“Korkaklar aşkı yasaklar zaten toprağa tutsaklar / Ağlayan bütün sokaklar gerçek sevgiye muhtaçlar…”
Deja-Vu’nun Sistem adlı şarkısındaki bu dizeler, bana hep 1984’ü hatırlatagelmiştir. Edebiyat dünyasının en ünlü distopyasını yıllar önce okuduğumda fikir ve duygu dünyamda depremler meydana getirmişti. Hâlâ da beni en çok etkilemiş kitaplardan biri olmayı sürdürmekte.
Konusu kısaca şöyle: 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya üç parçaya ayrılmış. Üç adet ülke var, bu ülkelerden birisi de Okyanusya. Kitap, Okyanusya’da, Büyük Birader’in yönettiği bir ülkede, Gerçek Bakanlığı’nda çalışan Winston Smith’in isyanını anlatıyor. Eğer kitabı okumadıysanız, bu paragraftan sonraki kısımlar sürpriz bozan içerebilir. Sürpriz bozanla karşılaşmamak için son kısımda yer alan “1984, Obsesyonlar ve Diğer Şeyler” başlığına atlayıp oradan devam edebilirsiniz.
Daima bir çift gözün sizi izlediği bir ülkedesiniz. Görevleriniz var. Yalnız o bir çift göze, Büyük Birader’e sadakat göstermeye ve düşmanlarına nefret duymaya izniniz var. Gerek beyninizden geçen düşünceler, gerekse kanınızda akan duygular 7/24 denetime tabi.
Sadakati bozabilecek, isyana evirilebilecek bütün eğilimler henüz doğmadan eziliyor. Mesela sözcükler… Sözcükler ne kadar tehlikeli olabilir ki? Devlet yeni sözlükler çıkartıyor, gereksiz gördüğü sözcükleri ortadan kaldırıyor ve Yenikonuş ile karşıt düşüncenin zihinlerde oluşturulamamasını sağlıyor.
“Beyaz” diye bir sözcük olmasa, beyazın ne olduğunu tanımlayabilir misiniz?
Peki “özgür” diye bir sözcük olmasa, özgürlüğü?
“Özgür sözcüğü, ‘siyasal özgürlük’ ya da düşünce özgürlüğü olarak artık kullanılmıyordu, çünkü, ne siyasal özgürlük ne de düşünce özgürlüğü kalmıştı; bu nedenle kavram bile olsalar artık onları adlandırmak gereksizdi. Kabul gören öğretilere karşıt sözcüklerin silinmesinden başka, söz dağarcığının azaltılması kendi içinde bir amaçtı ve yoruma açık sözcüklerin yaşamasına izin verilmiyordu. Yenikonuş düşünce alanının genişlemesi için değil daralması için tasarlanmıştı. Seçim yapılabilecek sözcüklerin en aza indirilmesi bu amaca yardımcı olmaktaydı.”
1984, George Orwell.
Sözcükler ve ona bağlı anlamlar yok edildiği zaman, zihnin tek çıkışı gözlem yapmak ve elde ettiği verileri mantık yoluyla kıyas yapmak olur. Mesela kuşlar istediği gibi uçup dünyanın her yerine gidebilirler. Bir Okyanusya vatandaşı ise izinsiz şehrinden dışarı çıkamaz. Kuşlara bakıp, bir de kendine bakıp sezer gibi olur özgürlüğü…
Çiftdüşün, Böylece Hiç Düşünmemiş Gibi Ol
İşte 1984’ün devleti mantığı iğdiş edebilmek için “çivi çiviyi söker” felsefesiyle yeni bir yaklaşım geliştiriyor: Çiftdüşün!
Vikipedi’nin tanımıyla: “Çiftdüşün, birbiriyle çelişen iki düşünceyi zihinde bir arada tutma ve bu düşüncelerin ikisine aynı anda inanma durumudur.”
Şu şekilde örneklendirebiliriz: Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Cehalet güçtür.
“Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti’nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden hatırlamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak. Çiftdüşün dünyasını anlayabilmek bile çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu.”
1984, George Orwell.
