TORTU – Öykü

TORTU – Öykü

Bütün gece uyumamış, sabaha karşı sızmış ve öğlen uyandığında her şeyi unutmuş gibiydi. Penceresi olmayan ve etrafı yalnızca tavandaki çıplak beyaz lamba sayesinde görebildiği bu odada herhangi bir saat olmadığı için zamanı kestiremese de zihnindeki durgunluk bunu gösteriyordu. 

Karmakarışık şekil ve parlak renklerden oluşan duvar kâğıdı beynini mıncıklıyor, niçin bir duvara kollarından bağlı olduğunu, üzerinde göbeği açık turuncu bir elbise olduğunu ve göbeğinin üzerinde de kırmızı kalemle “TORTU” yazdığını berrak bir zihinle düşünmesini engelliyordu. Tavan beyaz, zemin füme grisi mermerdendi. Geri kalanı ise renkler âleminde çıkmış büyük bir savaşın kalıntıları gibiydi.

Bileklerini hafifçe çekiştirip gelişigüzel bağlanmış kumaş parçalarından kurtardı. Ne kadar zamandır burada, bu duvarın önünde ayakta durduğu konusunda bir fikri yoktu ve vücudunda da yorgunluk emaresi yoktu.

Odada pencere olmasa da bir kapı vardı. Üzeri diğer duvarlar gibi renkli olan kapıyı görmek güç olsa da gözlerini kısarak bakan Alara, kulpu, anahtar deliği olmayan kapıyı itti. Karanlık koridora adım atıp son bir kez ardına baktığında, kare şeklindeki perdesiz pencereden içeriye güçlü bir beyaz ışık girdiğini gördü ve tepeden tırnağa kadar korkuyla doldu.

Devamlılık hatasıydı.

Biraz önce bu odada pencere olmadığından emindi. İçeri girip cama dokundu, soğukluğunu elinde hissetti. Yaklaşıp dışarıyı görmeye çalışsa da gözleri kamaştığı için başarısız oldu. Pencerenin birden belirdiği gibi ellerini bağlayan ipler de kaybolmuştu.

Alara kendisini tokatladı. Yanağı acıyla yanarken “Rüya bu! Uyan!” diye bağırdı. Halbuki bütün algıları çok gerçekçiydi. Nefesini kontrol etti, parmağını ısırdı. Her şey olağan görünüyordu. Kapının yanındaki duvarı tırnağıyla çizdi. Duvar kâğıdını sıyırabildiğini fark edince adının baş harfini yazdı.

Koridor içeriden vuran ışık hariç zifiri karanlıktı. Emanet ışığın yardımıyla Alara, koridorun da aynı absürt duvar kâğıdıyla kaplı olduğunu görebiliyordu.

El yordamıyla ilerledi. Eli bir duvar oyuntusuna değince durdu. Buraya ışık ulaşmıyordu. Alara’nın hissettiği kadarıyla ahşap bir pano asılmıştı. İşaret parmağını gezdirdi ve levhanın karelerden oluştuğunu fark etti. Biraz daha dikkat ettiğinde her karenin içinde delikler olduğunu ve bazılarında raptiye saplı olduğunu fark etti. Birkaçını çekip çıkarmaya çalıştı fakat raptiyeler yapıştırılmıştı.

Elini aşağı indirdiğinde bir sürü serbest raptiyenin olduğu bir kutunun da duvara çivilendiğini anladı. Bütün bunların manasını sorguladı, kareleri saydı ve kafasında bir ampul yandı. Bu bir sudokuydu.

Her kareye tek tek dokunup hangisinin boş olduğunu ve hangisinde kaç raptiye olduğunu aklında tutmaya çalıştı. Bir süre sonra görmeye hiç ihtiyaç duymadan yalnızca dokunarak sudoku tablosunu algılayabildiğini fark etti. Kendisini oyuna verip çeyrek saat içerisinde sudokuyu bitirdi. 

Tahta içeri çekilirken etrafından güçlü bir ışık yayıldı, öyle ki kadın gözlerini kısıp eliyle siper etmek zorunda kaldı. Sudokunun tam karşısında duvarın bir kısmı gibi duran gizli kapı kayarak açıldı.

Labirentle kaplı duvarları görünce şaşkınlıkla sesini savurdu. İki parmak kalınlığındaki yollar örümcek ağı gibi her yanı sarmıştı. Yol, kapının hemen yanında Alara’nın kol hizasında başlıyordu ve tutamaçlı bir sapı olan bir top takılıydı. Kadın topu asıldı fakat çıkaramadı. Yalnızca sağa sola oynatabiliyor, labirentin içinde sürükleyebiliyordu. Odada, yol tavana yaklaştığında topu götürebilmesi için bir merdiven vardı.

Belli ki zorlu bir görev olacaktı bu. İçerideki detay bolluğundan dolayı Alara’nın başı şimdiden ağrımaya başlamıştı.

