
KAYA – Öykü
Bu öykü ilk olarak Novelius Edebiyat‘ta yayınlanmıştır.
Yemyeşil dağlarla çevrili bir vadide kurulmuş bir şehir devleti vardı. Yerleşim planı öyle ayarlanmıştı ki bir yerden başka bir yere gitmek isteyen ortadaki kavşaktan mutlaka geçmeliydi.
Güneşli bir aralık sabahı kavşak adasının tam ortasında, adadan taşarak yolları kapatmış dev bir kaya görüldü. Şehir, kalp damarları tıkanan bir hasta gibiydi. Arabalar, yere düşmüş bir lolipopun etrafına toplanmış karıncalar gibi kayanın çevresine dizilmişti. Küfürlü uğultular sis gibi her yanı sarmıştı. Sürücülerin kimisi arabadan inmiş, kimisi de camdan başını uzatmış, öfkelerini olabilecek en pespaye sözcüklerle ifade ediyorlardı.
Zaman geçtikçe yayalar da bir sahne gösterisi varmışçasına kayanın etrafına toplandı. Çılgın teoriler havada uçuşuyordu. Yakınlarda bir dağ olmadığına göre bu koca kaya nereden gelmişti? Nasıl gelmişti, kimsenin ruhu duymadan? Gece bekçileri hiçbir şey görmemiş miydi ya da acaba şehir, uzaylı işgali altında mıydı?
Polisler durumu kontrol altına almaya çalıştı. Kayanın etrafına barikat kurup sarı şerit çektiler. Yaklaşıp bu gizemli dev nesneye dokunmak isteyenlere cop göstererek “Geri çekilin!” diye uyardılar. Bu sırada deli gibi çalan kornalar, ses bombası etkisi yaratıyor ve geçici sağırlığa neden oluyordu.
Çok geçmeden hükümet yetkilisi meydana geldi, megafonu havaya kaldırıp okul ve işyerlerinin kaya kaldırılana dek tatil edildiğini duyurdu. Böylece halkın kızgınlığı, meraka dönüştü. İşle ilgili kaygıları kalmadığı için kaya üzerine enine boyuna kafa yoracak vakitleri vardı.
Oluşan sükûnet ortamı içerisinde uzmanlar, sarı şeridi geçerek kayayı incelemeye başladı. Kayanın yekpare olmadığını belirlediler. Bu dev yığın, çakıl taşları ve çamurdan bir gecede inşa edilmiş ve soğuk havanın etkisiyle hızlıca donarak sertleşmişti. Halatlarla kayaya çıkıp bir ayak izi tespit ettiler ve sahibini araştırmaya başladılar.
İz, şehrin hemen dışındaki ormanda, bir dağ kulübesinde yaşayan on sekiz yaşındaki bir gence aitti. Nüfus defterine kayıtlı olmayan ama onların dilini konuşabilen bu yabancının bu işi yaptığına dair kanıtlar biriktiğinde, polisler onu kulübesinden alıp yaka paça karakola götürdü ve sorguya aldı.
“Adın ne?”
“H.” dedi sorgu odasının ışıklarıyla gözlerini kısan genç.
“Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dedi kollarını açıp iki elini de masaya dayayan polis.
“Hayır, adım tek bir harften ibaret. H. Tek bir harf, hatta tek bir nefes.”
“Yasalarımıza göre tek harfli bir isim olamaz,” dedi polis. “Resmi kayıtlarda yoksun ama aksanın da yok, demek ki aramızda büyümüşsün.”
“Hep o gördüğünüz kulübede yaşadım,” dedi H. “Annem beni isim vermeye layık görmedi. Adım doğal olarak ağızdan nefes verirken çıkan ses oldu. Beni nüfus müdürlüğüne de götürmedi.”
“Doğru söylediğini nereden bileceğiz?”
H, bir kadın ismi söyledi. “Ben küçükken ölmeseydi, ondan öğrenebilirdiniz.”
“Nasıl öldü?”
“Kendini öldürdü.”
“Doğum belgen var mı?”
“Yok.”
Sorgucu polisler birbirine baktı. Daha mülayim görüneni “Niçin meydana bir kaya koydun?” diye sordu. “İnsanların işini gücünü nasıl engellediğini görmüyor musun?”
“Şehrin arterlerini tıkayan dev kayayı görmeyi reddedemezsiniz,” dedi H. Polisler bu cevaptan bir şey anlamadı.
Genç, nezarethaneye gönderildikten sonra polisler H’nin annesi olarak tanıttığı adı sistemden arattı. On beş yıl önce, on beş yaşındayken ölmüş bir kız çocuğuydu. Yaşasaydı 30’una basmış olacaktı. Ölüm sebebi intihardı.
“Küçükmüş,” dedi polislerden birisi. “Ne yaşamış olabilir ki?”
Kız çocuğunun kayıtları polisin önüne döküldü. Henüz 10 yaşındayken onu okul çıkışlarında siyah bir arabanın takip ettiğini ihbar etmişti. Hâkim, arabanın o dönemde 42 yaşında olan sahibini bir daha çocuğu rahatsız etmemesi için uyarıp serbest bıraktı fakat adam, ısrarlı takibine devam etti.
İki sene sonra çocuk ortadan kayboldu. Ailesi kayıp ihbarı yaptı. Polisler şehrin altını üstüne getirdi fakat çocuktan bir iz bulamadılar. Aradan bir yıl geçti. Adam ve çocuk, şehre geri döndü. Bunca zaman başka bir şehir devletinde birlikte yaşadıklarını söyledi adam. Kız çocuğu hamileydi. 13 yaşındaydı.
