
KÖPEK DİŞİ – Öykü
Bu öykü Truva Edebiyat Dergisi‘nin 8. Öykü Yarışması’na katılmıştır.
Kan kırmızısı çayından bir yudum aldı.
“Sokak köpeği saldırılarının son yıllarda artmasına şaşırıyor musun?”
Ses tonu bir çocuğa çarpım tablosunu sorar gibi neşeliydi. Ben ise TV programında tespit yapan uzmanların ciddiyetindeydim. “Kontrolsüzce nüfus artışı…” diyecek oldum.
“Hayır!” diyerek sözümü kesti. Bu sırada çay tutan elinin işaret parmağını da kaldırmıştı. “Sorunun kaynağı artan köpek sayısı değil. Isırma vakaları köpeklerin nüfusuna oranla çok daha fazla arttı. Başka bir deyişle köpeklerin huyu değişti.”
İçimi çektim ve camdan dışarıya baktım. Bu esnada ofis arkadaşım konuşmaya devam ediyordu.
“Bir köpek çetesinin genel yapısını ve davranışlarını irdeleyelim.” dedi parmağının oralarda dolanan bir kalemi alarak. Beyaz müsvedde bir kâğıdı önüme itti. Kalemi parmaklarında evirip çevirmeye başladı.
“Yolda sana köpek saldırsa ne yaparsın?” diye sordu.
“Sabit dururum,” deyiverdim.
“Neden kaçmıyorsun?”
“Kaçarsam köpeklerin avcılık güdüleri tetiklenir. Beni kovalamaya başlarlar. Bir köpek bir insandan her şekilde daha hızlı koşacağı için…”
“Neden kaçman onların avcılık güdülerini tetikliyor?” dedi üzerime doğru eğilerek. “Yakalayacaksın püf noktayı, inanıyorum.”
Benden beş yaş küçüktü. Laubali tavrı sinirimi bozuyordu. İşyerinde kıdemimiz her ne kadar aynı olsa da ve samimiyetimiz hatrına bana “sen” diye hitap etmesine izin versem de bazen haddini aşıyordu.
“Bana inanman önemli değil, benim sana inanmam önemli.” dedim. “Büyük olan benim. Hadi çıkar ağzındaki baklayı. Nedenmiş?”
“Güçsüz olduğunu ortaya koyuyorsun.”
Alaycı gülüşümü saklamadım. “On tane öfkeli köpeğin karşısında direnebilecek bir insan evladı bilmiyorum. Zaten güçsüzüz.”
Bana doğru dönüp ellerini birleştirerek “Güç sadece fiziksel midir? Sokak köpekleri kolektif olarak insanların güçsüz olduğunu düşünmeye başladı ve bu son zamanlarda oldu. Önceden böyle değildi. Neden?” dedi. “Mesele bu.”
“Yasayı destekliyor musun yoksa?” diye sordum birden. Gözlerinin içine baktım. Birkaç sokak köpeği saldırısını bahane ederek sokak hayvanlarının katledilmesini isteyen bir kitle vardı. Bu konu uzun bir süredir gündemdeydi. İş arkadaşım daha önce fikir beyan etmemişti ve bugün durduk yere köpek bahsini açtığı için aklında neler olduğunu merak ettim.
“Temel sorunu çözmedikten sonra boş bir hukuki düzenleme olarak kalır.”
Nefesimi verdim. Beklemediğim bir şekilde makul yaklaşmıştı. “İşte bu!” dedim. “Katliamla neyi çözebiliriz ki? Önce sokak köpeklerinin kısırlaştırılması gerekiyor, daha sonra hayvanlarını sokağa terk edenlerin cezalandırılması ve…”
“Ne alakası var?” diye sözümü keserken gözlerini devirdi. Öfkeden yanaklarım kızardı fakat bir şey demedim.
“İnsan soyunun güçlendirilmesi gerekiyor,” diye devam etti. “Sokak köpekleri sadece bir gösterge. Doğanın kuralı budur: Güçlü, güçsüzü yok eder. Eğer aynı ezikliğe devam ederseniz bütün köpekler yok olsa bile farklı türler sizi rahatsız etmeye başlar. Köpekler insanın güçsüzlüğünün kokusunu aldı. Doğa da öyle.”
“Ne diyorsun?” dedim. Kaşlarımı sinirden değil kafa karışıklığından çatıyordum.
“Belirti, hastalık için bir alarmdır.” dedi. “Baş ağrısı bir belirtidir ama neyin belirtisi? Belki uykusuzluğun… Belki beyin tümörünün… Kök sebebini anlamadan belirtiyi ilaçla bastırırsan ne olur? Tümör büyür.”
O sırada çaycı içeri girdi. Öğleden sonra içtiğimiz çayları dağıtıp çıktı. Ağzımı yakacak büyük bir yudum aldım. Bu sırada konuşmaya devam ediyordu.
“Kısırlaştırmak ya da itlaf etmek sadece bir yöntem farkıdır. Evet, sokakta gezen dört ayaklı sayısını herhangi bir yolla azaltabilirsiniz ama kendinizi ne yapacaksınız? Dün sakince yatan hayvanlar, bugün bir ayak sesi duyar duymaz kalkıp saldırıyorsa burada bir problem yok mu?”
