KÖLEMEN – Öykü

Bu öykü, ilk olarak Puslu Kıta dergisinin 7. sayısında yayınlanmıştır.

On akçeye elden çıkarılmak için gelmişti bu kervansaraya, akranı kölelerin yarı fiyatına. Salkım siyah saçları ve beyaz teniyle söğüt ağacını andıran bu delikanlı, çırpı bedeninden beklenmeyecek derecede güçlüydü. İtaatkârdı. Mecbur kalmadıkça konuşmaz, ağır yahut anlamsız emirlere dahi itiraz etmez, açlık ve soğuk gibi kötü şartlarda gıkını çıkarmazdı.

Mamafih fiyatını düşüren birtakım sorunları vardı. Sara hastalığından mustaripti. Gürültüde, kalabalıkta, sıcakta, öğle vaktinin parlak ışıkları altında kriz geçirir, yere düşer, gözleri sola kayar ve ağzı köpürürdü. Bundan özge, hafızası da kum gibi zayıftı. Çöl kumlarına yazılan yazı nasıl hafif bir esintiyle yok olursa Söğüt’ün beyni de gördüğü bir olayı ya da duyduğu sözü hemen silerdi.

Bazen anlaşılmaz laflar mırıldanırdı. Mesela “Dijital… Dijital… Ben buraya bunun için gelmedim. Makine… Neden? YZ’ye söylemeli.”

Eğer o sırada birisi oradaysa ve “Ne diyorsun?” diye sorarsa köle şaşırır, başını kaldırır “Ne dedim ki? Ah, bilmiyorum. Bağışlayın beni,” dedikten sonra susarak işine geri dönerdi. 

Her yaz İpek Yolu’ndan geçip Türkistan’la Anadolu arasını dolaşan Tüccar Şemsali Efendi, satmak üzere kervansaraya getirdiği bu çocuğu, on yıl önce çölün ortasında kurulmuş bir köle pazarında görmüştü. Zavallı esirler tek bir paslı zincire vurulmuş, çıplak güneşin altında beklerken köleciler bir gölgelikte testiden soğuk su içiyorlardı.

Şemsali hiddetlendi. “Bre utanmazlar!” dedi atını kölecilere doğru sürerek. “Yaptığınız bu garibanlara reva mıdır?”

Kölecilerden biri sinek kovar gibi elini sallayarak “Yürü be babalık, dükkânın önünü kapama!” dedi. 

Bu sırada tüccar davudi bir sesle konuşmaya devam ediyordu. “Peygamber Efendimiz, ‘Kölelerinize yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin.’ buyurmadı mı? Derhal köleleri de gölgeliğe alıp soğuk su vereceksiniz. Yoksa…”

“Yoksa ne?” dedi ayağa kalkan başka bir köleci. Mavi gözlerini iri iri açmıştı. Boyu küçük, tıknaz, sakalı gürdü ve elinde kendisiyle aynı boyda iri bir kılıç vardı. 

Şemsali eşkıyadan korunmak için taşıdığı kıl gibi incecik kılıcı çıkararak “Yoksa bu!” diye bağırdı ve atından atladı.

Tüccar ve köleci çatışmaya koyuldu. Bu sırada diğer köleciler hiç karışmıyor, gölgeliğin köşelerine çekilmiş halde bekliyordu. Köleler de sıcağın altındaki feryatlarını unutmuş, seyre dalmıştı. Çok geçmeden Şemsali bir manevra yaptı ve kılıcı doğru düzgün kavrayamayan gök gözlü köleciyi silahsız bıraktı.

Diğer satıcılar korkunun tutsağı olmuş ve tutsaklarının bukağılarını kendi elleriyle çözmeye başlamıştı. Ardından atlarına binip uzaklara kaçtılar. Sularını dahi almamışlardı. Çölde, Şemsali ve yirmi kadar erkek köle baş başaydı.

Kölelerin biri hariç hepsi siyahiydi. Uzun boylu, en cevval yaşlarında, maruz kaldıkları koşullara rağmen yapılı kölelerdi. Beyaz olan tek köle, saçları bir uzamış ve keçeleşmiş, zayıflıktan ölmek üzere olan o çocuktu. Buluğ çağına dahi girmemişti. Şemsali hepsini azat ettikten sonra çocuğu evlatlığı gibi yanına alıp büyüttü; uzun boyunu, zayıf bedenini ve sürekli başını eğerek dolaşmasını söğüt ağacına benzettiği için ona Söğüt adını verdi.

“Ben buraya bunun için geldim,” olmuştu genç kölenin ilk sözü.