Kendini kandırma sanatı… Müthiş bir şey değil mi? Büyük Birader’in partisi vatandaşları için her şeyi düşünmüş. Neredeyse 1984’ün bir distopya değil, ütopya olduğunu sanacağım. Zaten her distopya ütopya, her ütopya da distopya değil midir? 😛
Basit konuşacaksınız. Basit düşüneceksiniz. Parti’nin istediği zamanda ve istediği şekilde konuşup düşüneceksiniz.
Bakanlıklar
“Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Geleceği kontrol eden bugünü kontrol eder.”
George Orwell.
Halkın verilen bilgiyi sorgulamasına yarayan araçlar yok edildikten sonra geriye bilgi akışını kontrol altına almak kalıyor. Bu da esasen Parti için çok kolay bir işlem. Bütün iletişim araçlarını yayınlıyor ve denetliyorlar. Tarihi yeni baştan yazıyorlar. Geçmişin yayınlarını, gazetelerini, fotoğraflarını, filmlerini, bütün bilgi kaynaklarını gerekli gördüklerinde değiştiriyorlar.
Bu iş için özel bir bakanlık kurulmuş. Adını tahmin edin: Gerbak, yani Gerçek Bakanlığı!
Okyanusya’da dört bakanlık var. Hepsi çiftdüşün ilkesine uygun bir şekilde adlandırılmış. Barbak, Barış Bakanlığı, savaşmakla görevli. Sürekli savaş halinde hisseden halk hayali düşmanlar karşısında birleştiriliyor.
Varbak, Varlık Bakanlığı, ekonomiyi üstleniyor ve adı üstünde halkı yoksullaştırmak üzere görev yapıyor. Yiyecekleri, araç gereçleri bu bakanlık üretiyor. Git gide azaltıyor ve kalitesizleştiriyorlar.
“Daha şubat ayında, Varlık Bakanlığı, 1984 boyunca çikolata tayınında hiçbir azaltıma gidilmeyeceği vaadinde bulunmuştu (resmi açıklamada, bunun “kesin bir taahhüt” olduğu belirtilmişti). Aslında, Winston’ın da bildiği gibi, çikolata tayını o hafta sonunda otuz gramdan yirmi grama indirilecekti. Tek gereken, başlangıçtaki vaadi, nisan ayı içinde çikolata tayınında azaltıma gitmek zorunda kalınabileceğine ilişkin bir uyarıyla değiştirmekti.”
1984, George Orwell.
Sevbak da Sevgi Bakanlığı… Bu bakanlık halkı yedi gün, yirmi dört saat gözlemlemekle görevli. Şüpheli bir mimik ya da hareket sergilediğinizde, Düşünce Polisi sizi almaya gelir ve bu bakanlığın “sevgi” dolu kollarına teslim eder.
İç Parti, Dış Parti, Proleterya
1984 dünyasında halk üç parçaya ayrılmıştır. İç Parti güzel evlerde yaşayan, kaliteli yiyecekleri yiyen, iyi sokaklarda dolaşan ve devleti yöneten azınlıktır.
Proleterya, halkın büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul işçilerdir. Gündelik hayatlar yaşarlar, derin düşünmezler, hiçbir şeyin farkında değillerdir. Piyango ile zengin olabileceklerini umarlar. Görece özgürdürler. Çünkü devlet onların isyan edebileceğini düşünmez bile… “Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.”
Dış Parti ise devlet politikalarını uygulayan, orta sınıf memur kesimdir. En büyük baskı Dış Parti üyelerinin üzerindedir. Çünkü dönen dolapların farkındadırlar. Evliliklerinden çocuklarına, gecelerinden gündüzlerine kadar gözetim altındadırlar.
Aklın Ayakları Bağlandı, Peki Ya Aşk?
Bir şeylerin yanlış gittiğini fark eden Winston Smith, tele-ekranların görmediği bir köşede günlük tutmaktadır. Eğer günlüğüyle kendi arasında kalabilseydi belki de hiç fark edilmeyecek itaatsiz eğilimleri, Julia’ya rastlamasıyla birlikte güçlenir.