“Huyları değişti,” dedim başımı sallayarak. “Birçok şey sebep olabilir buna. Hava kirliliği veya…”
“Değişen şey köpekler değil, insanlar,” dedi.
“İnsan dediğin, dün nasılsa şimdi de öyle,” diyerek ona katılmadığımı belirttim. “Değişen tek şey teknoloji.”
“Belki de sorun budur.”
“Teknoloji, insanları güçsüzleştiriyor mu?” diye sordum.
“İnsanoğlu avcılık ve toplayıcılıktan, tohum ekecek aletleri icat edip tarım yapmaya başladığında ilk teknolojik devrimi gerçekleştirdiler,” dedi. “Eskiden avladıkları ya da rekabet ettikleri hayvanları, artık sadece tarlalarından uzak tutmakla yetiniyorlardı. Medeniyet ilerledi ve artık yeni nesiller yaban hayvanlarını görmüyor bile…”
“Nereye varmaya çalışıyorsun?” dedim.
“İnsanın kurduğu düzen evrime engel oluyor,” dedi. “Doğa, güçsüzleri eleyemiyor. Zayıf bebekleri doktorlar kurtarıyor, zayıf yetişkinleri de hukuk.”
Bakışı da sözleri de giderek tuhaflaşıyordu.
“Ne isterdin?” diye sordum. “Yasalar olmasın da insanlar birbirini boğazlasın mı? Güçlü, haklı mı olsun?”
“Güçlü, zaten haklıdır,” dedi. Ondan zaten hiçbir zaman hazzetmemiştim ama fikirlerinin hastalıklı boyutunu yeni anlamaya başlıyordum.
“Tam tersi,” dedim. “Güçlü, çoğunlukla gücünü kullanır ve hakkı çiğner. Adalet güçsüzü korur. Bunu güce tapanlar anlayamaz.”
“Gücü terk ettik ve o da bizi terk etti,” dedi. “İtibarını iade etmeliyiz. Güce dayanan, gücü önemseyen yeni bir düzen… Gerek bedensel gerek ruhsal hiçbir zayıflığın yeri olmayan… Tıpkı Spartalılar gibi. Yoksa, bir zamanlar evcilleştirip doğanın acımasız yargısından kurtardığımız köpeklere yenileceğiz.”
Bu zırvalığı daha fazla dinlemeye tahammülüm yoktu. “Bir hava alsana,” dedim. “Bir yığın iş var, biz ise oturmuş, laklak ediyoruz.”
Dudağı kıvrıldı. “Galiba duymak istemediğin şeyler söyledim.”
Önüme dönüp klavyeyi rastgele tıkırdatmaya başladım. Tek istediğim susup beni rahat bırakmasıydı fakat kelimeleri bir iğne gibi kulak zarımı delmeye devam ediyordu.
“Güçlüler kazanıyor çünkü doğaya göre başka türlüsü mümkün değil. Siz ise adalet denen hayal ile kendinizi kandırmaya devam ediyorsunuz. Kurtadamlar nereden çıktı sence?”
“Ormandan,” dedim. “Vampirin sevgilisini kapmak için.” Alacakaranlık serisine gönderme yaptım. İşi dalgaya vurmuştum.
“Homo sapiens sapiens, daima sivri dişli, kürklü ama aynı zamanda insan gibi akıllı bir canavardan korktu. Kimi zaman kurt adam dediler, kimi zaman kocaayak ya da yeti. Atalarınız korkuyor, yine de savaşıyordu. Köpekler bile sizi bu denli yıldırabildiğine göre,” dedi, “Kurt adamlara boyun eğersiniz.”
“Atalarımız,” diye düzelttim. Başımı kaldırmamıştım. Artık onunla konuşmak, sesini duymak istemediğimi ve işe yoğunlaşacağımı anlasın istedim. “Kurt adamların soyundan gelmediğine göre onlar senin de ataların.”
“Kim demiş?” dedi.
Yerinden kalktığını duyuyordum. Ayak seslerini normalden daha ağır ve güçlü işitiyordum, susadığım için olsa gerekti. Başımı yine kaldırmadım ama bu sefer aldırmazlıktan değil huzursuzluğumdandı. Ne yapmaya çalışıyor? Niye masasından kalktı? Arkama geçtiğini hissettim. Derken boğazımı kavrayan parmakların gücünü ve sivriliğini duydum.
Huzursuzluğum şoka dönüştü. Neler olduğunu kavramam çok zor oldu. İş arkadaşım beni öldürmeye çalışıyordu. Çıldırmış olmalıydı. Beni bırakması için bağırmaya çalıştım ama sesim çıkmadı, ellerimle onun ellerini boynundan çözmek istedim.
Ellerine dokunduğumda yeni bir panik dalgası bedenimi sardı. Elleri çok büyüktü ve kıllıydı. Beynimde yerine oturan algım, hayatta kalma çabam sırasında bile tuhaf geldi: Elleri kıllıydı! Bu ne demek?
Çırpınışım yavaşlayınca beni bıraktı. Hareket etmek ya da bilincimi uzun süre koruyabilmek için fazla bitkindim. Bayılmadan önce kılcal damarları belirginleşen göz kürelerimi yukarı çevirebildim. Misafirperver sırıtışı sivri dişlerini ortaya çıkarmıştı. Nefesi kan kokuyor, salyası ağzının kenarından damlıyordu.
Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:
(youtube linki)
Leave a Reply