Şemsali “Ne?” deyince de “Hiç…” dedi.

Hakkın emri gelip çattığında tüccarın oğulları azat kararını tanımadı. Söğüt’ü tekrar köle edinip ona en ağır işleri yaptırmaya başladılar. Dara düşünce onu satıp parayı aralarında paylaşmaya karar verdiler. Böylece kervansarayda kurulan insan pazarına katıldılar. Büyük oğul meziyetlerini sayıp dökerken saçları taranmış, gizil müşterilere iyi görünmesi için güzel giydirilmiş köle her zamanki gibi başı eğik ve suskunca bekliyordu.

Göbeği kendisinden önde yürüyen pala bıyıklı bir adam yaklaşıp köleyi şöyle bir süzdü. “Yahu… Güçlü kuvvetli bendeler varken bunu kim, niye alsın? Rüzgârda uçar bu.” dedikten sonra kahkaha attı.

“Aman efendim!” dedi büyük oğul. “Ufak tefek gördünüz de Karamürsel sepeti mi sandınız? Söğüt’tür adı, elimiz ayağımız gibidir. Muhtaç olmasak pazara çıkarmazdık. Her işe koşar, her taşı taşır da gık demez. Yüz akçelik fayda sağlar ya… Hak’tan gelen bir hali yüzünden, sadece on akçedir.”

Adam bıyıklarını sıvazlayarak düşünmeye başladı. “Yirmi beş yaşında bir delikanlı sadece on akçe, ha?” diye mırıldandı. “Kusuru nedir?”

“Sara hastasıdır,” diyen oğul rahmetli babasının Söğüt’ü nasıl çöldeki kölecilerden kurtardığını anlattı fakat azat ettiğini söylemedi. 

“Olsun,” dedi müşteri. “Gönlüm ısındı benim ona. Varın şu yirmi akçeyi benden kabul edin. Söğüt artık benimdir.”

Pazardan bir at sırtında uzaklaştıktan sonra ağaç gölgesinde durdu, kölesini karşısına aldı. “Bana Pala derler,” dedi. “Vaktiyle dört soylu hanımım, konaklarım ve bahçelerim vardı. Yalnız evlat nasip etmemişti bana Allah. Derken bir cariyenin aşkına düştüm. Neyim varsa satıp savdım. Hanımlarımın hepsinden boşandım. Baba ocağını terk ettim. Sonra sevdiğim kadını da bir kez kollarıma alamadan kaybettim.”

Gözleri uzaklara daldı. Erkeklerin duygularını açıkça göstermesinin tabu olmadığı bir çağda yaşasa, ağlardı. “Rızkım buradaymış. Ticaret yaparım. Başımı sokacak bir evim bir de şirin bahçem var. Tek başına yaşıyordum, böyle de sürecekti ta ki yaşlılık bana galebe çalmaya başlayana kadar. Sen benim nasibimmişsin. Eğer çalışkan ve dürüst olursan benim kardeşim yerinde olursun. Her şeyim senin olur.”

“Eyvallah,” dedi Söğüt, başı yerde.

“Senin gibisi kaldı mı ki?” dedi Pala. At yeniden yola çıkmıştı. “Babalarımız lüzumsuz laf etmekten aslandan kaçar gibi kaçarmış. Sende de bu ahlak var. Biz ise gevezeyiz. Şeytan tutmuş ağzımızın yularını.”

Böylece, bu çocuğu gözü tuttu. Yeni efendi sözünü tuttu. Söğüt’e evinin tüm işlerini bıraktı. Öz kardeşi olsa ancak bu kadar güvenirdi. 

Aradan yıllar geçti. Söğüt yine itaatkârdı ve az konuşuyordu ama yeni efendisinin merhametine minnettarlığını ara ara dile getiriyordu. Çalışkandı. Fakat günlerin döngüsü yalnızca gençliğini değil sağlığını da alıp götürüyordu. Anlaşılmaz sözleri artmıştı. Pala, onu zaman zaman aynada kendisiyle kavga ederken buluyor ve onu bunca pişman edenin ne olduğunu merak ediyordu.

“Acınası sonsuz kırk sekiz, kayıp sigma, aradığını buldun mu?” diye ağlarken dayanamamış, “Bir şey mi oldu oğlum?” demişti. 

“Yok efendim, özür dilerim,” dedi gözyaşlarını silen genç ve Pala’nın bu sözlerle ilgili sorduğu hiçbir soruya cevap vermedi.

Sara nöbetleri giderek daha kolay bir şekilde tetiklenir olmuştu. Efendisi, Söğüt için evine birçok hekim getirmesine, ünü nice diyarlara yayılmış namlı hocalara okutmasına rağmen şifa bulamıyordu.

