SOLUK YILDIZA VEDA – Öykü

SOLUK YILDIZA VEDA – Öykü

Bu gece ısıtıcının göstergesi üç derece birden arttı. Bu, havanın daha da soğuduğunun göstergesi olup hayra alamet değilse de sevdiğim adama daha sıkı sarılmanın bahanesi olarak görüp Pollyanna’lık etmeyi başardım. Uyumadan sabahı bekleyip güneşimiz Ni her zamanki gibi gökyüzünde ışıldadığında içten bir neşeyle gülümsedim. Bir kez daha ona kavuşmuştuk. Sonsuz uykuya dalmamıştı Ni.

Astronomlar yirmi yıldan uzun bir süredir uyarıyordu: “Ni ölüyor.” Yıldızlar, nizzalar gibi doğar, büyür ve ölürdü. Büyük yıldızların ömrü daha kısa sürerdi. Ni, normal şartlarda beş milyar yıl daha yaşaması gereken bir yıldızdı fakat yaydığı enerji dramatik bir şekilde azalmaya başlamış; bilim nizzaları her ne kadar sebebini tespit edemese de yıldızın gün be gün ölmekte olduğunu anlamışlardı.

Ni’miz bir kırmızı cüceydi. Yani çok küçük bir yıldızdı. Böyle bir yıldızın yaşam döngüsünde kırmızı devler ya da süpernovalar yoktu. Kırmızı cüceler son nefesini sessizce verirdi. Parlaklıklarını uzun vadede yavaşça kaybeder, ısı ve ışık saçmayan bir yıldız kalıntısı olan kara cüceye dönüşürlerdi. Bu da Ni’nin yörüngesindeki Çi adlı küçük gezegeninin üzerindeki canlılarla birlikte evrenin soğukluğuna terk edilmesi anlamına geliyordu.

Ortalama ömrümüz elli yıldı. Yetmişine kadar yaşayanlara hürmet eder, uzun ömrün sırlarını sorardık. Seksenine varan ise görülmemişti. Bu ortalamanın bizden sonra daha düşeceğini düşünüyordum çünkü atalarımızın aksine, biz korkuya doğmuştuk ve üşüyerek ölme ihtimali ile titriyorduk.

Bu durum kişiliğimizi, modalarımızı ve zevklerimizi etkilemişti. Soğuk mevsimlerden nefret ederdik, doğal olsa bile. Yedi mevsimden üçü soğuk geçerdi: zemheri, hafif kış ve rüzgâr ayları. Bu aylarda dış ortam etkinlikleri yapılmazdı; dışarıya zaruretsiz çıkmaz, çıkarken de lahana gibi kat kat kalın giyinirdik. Karanlığı da sevmezdik. Yatarken bile bir gece lambası açık olurdu. Eğer bir kez karanlıkta kalırsak ona sonsuza dek teslim olmaktan korkardık.

Her sabah Ni’yi selâmlama ayini yapan topluluklar vardı. Üyeleri her geçen yıl hızla artıyordu. “Güneşimizi küstürmemek için…” diye cümleye başlayan astrologlar mahalle lokallerinde ortaya çıkar, çeşitli yaşam ve diyet tavsiyesi verirdi. Lokaller en popüler astroloğu ağırlamak için birbiriyle yarışırdı.

Öte yandan akademiye talep azalıyordu. Bizden önceki neslin zamanında zor bir sınavla girilebilen rekabetçi kurumlar bugün yana yakıla öğrenci arıyordu. Araştırma görevlisi maaşları toplum ortalamasının altında kalmış; makale yazan, deney yapan bu nizzalar toplumdan da saygı görmez olmuştu.

Önceleri kibirli bir profesörün, işçaracıyı -biz, sıklıkla işçara çayı içerdik ve o yüzden kurumlarda içecek servisi yapan çalışanlara “işçaracı” denirdi- azarladığını duyardık. Bugün ise bir işçaracı, bir profesöre ukala bir tavırla “Ne? Çay falan getiremem. İşçaram bitmek üzere. Bu bitki değerli, biliyorsun,” dediğini kulaklarımla duymuştum. Gezegenimizin en sıcak kuşaklarında yetişen işçara bitkisi doğrudan günışığı görmeye muhtaçtı. Her yıl işçara tarlalarından alınan verim azalıyordu. İşçaracı ise sanki bunun sorumlusu, bu azalmayı tespit eden bilim nizzalarıymışçasına profesörü azarlarmıştı.

Tuhaf bir davranış örüntüsüydü. Nizzalar engel olamadıkları felaketin faturasını onu bildirenlere kesiyorlardı. Arabasını son sürat faleze süren bir sürücünün, yolun kenarında dikilip “Dur! Uçuruma gidiyorsun,” diye bağıran birine, camı açıp “Kes sesini!” demesi gibiydi.

“Sesini kes çünkü uçuruma gittiğimi biliyorum ama frenler patladı ve arabayı durdurmanın bir yolu yok. O halde beni bekleyen kötü sonu işitmek istemiyorum,” demek istiyordu.

