. Kırklı yaşlarımın sonuna kadar beraber yaşayacağımızı ummuştum. Şu anda; aklımdaki tüm fiziksel, biyolojik ve gerçekliğe dair kanunlar yıkılmışken bile böyle düşünüyordum.
Gelgitliydim. Kâh karşımdakinin benim kucağıma yatıp pati masajı yapan minicik Peri’m olduğunu anlıyor, kâh yatağımda bir yabancının yattığını ve gerçeklik algımın eski duvar boyaları gibi dökülmek üzere olduğunu sanıyordum. Bana doğru ellerini uzattı ve bacaklarımı yoğurmaya başladı.
“Ne yapıyorsun?” dedim.
Yine gözlerini açıp birkaç saniye duraksadıktan sonra “Şey… Ben de bilmiyorum ama içimden geliyor. Beni rahatlatıyor.”
“Bu hareket pati masajıdır. Yavru kediler annelerine yaparlar.”
Gülümseyerek “Sen de benim annem olduğuna göre…” Durdu. Elini dudaklarına götürdü. “Ne yaptım ben? Buraya bir şey oldu.”
“Gülümsedin.”
Kaşlarını çatıp “Ama o bir sestir,” dedi.
Guruldayacağını sanmıştı. Kedilerde mutluluk jesti, guruldamaktı. Dönüşümün zihnini ne kadar kapsadığını bilmiyordum ama kelimelerimizi genel olarak biliyordu, bazılarını karıştırsa da.
“Biz duygularımızı yüzümüzle ifade ederiz.” dedim. “Peri, ben çok tuhaf hissediyorum. Bana artık anne deme.”
“Neden?”
“Sen olman gerekenden daha büyüksün, yavru kediyken bana ‘anne’ demenin bir anlamı vardı ama şu an 16 yaşında görünüyorsun, ben de 27 yaşındayım. Aramızda çok az yaş farkı var. Bana…” Bir süre düşündüm. “Abla de.”
“Peki,” dedi. Bacaklarımı yoğurmasına izin verdim ve kısa sürede uyudu, ben de mutfağa gidip kendime kahve yaptım.
Boşluğa bakarken düşündüm. “Bu nasıl olabilir?” diye sormanın bir faydası yoktu, olmuştu işte! Bundan sonra ne yapacağımı düşünmeliydim. Peri’ye henüz çip taktırmamıştım, evcil hayvan pasaportu yoktu. İnsan olduğuna dair bir kayıt zaten hiç yoktu. Onun varlığını Allah ve doğa biliyordu, devlet değil. Önce resmiyet meselesini çözmeliydim.
Veteriner hekime mesaj yazdım. “Kulağınıza delirmişim gibi gelebilir ama Peri’yle alakalı çok nadir görülen bir sorun var,” dedim. “Kedim insana dönüştü.”
Hekim gülen emojiler gönderdi, “Hayırlı olsun Nüzhet Hanım,” dedi. “Konuşuyor mu bari?”
“Ben ciddiyim.” Ellerim yine titremeye başlamıştı. Odanın kapısına kadar gidip uyuyan Peri’nin fotoğrafını attım.
“Hangi yapay zekâ uygulamasıyla yaptınız? Bayağı başarılı olmuş.”
Cevap olarak ses kaydıyla döndüm. “Sermet Bey gördükleriniz tamamen gerçek. Peri insana dönüştü ve ben ne yapacağımı bilmiyorum.”
“Görüldü” işareti belirdi. On dakika sonra “Nüzhet Hanım, kediye bir şey mi oldu?” yazdı.
“Evet bir şey oldu. Dönüştü!” Sırtımdan soğuk terler akmaya başlamıştı. İnternette “Şu an bir rüyada olmadığımı nasıl anlarım?” yazmamak için kendimi zor tutuyordum. Sermet Bey ise ne yazık ki kediye bir zarar verdiğimden şüphelenmiş, beni adeta sorguluyordu. “Onu size getireceğim ve Peri olduğunu anlayacaksınız,” dedim.