Winston ve Julia birbirlerini çekici bulmaktadır. Esasında ortada aşk değil, saf bir cinsel tutku vardır. Fakat bu bile Parti’ye karşı büyük bir zafer, Büyük Birader’in sultasına karşı özgürlük umududur.
Parti de bunun farkında olduğu için insanın doğasındaki bir ihtiyaç olan cinsel zevki engellemek amaçlı önlemler almaktadır. Böylece cinselliğin bastırılmasından doğan gerilim Büyük Birader’e şiddetli bir bağlılık ve “düşman”lara nefret olarak açığa çıkabilecektir.
“Partinin amacı yalnızca, kadınlarla erkeklerin arasında, sonradan denetleyemeyeceği bağların oluşmasının önüne geçmek değildi.
Asıl amacı, cinsel ilişkiden zevki kaldırmaktı.
Sevgi değil de, ister evlilikte olsun, ister evlilik dışı olsun, cinsellikti tehlikeli kabul edilen.
Parti üyeleri arasındaki tüm evliliklerin, bir komite tarafından onaylanması gerekiyordu.
Bu komite, ilkelerini açıklamamakla birlikte, eğer çiftlerin birbirlerine fiziksel olarak bağlandıklarını fark ederse bu evliliği onaylamazdı.
Evliliğin tek amacı, partinin hizmetine verilecek çocuklar üretmekti.
Cinsel birleşme lavman yapmak gibi iç bulandırıcı bir işlem olarak düşünülmeliydi.
Bu açıkça belirtilmez, ama çocukluğundan başlayarak, her parti üyesinin içine işlenirdi.
Hatta, her iki cins için bekareti özendiren, gençlik anti-seks örgütü gibi kuruluşlar vardı.”
1984, George Orwell.
Winston ile Julia her ne kadar gizlice buluşmaya başlasalar bile çok geçmeden, isyancılardan biri sandıkları bir İç Parti üyesi (O’Brien) tarafından ele verilirler. Büyük Birader’in gözlerinden kaçış yoktur…
Şehit Yaratmak ve 101 Numaralı Oda
Parti, isyancılarla mücadele biçiminde tarihten ders almıştır. O’Brien, bir sayfada Engizisyondan ve Rus komünistlerinden bahseder Winston’a.
Engizisyon dini reddedenleri gerçek inançlarından vazgeçip tövbe etmeden öldürmüş, böylece suçluların onurlu olarak ölmesine neden olmuştur. Şehit olmuşlardır. Rus Komünistleri bu yanlışı tekrarlamamak için işkence ile suçluların insanlık onurunu kırmış, onları düşüncelerinden vazgeçirip itiraflar almış; ne var ki bu itirafların düzmece olduğu ve işkence ile elde edildiği anlaşıldığında ölenler yine onurlu sayılmışlardı.
Parti ise isyancıların düşüncelerini sahiden değiştirmek ister. Parti, bedenleri değil kafatasının içinde yer alan sakıncalı düşünceleri yok etmek ister.
“Biz, zorla boyun eğilmesinden hoşlanmayız. Bize kendi isteğinle uymalısın. Biz bize başkaldıranları yok etmeyiz. Akıllarını ele geçirip değiştirir, yeniden biçimlendiririz. Ondaki tüm kötülüğü yok eder, onu yalnız görünüşte değil, tüm gönlü ve ruhuyla kendi tarafımıza çeker, sonra öldürürüz. Katlanamayacağımız tek şey, ne kadar güçsüz ve gizli olursa olsun, dünyada yanlış bir düşüncenin var olmasıdır.”
1984, George Orwell.
1984, Obsesyonlar ve Diğer Şeyler
Kitabın konusu hakkında bu kadar yazının kafi olduğunu düşünüyorum. Otorite olgusunu irdeleyen, edebiyat tarihindeki en iyi distopyalardan biri olan bu kitabı okumanız tavsiyemdir. Eğer popüler kitaplara karşı önyargınız varsa, bunu 1984 için rahatlıkla kırabileceğinizi söyleyebilirim.