Bana kalırsa gerçeklerden kaçmak anlamsızdı. Eğer öleceksem bunu bilmek isterdim. Durum umutsuz görünse bile son ana kadar bir çıkış bulma ihtimalim hep vardı. Eğer kendimi avutursam ve tehlike yokmuş gibi yaparsam son şansımı da yok ederdim. İcabında üzülmeli, korkmalı, kendimi sıkmalı ve çaba göstermeliydim. Sonuçsuz kalacak olsa bile…

Üzülmekten kaçıyorlardı. Korkmaktan çok korkuyorlardı. Emeklerinin boşa gitmesinden ise hiç emek vermemeyi tercih ederlerdi. Türdeşlerimin çoğu gibi değildim. Belki de bu yüzden hâlâ akademideydim. Araştırmayı, derslerimi, hocalarımı seviyordum. Ailem beni eskisi gibi desteklemiyor, arkadaşlarım da o “felaket tellalları”ndan biri olduğum için burun kıvırıyordu. Umurumda değildi hiçbir şey. Tek bir destekçim vardı: Sınıf arkadaşım. Ödev için yardımlaşırken karşılıklı hislerimizi anlayarak başka bir boyuta geçtiğimiz sevgilim… O bana yetiyordu.

Karanlık bir gelecek öngörüsü içinde, loş ışıklı ve sıcacık hayaller kuruyorduk birlikte. Ona sarılırken evrendeki tüm yıldızlar sönse gam çekmezdim.

Güneşsiz bir gezegende hayatımızı sürdürmek için bir proje hazırlıyorduk. Proje, yeraltında bir enerji döngüsü oluşturmaya ilişkindi. Çi’nin yüzeyinde aktif volkanlar, içinde ise sıcak ve akışkan bir çekirdek vardı. Bu çekirdek yeni güneşimiz olacak, günlük faaliyetlerle eksilttiğimiz enerjiyi bize sunacaktı.

O günlerin olabildiğince geç gelmesini umuyordum. Proje başarılı olursa nizzalık toprak altında yaşayacaktı. Başını yukarı kaldıran bir çocuk sığınağın metal tavanını görecekti. Gökyüzünü, uzayı, yıldızları, manyetik ışınları görmeden geçen bir hayat… Düşündükçe içim bunalıyordu. Ne var ki nizzaların Ni olmadan yaşamaya devam etmesi için başka bir yol yoktu. Yüzeyde ısı üretmeyi başarsak bile hızla uzaya kaçardı.

Bütün nizzaları kaplayacak bir sığınak inşa edilirken Çi, Ni’nin etrafında elli kez dönerdi. Ortalama nizza ömrü kadar… Sonrası ne olacak, hiç bilmiyordum. Halk bizi, bilim nizzalarını sevmez ve verdiğimiz bilgilere güvenmezken onlara “Yerin altına çekilin!” dediğimizde bizi kaç kişi dinleyecekti?

“Biz,” derken kastım kişi değildi. Ben ve sevgilim, hayatta olmayacaktık. Projemizi -eğer kabul görürse- bizden sonraki nesiller devam ettirecekti. Henüz inşaat bile başlamamıştı, plan aşamasındaydık.

“Hükümetleri ikna edebilirsek” diyordu sevgilim, “Orduyu kullanıp halkın hayatını, halka rağmen kurtarabilirler.” Fakat ben buna katılmıyordum. Bir nizza, askeri düzendeki bir sığınakta hapis hayatı yaşamaktansa yıldızlara bakarak ve masal anlatarak mutlu ölmeyi tercih edebilirdi, edebilmeliydi.

Ni, sığınaklar bitmeden sönebilirdi. Sonuçta ölüm, yıldızlar için de insanlar için de zamansızdı. Sabahın ilk parıltısı perde aralığından yüzüme vurduğunda gülümsedim. Sevdiğim adamı uyandırmamak için elimi yavaşça ve dikkatlice yatağın arkasına uzatıp perdeyi tamamen açan düğmeye bastım. Ni’nin parlaklığıyla kıstım gözlerimi.

Gözümün gördüğü her şey kalımsız ise de anların yaşanmışlığını hiçbir şey yok edemezdi. İşte, bu sabah üçümüz de yaşıyorduk. Önemli olan buydu. Bu sabah… Öncekiler ya da sonrakiler değil.

Zemheri mevsimindeydik. Dışarıda pamuk gibi bembeyaz karlar vardı. Cam tavanlı odamdan berrak gökyüzünü seyrediyordum. Kütüphanede geçecek yoğun bir günün başlangıcında yatakta geçecek beş dakika daha armağan ediyordum kendime.

Bu öyküyü 23 Ocak 2025 itibarıyla dinleyebileceksiniz.

Liste(leri) seçin:
Bu alan gereklidir.
matriyarka
http://gizemcetin.com

Leave a Reply