Bir gün bir nöbetin sonunda Söğüt yatağa düştü. Felç değildi ama ayağa kalkamayacak kadar bitkinleşti. Pala yanı başındaydı. Sert görünüşünden beklenmeyecek gözyaşları içerisinde “Seni azat edeyim mi evladım?” diye sorduğunda “Benim için fark etmez,” dedi Söğüt zorlukla duyulan bir sesle. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Kafatasının içinde şimşekler çakıyordu. Baş ağrısı ölümden evvel başlamış bir cehennem azabı gibiydi. Azat olsa ne olurdu ki? Ağrı bir tür prangaydı. Sağlık yoksa özgürlük de yoktu.

Son günlerinde kim olduğunu bilmişti. Sara krizleriyle birlikte bastırdığı anılar saklandığı yerden çıkıyordu. Hastalığı ağırlaştıkça gelecekte bıraktığı geçmişiyle yüzleşiyordu. Evet… O bir zaman yolcusuydu. Geçmişe postalanmış bir atıktı. Yüzyıllarca ileriye sıçrayacak gücü yoktu.

Bir kez daha kustu. Beyin kanaması devam ediyordu. Kafatasının içindeki yağlı yığının dayanacak hali kalmamıştı. Yakın zamanda felç olup ardından öleceği kesindi. Gelip giden hafızasına teşekkür etti ki fiziksel acısına bir de ölüme bilerek mahkûm edilmenin verdiği ruhsal acı eklenmesin. Pala’ya tek bir hançer darbesiyle işini bitirmesi için yalvardı.

Söğüt’ün can çekişmesini izlemek Pala için de bir azaptı. Fakat bu delikanlının bir dirhem iyileşme ihtimali varsa onun kanına girmiş olacaktı. “Sabret!” dedi. “Allah’tan ümit kesilmez.” 

“Gidiyorum ben,” dedi tekrar konuşacak gücü bulduğun. “İzin verin. İtiraf edeyim.”

Paslı maşa gibi açmakta zorlandığı dişlerinin arasından “Hırsa düştüm,” dedi. “Ey cömert efendim! Dinleyin beni. Son arzum sırlarımı dökmek ve aptallığımı itiraf etmektir.”

Pala, “Kendini zorlama istersen, oğlum,” dedikten sonra bir kez daha su verdi ki Söğüt rahatça nefes alıp konuşabilsin. 

Diğeri, su sayesinde bir parça kendine gelmişti. “Kölelerin olmadığı bir dünya hayal edebiliyor musunuz?” diye sordu. Efendisinin afalladığını gördü. Pala, doğduğundan beri içinde yaşadığı dünya düzeniyle kalp aynasında yer yer belirip kaybolan ve kölesinin dilinde somutlaşan muteriz düşüncelerin arasına sıkışmıştı.

“İnsan…” dedi alnını kaşıyarak. “Hepimiz Allah’ın kuluyuz ya. Lakin bu ahiret işidir. Dünya işi farklıdır. Köleler olmazsa işler nasıl yürür? Sen benim elim ayağım oldun oğlum. Herkes hür olamaz. Bazısı emredecek, bazısı itaat edecek. Kölelerin ve efendilerin olmadığı bir dünya olmaz. Hiç olmamış. Allah isteseydi öyle yaratırdı. Kimseyi kimseye bende etmezdi.”

“Yarattı,” dedi yataktaki. “Hem de dârülharpteki kullarının eliyle. Efendim… Ben gelecekten geliyorum.”

Pala bir kez daha şaşırdı fakat biliyordu ki bugüne dek hiç yalan işitmediği kölesi, ölüm döşeğinde doğrudan başkasını söylemezdi. Gerçek, beyninin çeperlerine çarptı ve ön kabullerini parçaladı. Bugüne kadar “bast-ı zaman”ı yani zamanı genişletmeyi yalnızca evliya menkıbelerinde dinlemiş, Zülkarneyn’in mekânda gezdiği gibi Hızır’ın da zamanda gezdiğini bilmişti. Oysa… Başka bir diyardan gelmiş gibi duran ve ne manaya geldiği bilinmez laflar hariç sessizce karınca gibi çalışan kölesi… 

“Oğlum,” dedi onun solgun eline sarılarak. Bilseydi azat eder, önünde diz çöker ve hocasına kulak kesilen talebe gibi, bir köle kisvesine bürünmüş bu gezgin ruhun anlattıklarını dinlerdi. Bereket ki çok geç kalmamıştı.