Saatler sonra topu labirentin sonuna getirdiğinde bayılıp düşmesine ramak kalmıştı. Dizlerinin üzerine oturdu, yüzünü duvara döndü, başını dayadı ve gözlerini kapattı. Oracıkta hafif ve anlık bir uykuya daldı, derken kendine gelip yüzünü sıvazladı. Top, odanın karşı duvarından çıktığı an başka bir kapı açılmıştı önünde. 

Bu kapı da onu bembeyaz bir koridora çıkardı. Öyle ki neresi tavan, neresi zemin onu bile ayırt etmek zordu. Artan baş ağrısı onu gözlerini kapatmaya zorladı. Geçtiği ortamlar giderek tuhaflaşıyordu. Bulmacalar bu aldatmaca diyarında mantık taşıyan ve Alara’nın çıldırmasını önleyen yegâne olanaktı. Dayandıkları mantık ve matematik, nerede olduğu hakkında hiçbir fikri olmayan kadına, birtakım rüyalara kapılmış bir avare olmadığını gösteriyordu. Peki sanal değil de fiziksel bir ortamda olduğundan nasıl emin olabilirdi? Eğer burası fiziksel bir yerse, neredeydi? Eğer sanal bir yerse… Yutkundu. Neredeydi?

“Devamlılık hatası”nı hatırlayarak ürperdi. Ya yalnız değildi ya da…

Derin bir nefes aldı. Nefesini ciğerlerinde hissetmeye çalıştı. Kalbinin hâlâ atıp atmadığını işitmek için nefesini tutup bekledi, sonra verdi. Etrafına baktı. Keskin bir cisim arıyordu, “kan rüyayı bozar” diye bir söz zihninin bulanık sularında dolanıyordu. Aradığını bulamayan bakışları kaldırdığı ellerine döndü. Tırnakları uzundu. Sol kolunun kılsız, beyaz iç kısmını uzattı ve işaret parmağının tırnağıyla çizdi. Hiçbir şey olmadı.

Labirentli odaya geri döndü. Topun çıktığı yere, ahşabın sivri köşesine kolunu bastırdı ve ileri geri hareket ettirdi. Canı yanmadığı için gücünü giderek arttırdı. Ne olduğuna bakmak için koluna baktığında çığlık attı. 

Kolu bir etin bıçakla yarıldığı gibi yarılmıştı. Fakat kan yoktu, bir damla bile. Pespembe eti görünüyordu sadece.

“Hayır,” dedi nefes nefese. Kendisine delirmiş gibi art arda tokatlar attı. Saçlarını yoldu. Kafasını hızlıca duvara vurdu. Ne kadar şiddetli bir darbe vurursa vursun ne canı yanıyor ne bir yeri morarıyor ne de kan çıkıyordu. Nihayet durdu, beyaz koridorda oturdu. Ağlamaya başladı.

Buz gibi yüzüne vuran gerçeklik ile teselli veren hayallerin sıcaklığı arasında bir tercih yapmak zorundaydı. Burası gerçek değildi. Yaşadığı hiçbir şey gerçek değildi.

Yarılmış koluna bakmaya cesaret etti. Hız treninde gidercesine midesi bulandı. Şımarık sahibi tarafından parçalanıp kenara atılmış bir oyuncak bebek gibi hissetti. Yarığa parmaklarını sokarken neredeyse kusacaktı. Eğer bu gerçek değilse… Dudaklarını ısırdı. İleri gidebilirdi.

Nefesini durdurabilirdi. Bedenini parçalayabilirdi. Hatta korkusu geçtikçe fark ettiği üzere bu rüyadan yahut simülasyondan çıkmasının tek yolu vardı. Anladıkça sakinleşiyordu.

Yavaşça nefes aldı. Birkaç saniye nefesini tuttu ve aldığından daha uzun sürede verdi.

O sırada oturduğu yer mavileşti. Mavilik usul usul koridora yayılıp beyazlığı sildi. Şimdi algıları silen olağanüstü beyaz yerine içinde bulunduğu üç boyutlu ortamın sınırlarının ayırt edilebildiği bir mavi renk vardı. Alara henüz anlıyordu, düşüncelerinin gördüğü nesne ve renkleri değiştirdiğini.

Karmakarışık duygular, alacalı bulacalı renkler olarak ortaya çıkmıştı. Kafa karışıklığı ve sırları çözme isteği ise bulmacalar ve labirentler olarak tezahür etmişti. Biraz önceki telaş ve korkusundan eser yoktu Alara’da. Çıkış yolunu biliyordu.

Gözlerini kapattı ve bir kanca, urgan ve tabure hayal etti. Gözlerini açtığında üçü de önündeydi. Biraz ürperir gibi olduğunda kendisine şu an yaptığı şeyin bir gerçekliğinin olmadığını hatırlattı. Ayağa kalktı, tabureye çıktı ve gerekeni yaptı. Canı yine yanmadı ama gözleri karardı.