Buradan sonra biraz serbest takılacağım. 1984’ün bana çağrıştırdığı bir kavramdan bahsedeceğim.
Obsesyonlar, yani takıntılar… Beyninize doluşan, engel olamadığınız, siz mücadele ettikçe daha da saldıran düşünceler. Onlarca türü olabilir bu düşüncelerin. Masumlar Apartmanı dizisiyle gündeme gelen temizlik takıntısından tutun da pencereyi açık bırakma, ocağı söndürmeme, yeterince iyi bir insan olamama korkusuna kadar…
Bu yazının ve genel olarak sosyal medyadaki etkinliğimin son bir aydır son derece azalmasının sebebi de beynime saldıran çeşitli obsesyonlardı. Kitap okumak, yazmak, ailemle vakit geçirmek, anın keyfini çıkarmak yerine görünmez canavarlarla savaşıp durdum. Burada ayrıntıya inmeyeceğim, fakat şunu söylemeliyim: Eğer günlük hayatınızı etkilemeye başlamışsa, şöyle bir huzurlu ana muhtaç kaldıysanız vakit kaybetmeden iyi bir psikiyatra başvurun.
1984 ile alakasına gelince, obsesyonlar kişiliğiniz üzerinde hakimiyet kurmak isteyen Büyük Biraderler, O’Brienlerdir. Siz ise zavallı Winston… Sizi ezip yok edene kadar durmazlar. Çeşitli kompulsiyonlarla rahatlatmak istersiniz. İkna olmazlar. 101 numaralı odaya hapsolmuş gibi hissettirirler. Korkularınızla, korku imgelerinizle sürekli karşı karşıya gelirsiniz. Bu yazdıklarımı anlamayan okurlar, çok şanslısınız. Anlayanlar, gelin sarılalım.
Takıntılarla baş etmenin yolu, onları yok saymak, gerekirse alay etmekmiş. Tavsiye etmesi kolay. Uygulaması ise zor. Önünüzde uçurum varken adım atmanız gerekiyor bir nevi. Bu sabah biraz başardım gibi bunu. Bu sayede bu yazıya odaklanabiliyorum.
1984, iki kez sinema filmine uyarlanmış. İlki 1956, diğeri de 1984 yılında çekilmiş.
İkinci film kasvetli atmosferi daha başarılı yansıtmasına rağmen pek beğenmedim. Ana sebebi Winston’la Julia karakterlerinin hayalimdekine hiç uymamasıydı. Filme giremedim. Ayrıca bazı sahneler -izleyenler bilir, fahişe sahnesi vs.- iğrençti ve seyir zevkini vermiyordu. Kitapla uyumluydu diye hatırlıyorum. Fakat izlerken hoşuma gitmemişti.
İlk filmi ise aksine, çok beğendim! Siyah beyaz bir film. Sahneleri oldukça hoş ve süresi de kısa, 90 dakika. Kitabı da iyi yansıttığını düşünüyorum.
Wikipedia‘ya göre bir uyarlaması daha varmış, birisi 1999 yılında çekilen parodi içerikli on dakikalık kısa film Me and the Big Guy.
Bir de 2012 yılında Hollywood yapım şirketlerinden oluşan bir birlik, kitabın haklarını satın almış ve uzun metrajlı yeni bir film çekeceklerini açıklamış. Fakat sadece açıklamışlar. Senarist 2020’de “Bu proje bizi çok heyecanlandırdı ama zormuş yahu, erteledik ne yapalım yani…” gibisinden bir açıklama yapmış. Yani henüz ufukta yeni bir film görünmüyor.
1953, 1954 ve 1965 yıllarında üç adet televizyon, 1949’dan 2013’e kadar yedi adet de radyo uyarlaması olmuş. Henüz hiçbirini izlemedim ya da dinlemedim, fakat ulaşabilirsem izleyeceğim/dinleyeceğim.
Son olarak Louna’nın 1984 adlı şarkısıyla yazıyı kapatıyorum. Şarkı Rusça… Türkçe çevirisini ise şu linkte bulabilirsiniz.
Hoşça kalın!