Peri’nin üzerimde uyuyakaldığı, benim de onu uyandırmamak için dakikalarca hareket etmediğim çok olmuştu. Fakat bu sefer onu uyandırırken hiç çekinmiyordum. “Hadi, yüzünü yıka, gidiyoruz!” dedim. Çantamı askıdan alırken kızın dolabı açtığını ve taşıma kutusunu çıkardığını fark ettim. Elinde evirip çevirdi ve kafasına geçirdi.
“Peri, ne yapıyorsun?” diye bağırdım. Sesimi yükseltmek istememiştim, anın heyecanıyla bir anda olmuştu fakat ben buna rağmen önümde yavru bir kedi varmış gibi kalbime batan bir vicdan azabı duydum.
“Buraya nasıl gireceğim?” dedi çaresizce. “Sığmıyorum.”
Plastiği kafasından çıkardım. “Artık buna ihtiyacın yok.”
“Beni bu şey olmadan dışarı çıkarmıyordun,” dedi. “Çok daha büyüktü.”
Dünyayı bambaşka bir gözle görüyordu ve ona açılan bu yeni boyutla ilgili hiçbir tecrübesi yoktu. Bugüne dek bütün dünyası bendim. Bu yüzden ürkekçe peşimden geliyordu. Eğilip ayağını uzatmasını söyledim. Eski ayakkabılarımdan birini giydirdim. Bereket ki numarası tam olmuştu. Birlikte asansörden indik. Arabada yolcu koltuğuna oturtup emniyet kemerini taktım. Aradan elini geçirip kemeri incelemeye başladı. Yüz ifadesinde eskiye benzeyen bir şeyler vardı, sakin ama meraklı huyu da yerindeydi.
Kliniğin önüne geldiğimizde yüzünü kapatarak “Hayır, beni buraya getirme,” diye mızırdandı. “Bana iğne yapacaklar. Beni eve götür. Çıkar beni buradan!”
Kemere asılarak kendisini serbest bırakmaya çalıştı. Arabada kutudayken cıyaklardı, “Demek manası buymuş,” diye düşündüm. Çünkü sinir bozucu tiz bir sesle avazı çıktığı kadar “Çıkar beni buradan!” diye bağırıyor ve kulağımın zarını deliyordu.
“Sus!” diye gürlediğimde kendime şaşırdım. İçerideki ses anında kesilmiş, Peri içini çeke çeke ve sessizce ağlamaya başlamıştı.
Arabadan indim. Yolcu kapısını açtığımda başını çevirerek ağlamaya devam etti.
Dudaklarımı ısırdım. Karşımda dengim var sanıyordum. Hayatın içinde nasırlaşmış sanıyordum Peri’yi de benim gibi. “Özür dilerim,” dediğimde sustu, içini çekti ve anlamını sordu.
“İnsanlar hata yaparlar ve özür dileyerek bu hatayı kabul ederler,” dedim. “Gerçekten özür dilerim.”
“Peki…” dedi, “Diğeri ne der?”
“Önemli değil!’ diyerek kabul eder.”
Düşünceye daldı. “Ama önemliydi,” dedi boşluğa bakarken. “Beni gerçekten kırdın. Fakat hatanı kabul ettiğine göre artık seninle konuşabilirim.”
Onun için minnetler ve kırgınlıklar anlıktı. Kin tutmayı henüz bilmiyordu.
Veteriner hekim benim görmediğim bir ayrıntıyı fark etti. Peri’nin gözbebekleri yuvarlak değil yarık şeklindeydi. Tıpkı kedilik zamanlarında olduğu gibi… Işık tuttu. Lens olmadığını anladı.
“Bu nasıl oldu?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” dedim telaşla.
“Ben de bilmiyorum,” dedi Peri.
“Bi… Bir şekilde dönüşmüş. Artık Peri’ye ben bakamam. Siz… Hastaneye gidin. Eğer bu işin sırrını öğrenirseniz Nüzhet Hanım, lütfen bana da söyleyin.”
“Hastane ne demek?”
“İnsanları tedavi eden sağlık birimi,” dedim.