Çocuğun ailesi adamın söylediklerini kabul etmeyip dava açtı.
Sanık kürsüsündeki adam kıza âşık olduğunu, onu aklından çıkaramadığını söylüyordu. “Her istediğini yaptım,” diyordu. Çocuk ise suskundu. Başını kaldırmıyor, ağlamıyor, sorulara cevap vermiyordu. Mahkeme, çocuğun kaçırılmadığına ve adamla birlikte yaşamaya rızası olduğuna hükmetti.
Adam, son duruşmadan birkaç gün sonra ölü bulundu. Karnından bıçaklanmıştı. Bıçağın üstünde kız çocuğunun parmak izleri vardı. Bir daha kimse ondan haber alamadı, ta ki üç yıl sonra, bir ağaca asılı cesedi bulunana kadar. Boynunda “Beni bu şehrin insanları öldürdü,” yazan bir not kâğıdı vardı.
Polisler bu bilgilerden sonra H’yi tekrar sorgu odasına aldı. Dosyayı masaya koydular.
“Bu senin annen mi?”
“Evet.”
“Annen öldüğünde üç yaşındaymışsın,” dedi polis. “Seni kim büyüttü?”
“Bu şehir,” dedi H.
“Ne demek istiyorsun?”
“Acıktığımda şehre inerdim, çöpten karnımı doyururdum. İnsanları dinler, nasıl konuştuklarını çözmeye çalışırdım. Geceleri de kulübeye geri dönerdim.”
“Tek başına nasıl hayatta kaldın?”
“Kaldım işte…” dedi H.
“Bu olayları sana kim anlattı?”
Genç, yarım bir gülüşle “Bir işte çalışmıyorsanız, geçmişinizi araştıracak bolca vaktiniz olur,” dedi. “Eğer kimseniz yoksa ve acıyan gözlere maruz kalıyorsanız, sebebini merak edersiniz.”
Diğer polis kaşlarını çatarak “Şehrin ortasına neden bir kaya bıraktın?” dedi. “Daha doğrusu, inşa ettin?”
Genelde soruları soran polis ise “İnsanların işini gücünü engelledin ve onları zarara soktun,” diye ekledi.
“Kaya hep vardı ki,” dedi genç.
“Ne demek istiyorsun?”
“Bir çocuk…” dedi H. “Kaçırılıyorsa, tecavüze uğruyorsa ve adalet bulamıyorsa bu bir kayadır. Çocuk doğuran çocukların varlığı bir kayadır. Bugün hayat durdu, kimse işine gidemedi, herkes her şeyi unuttu kaya hakkında konuşmaya başladı. Kaya oradan gidene dek hiçbir şey normale dönmeyecek. Şaşırıyorsunuz buna. Halbuki bugüne kadar hayatın devam etmesine şaşırmanız gerekirdi. Şehrin ortasında bir kaya varken nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabildiniz?”
“Ne diyorsun be sen?” dedi az konuşan polis.
“Bırak ya, delirmiş işte. Dediklerini olduğu gibi kayda geçirip hâkim karşısına çıkartalım.”
Polisler alaycı kahkahalarla sorguyu bitirdi.
Genç ertesi sabah sanık kürsüsündeydi. Karakolda söylediklerini duruşma salonunda tekrarladı. Hâkimler H’yi hiçbir yorum yapmadan dinledikten sonra aralarında tartıştı.
H’yi hapse atsalar, çıkınca yine aynı suçu işleyebilirdi.
Ona tazminat yükleseler, ödeyemezdi. Bugüne kadar hiçbir yerde çalışmamıştı ve parası yoktu. Ormanın içinde avlanarak yaşıyordu.
Verilecek tek bir ceza vardı. Baş hâkim, tokmağı vurdu. “Kayayı kaldırmamıza yardım edeceksin,” dedi. “İş bitince bu şehrin sınırları içerisine bir daha asla girmeyeceksin, ormandaki kulübene de dönmeyeceksin. Kendine başka bir orman, başka bir şehir bul.”
Bu esnada H’nin kimliği ve annesinin başına gelenler halkın arasında dalga dalga yayıldı. “Yazık,” dedi kimisi, ölen çocuk anne için. Kimisi de “O da korusaymış kendini. Evde otursaymış, gitmeseymiş okula,” dedi. Bazıları mahkemeyi eleştirirken “Çocuğun rızası mı olur?” diyor, kimisi de “O da konuşsaymış. Belli ki razı olmuş. Koskoca hâkimlerden iyi mi bileceksiniz?” diyordu.
Çamurla bağlanan taşlar bir aylık çalışmayla parça parça asfaltın üzerinden kaldırıldı. Ardından H, polisler eşliğinde şehirden sürgün edildi. Yüzünde kızgın bir ifade yoktu, hatta hiçbir ifade yoktu, cezayla ilgili ne hissettiğini okumak mümkün değildi. İleri bakıyor ve hızlı bir şekilde yürüyordu.
Halk şehir kapısının çevresine toplanarak bu anları geçit töreni gibi izledi. Çıt çıkmadı kalabalıktan. Onu haklı bulup annesine üzülenler dahi başlarına bir şey gelmesin diye sustu.
O günden sonra H’nin adını yüksek sesle söyleyen olmadı. Bir süre sessizce “hiçin tekiymiş,” dediler, kimileri de aynı cümleyi ilk harfini değiştirerek söyledi. Sonra o da unutuldu.
Kaya, hâlâ şehrin ortasındaydı.
Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:
Leave a Reply