Işık tekrar geldiğinde başında bir ağrı, vücudunda bir ağırlık ve algılarında gerçeklik vardı. Bir kâbustan uyanır, sonra biraz evvel yaşadıklarının kâbus olduğunu kesin olarak anlar ve rahatlar gibi… Ancak yatağında değildi ve kavlamış gri tavana bakarken nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu.

Penceresiz bir hastane odasıydı burası. Soğuk, uzun bir tasarruflu lambayla aydınlanıyordu. Bir hasta yatağındaydı. Nabzını ölçen makinenin bip seslerini duyabiliyordu. Ayağa kalkmaya çalışıyor ama ayaklarını oynatamıyordu. Kolu da bir ton ağırlığında gibiydi. Vücudunu, yüzünü yokladı. Boynunda bir hortum vardı, nefes vermek ya da beslemek için mi, orasını bilemiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu ama içinde sonsuz bir merak vardı.

Odaya bir yabancı girip bir malzeme almak dolaba yöneldiğinde Alara yatağa vurarak onun dikkatini çekti ve işaret diliyle ona ne olduğunu sordu.

“Boş ver, yat sen,” dedi yabancı. Bu, Alara’yı büsbütün hiddetlendirmiş, bütün gücüyle boruları ve kabloları sökmeye çalışmasına neden olmuştu.

“Dur! Sakin ol!” Sorudan kaçabileceği bir yer kalmamıştı. Karnına bir ağrı girmiş gibi kaşları birbirine yaklaştı, alnı kırıştı ve kazayakları ortaya çıktı. Derken pes etti ve bu çizgiler kayboldu.

“İyi,” dedi başını hafifçe yana eğerek. “Bilmek ve huzurunu kaybetmek istiyorsun. Evin yok artık. Tanıdığın ve bildiğin hiç kimse yok. Sen de ben de nefes alma bahtsızlığındaki bir avuç insan da yapayalnızız. Biz dünyanın tortularıyız.”

Alara yataktan doğrulmaya çalıştı fakat yapamadı. 

“Hani hep konuşulurdu ya, oldu işte. Nükleer savaş çıktı. Büyük başkentler bombalandı önce. Sonra da stratejik yerler, altyapılar. Türkiye de alacağını aldı. Zaten öyle bir konumdayız ki Afrika’da mızrak savaşı çıksa, mızraklar bize… Neyse.”

Yabancı susup gitmeye hazırlanıyordu ki hasta yatağındaki kadın kolunu sallayabildiği kadar hızla sallayarak onu durdurdu ve daha fazla şey bilmek istediğini işaret etti. Canı yansa bile…

“İstanbul, Ankara ve İzmir bombalanınca Türkiye’de hayat durdu. Sanayi bitti. Bir anda tarım, hatta taş devrine döndük. Yine durum şimdikine göre iyiydi, biliyor musun? En azından insanların yarısı hayattaydı. Üç büyükşehirde bile kurtulanlar olmuştu. Halkın dayanışmasıyla tedavi verilmiş ya da yaşam destek ünitelerine bağlanmıştı, senin gibi.”

Alara, Ankara’da yaşıyordu. Rüyasından öncesini hiç mi hiç hatırlamıyordu. Sanki beyninin içindeki o labirentlerde doğmuştu. Halbuki nükleer savaşın Türkiye’yi vurmasından evvelki birkaç günü yaşamış olması gerekirdi. Niçin burada, bu halde olduğunu anlamıştı şimdi.

“Burası neresi?” diye sordu eliyle.

“Çorum. Bir yeraltı sığınağındayız.”

Yabancı yumuşamış ve yatağın kenarına oturmuştu.

“Yakıtlar bitip radyasyon yayılırken çok insan öldü. Açlık, sefalet, hastalık derken… Uluslararası iletişim de yok artık. Koşabildiğimiz mesafeden haber alabiliyoruz. Dünyada durum nasıl, bilemiyorum ama burada çok kötü. Jeneratörler, elektrik konusunda bizi idare ediyor fakat uzun süreceğini sanmam. Kesilene kadar iyi şanslar diliyorum tortu. Hoşça kal.”

Hızlı bir kalkışla arkasını dönüp gitti. Alara ise tavana bakıp yabancının söylediklerini düşünürken uykuya daldı.

Karışık renkli bir odada açtı gözlerini. Turuncu bir tulum giymişti, göbeği açıktı. “İyi şanslar tortu!” yazıyordu teninde tükenmez kalemle. Vücudu enerji doluydu ama hafızası bomboştu. Adı hariç hiçbir şey bilmiyordu. Çocukken babasından azar yiyip ağladıktan sonra uykuya dalmış, kısacık bir uykuda da ağlama sebebini unutmuş gibiydi. Geçmişi de yoktu, geleceği de. Sanki orada doğmuştu. Bir süre etrafı inceledi ve kapıyı tereddütle açıp koridora çıktı.

Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

(Youtube linki)

Liste(leri) seçin:
Bu alan gereklidir.
matriyarka
http://gizemcetin.com

Leave a Reply