Peri’yi hastaneye götürmedim. Yeterince yabancılık çekmiş ve yorulmuştu. İnsanların arasına karışmadan önce bir hazırlık dönemi geçirmesi gerekiyordu. Ona okuma yazmayı, basit matematiği, çatal kaşık tutmayı, temel görgü kurallarını öğrettim. Ona coğrafya anlattım. “Yuvarlak” ne demektir öğrendikten sonra dünyanın yuvarlak olduğunu; içinin ateşten, dış yüzeyinin ise kıtalar ve okyanuslardan oluştuğunu söyledim. Ülkeleri anlattım. İnsanların kediler gibi olmadığını söyledim: Dünyanın iki ucundaki iki kedi içgüdüsel olarak anlaşmayı bilirken insanların bu yeteneği oldukça sınırlıydı. Bizler her yörede değişen farklı diller konuşurduk.
Sıra tarihe geldi. Peri’nin kavramakta en çok zorlandığı konu tarih oldu. Savaşlara ve sınırlara çok şaşırdı.
“Yapma,” dedim inanmaz bir ifadeyle. “Senin bunu bilmemen mümkün değil. Sen bir kediydin. Bölge savunma içgüdüleriniz yaşıyor. Sokakta kedileri kavga ederken görüyorum. Dişiler için, yemek için, üstünlük için… Vahşet karşısında şaşıramazsın çünkü vahşetin içinden geldin.”
“Ben böyle bir kavgaya hiç katılmadım,” dedi Peri. “Ben bu eve geldim geleli kendimden başka bir kedi bile görmedim. Ondan öncesini de pek hatırlamıyorum doğrusu.”
Geçmişi anımsayarak şefkatle gülümsedim. “Çünkü sen minicik bir ev kedisiydin. Ben seni içgüdülerindeki vahşetten hep uzak tuttum.”
Yeşil gözlü kız bunun üzerine başını eğdi, bir şey demedi. İnsan olmanın kibrini elden bırakmıyordum.
Biz bu konuşmayı yaptığımızda Peri dönüştü dönüşeli mevsim iki kez değişmişti. Havalar soğumuştu. Ev arkadaşıma televizyonda kanal değiştirmeyi, bilgisayar kullanmayı ve internete girmeyi göstermiştim fakat dışarıya çıkmasını istemiyordum. Şimdilik güvenli evde kalsın ve dünyayı bu sanal pencerelerden tanısın istiyordum. Başına bir kötülük gelmesinden ölesiye korkuyordum. Bir de… Biraz da… Kendimi düşünüyordum. Peri’nin yasal bir kimliği yoktu. Gözbebeklerindeki yarık dışında başına gelenleri kanıtlama şansım yoktu ve iyi ihtimalle insan kaçakçısı olarak yargılanabilirdim. Sermet Bey’in şahitliği de yetmezdi. Kötü ihtimalde ise akıl hastanesine kapatılırdım.
Kedinin insana dönüştüğüne inanan bir deli olarak anılırdım.
Eve önce çocuk kitapları aldım. Onları okuyup bitirince klasiklere geçtim. Dünya klasiklerinden oluşan bir seti sipariş ettiğimde 27 yaşındaydım. Peri hepsini bitirdiğinde ise 30.
Üç yılın ardından Peri on dokuz yaşında, oldukça kültürlü bir genç kız olmuştu. Doğuştan insan olanlardan görgü ve davranış anlamında farkı kalmamıştı. Hâlâ resmiyette bir yeri yoktu fakat artık dışarı çıkmasına izin veriyordum. Markete, kafeye, parka gidiyordu. Akranlarından arkadaş edinmişti. Komşularla tanışmıştı. Yanında ben varken şehir merkezine bile inmişti. Herkes Peri’yi benim kuzenim olarak tanıyordu, gözündeki farklılığı meçhul bir hastalıktan biliyordu ve ben de mumumu kolluyordum, yatsıdan önce sönmesin diye.
Onu neyin tetiklediğini bilmiyordum ama neşesini kaybetmeye başladı. İçine kapandı. Belki de interneti hiç göstermemeliydim. Çünkü duyduğu her acı haberi kafasına takıyor, bazen sessizce durup bazen de hüngür hüngür ağlıyordu. Cinayetler… Savaşlar… Onun için dayanılmazdı. Ben de ona, onu üzen haberlerden uzak durmasını tavsiye ediyordum.