Söğüt dilinin döndüğünce Osmanlı’nın çöküşünü, Fransız İhtilali’ni, Amerikan İç Savaşı’nı; modernizmin ve “insan hakkı” kavramının ortaya çıkışını anlattı. Ardından transistörlerden ve bilgisayarların gelişiminden bahsetti. Dünyanın değişimini tasavvur etmeye çalıştı. Nesillerin isimler aldığını söyledi: sessiz kuşak, bebek patlaması, X, Y, Z, alfa… Böyle sürmüştü. Söğüt, 2040-50 yılları arasında doğanlardan, sigma kuşağındandı.

Sigmaların dünyasında gelenekler ölmüştü. Yerini trendler almıştı. İsimleri bile önceki kuşaklardan çok farklıydı. Rakamlar ve özel karakterler içeriyordu. Bu tarzın öncüsü, 21. yüzyılın başlarında yaşamış X kuşağından bir girişimcinin oğluna verdiği isimdi. Genelde sadece sayılar ve varsa harfler telaffuz edilirdi.

Örneğin, Söğüt’ün gerçek adı ∞\\48’di. “2048’de doğdum, sonsuza kadar yaşamak istiyorum,” anlamına geliyordu fakat bu anlamı da tıpkı adı gibi uyduran Söğüt’tü. İşaretlerin ve rakamların kelimeler gibi sabit anlamları yoktu. Sahipleri ne kastetmişse, o. Sigmalar, adlarını ya rastgele değer üreten yazılımlardan alır ya da küçük yaşta kendileri koyardı. Ebeveynlerinin verdiği isimler dünyalarında geçerli sayılmazdı.

“Sonsuz kırk sekiz…” diye tekrarladı Pala. “Meğer gerçek adınmış bu senin.”

“Öyleydi! Ama… Gerçek değil, yalanmış. Sonsuz değilim efendim, ölüyorum.”

Onun dönemi yeni bir bilgi çağıydı çünkü sınırsız bilgi kaynağına yalnızca düşünerek erişmek mümkündü. Yeni bir cehalet çağıydı çünkü artık düşünmeye gerek yoktu. Eskilerde kalmış Charles Dickens diye bir yazarın İki Şehrin Hikâyesi adlı kitabının girişi gibiydi.

Zekânın yapayı, doğalının asistanı da olabilirdi protezi de. Sigma kuşağı çoğunlukla ikincisini tercih ederdi. Okuma yazma bilmeyenler bile vardı ve sosyal hayata katılırken zorluk çekmezlerdi. Halbuki bu geçmiş çağlarda mümkün değildi. Bunun yanı sıra YZ ile çalışarak bilgi edinen, ardından bilgi üreten ve klasik bir tedrisattan geçmeden profesörlerin seviyesine gelenler de vardı. Bir yanda medeniyet uçurumu, diğer yanda da bilginin değersizliğinden doğan bir eşitlik… 

Nihayetinde bitkin köle, niçin geçmişe gittiğini anlatmaya başladı. Çağının manasızlığından bıkmıştı. Nostaljiye kapılmış ruhuyla, döneminin gelişmiş bir teknoloji şirketine zaman yolculuğu için başvurdu. Şirket; beyin dalgaları üzerinde çalıştıklarını, kullandıkları yöntemin henüz deneysel olduğunu ve beyne geri dönüşsüz bir şekilde zarar verebileceğini söyleyerek onu uyarmasına rağmen ∞\\48 her riski göze alarak onam belgesini imzaladı.

Hâlbuki anlam, herhangi bir çağda değil insanın kavrayışındaydı. Her dönemde kötülüğün ve iyiliğin bin bir yüzü vardı. İnsan ne arıyorsa kendi içinde bulurdu. Yoksa yeryüzünün geçmişinde de bir cennet yoktu, geleceğinde de.

Pala, köleler ve efendilerin olmadığı bir dünyayı tahayyül edemezken Söğüt köleliğin sona erdiğini ve insanların eşit olduğunu sanıyordu. İkisi de tek boyuttan bakıyordu ve yanılıyordu. Köleler de hep vardı, efendiler de; kölelikten ve efendilikten kaçıp bir balık gibi hür olanlar da.

Sözlerini bitirdikten sonra iç çekti kölemen. Zihni hiç olmadığı kadar berraktı. Hiç hür olamamıştı o. Hiç değilse son sözlerini söyleyebilmiş olmanın avuntusuyla gözlerini yumdu.

Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

Liste(leri) seçin:
Bu alan gereklidir.
matriyarka
http://gizemcetin.com

Leave a Reply