Roman okumayı bırakmıştı ve benden felsefe kitapları istiyordu. Bu dünyayı anlamak arzusundaydı, sık sık video izleyip notlar alırken buluyordum. Bütün bunların onu bir eşiğe yaklaştırdığını fark edebilseydim, engel olabilir miydim acaba?
“İnsan olmak neymiş bildim,” dedi bir gün, dağlara ağır gelmiş bir sorumlulukmuş. Anlamak hem değeri hem bedeli büyük bir vergiydi. Doğuştan insan olan bu ağırlığı pek hissetmeyebilirdi ancak Peri, bütün derdinin oyun, avlanmak, uyku, yemek olduğu; aynada kendini tanıyamadığı zamanları hatırlıyordu.
Dermanı olsaydı caddeye çıkıp avaz avaz bağırırdı: “Siz nasıl böyle yaşayabiliyorsunuz? Elinizde nasıl bir güç olduğunun farkında değil misiniz? Nasıl durabiliyorsunuz daha iyi bir dünyayı düşlemeden? Hiçbir hayvan düş kuramaz ama siz insanlar… Düş kurmaya gücü olup da kurmamak ne demek?”
Bu, Peri’ye göre ambarlar dolusu yiyecek biriktirip sonra da açlıktan ölmek kadar ahmakçaydı. İnsanların çoğu insan olmanın ne demek olduğunun farkında değildi. Kediden dönme biri olarak ana rahminde insan olarak oluşmuş olanlara insanlık öğretmek haddi miydi bilemiyordu ve zaten çıkıp bağırmaya da mecali yoktu. Dehşetengiz bir hayal kırıklığının elinde kıvranıyor, yatağına büzülüp ağlıyordu. Herhangi bir haber kaynağına ulaşmasına izin vermesem bile gördükleri yeterliydi.
“Açlıktan ölen çocukları nasıl seyredebilirsiniz?” diye ağlıyordu dizime yatarken. Kimi zaman da kedilere işkence edenlerden dem vuruyordu. Bir keresinde onu böylesine ağlatanın eski türdeşleriyle kurduğu empati değil, insan olma şansını hor kullanmamız olduğunu söylemişti. Yeşil gözlü kızın taze aklı bu çelişkiyi sığdırmaya çalışırken parçalanacaktı. Doğadaki geometriyi algılayabilen, kavramlar üretebilen, uzay gemisi yapabilen, Tanrı’nın muhatabı olabilen bir tür nasıl olur da elindeki bilgiye kıyasla oldukça kısıtlı olan ömrünü muzırlığa harcardı?
“Savaşmış, paraymış… Ne aptalca! Ne zavallıca!” diye mırıldandığını duyuyordum gözyaşları arasından.
İçine düştüğü buhran öyle derinleşti ki nihayet yemekten içmekten de kesildi. Durumun ciddi olduğunu o zaman anladım. Arabaya zorla bindirip psikiyatriste götürdüm, neredeyse kliniğe yatıracaklardı. Peri, kendisine geleceğine söz verdi. Doktorun ikram ettiği suyu içip bir şans daha istedi.
Eve döndüğümüzde koltuğun bir köşesinde sızıp kaldım. Uyandığımda evin içinde bir nefes sesi dahi duyamadım. “Peri, Peri!” diye arandım. Bir miyavlama duyduğumda sesin geldiği yere, balkona koştum. Bir kedi önümdeydi; kuyruğu, kulakları ve kafasının üst kısmı tekir; geri kalanı beyaz. Kedimin dönüşmeden önceki halinden farkı, yaşıydı. Yavru değildi. Çok yaşlı bir kediydi önümde duran.
“Peri!” dedim bir kez daha. Yüzüme, kediliğe sığmayan bir hüzün içerisinde bakıp arkasını döndü. Balkon perdesinin altına girdi. Birkaç dakika bekledikten sonra şöyle bir baktım, uyumuştu.
Öyküyü dinleyebilirsiniz: