
KURBAĞA PRENS – Öykü
Bu öykü, ilk olarak Karıncafil Dergisi‘nin 7. sayısında yayımlanmıştır.
Duyuyor musun beni kurbağa prens? Kimseye ait olmayan bu topraklarda, gezici karakollardan ve devriye robotlarından korkmadan, taşların üstünden sekerek yürürken ve cebimde senin gökler gibi engin zihnini avuç içi kadar bir kutuda taşırken söylediklerimi duyuyor musun?
Ne hissediyorsun? Bilincin var mı, hayal kurabiliyor musun? Bir cihazda olmak nasıl bir şey? Hele özgür ülkelerden birine varalım, sığınma başvurusu yapalım; seni bir bedene ya da bilgisayara çıkaralım, iletişim kurabilecek hale gel, işte o zaman hepsini soracağım.
Tekrar organik bir bedenin olabilecek mi yoksa daima dijital alanda mı kalacaksın, bilmiyorum. Fakat söz veriyorum kurbağa prens, seni her halinle ve daima seveceğim. Tekrar benimle olasın ve bu dünyayı göresin diye seni özgür olduğumuz yerde öpeceğim. Bir bilgisayar kasasını da öpebilirim, bilincinin yüklü olduğu diski ya da manyetik yüklenmiş havayı da…
İlk karşılaştığımız günü hatırlıyor musun? Senin bir bedenin vardı. Ben Meyve halkındandım, sen de Mandilerden. Biz hem meyvelere hem de kendimize aynı sözcükle hitap ederdik. Bahçıvan’a inanırdık, evrenin yaratıcısına. Siz ise evrenin kendini yarattığına inanırdınız, her varlıkta tanrısal bir parça olduğuna.
Mandiler sözlerle somut gerçekleri değiştirebileceklerine inanırdı. Doğaya defalarca müdahale etmiş, her seferinde de felaketlere uğramışlardı ancak bunlar, anlayışlarını değiştirmeye yetmemişti. Bu kez müdahale etmeye çalıştıkları ise bizdik. Bizi tarihte hiç var olmamışız gibi yok etmek istiyorlardı.
Biz aynı topraklarda yaşardık ama eşit değildik. Doğrular esaret altına alınmıştı. Resmi eğitim sistemi Meyve’nin eski dilde “böcek” anlamına geldiğini öğretirdi bize, kendimizi sevmeyelim ve aşağı görelim diye. Çünkü bir birey ya da halk kendine saygı duyarsa, diğerleri de ona saygı duyardı. Tam tersi de geçerli, kendini aşağılayanı dünya aşağılardı.
Meyveler, Mandilerin işgali altında yaşardı. Teknoloji konusunda en gelişmiş ırklardan olan ve ürünlerini bütün dünyaya pazarlayan Mandiler, olası bir küresel boykottan çekinerek Meyvelere doğrudan saldırmasa da bizi usul usul yok etmeye koyuldu.
Kanunları bize silah yaptılar. İlkin, resmî kurumlarda ve sokakta Meyve dilinde konuşmaktan menedildik. Meyve dilinin Mandi diline göre ilkel olduğunu söylediler. İnandık, inanmak zorunda kaldık. Çünkü aksini ispatlayacak araştırmacılarımız tutuklanıyordu. Halkımızın ileri gelenleri olmadık bahanelerle hapsediliyordu.
Hayatın her alanında yabancı dil yer alabilir. Annesine, onun öğrettiğinden başka bir dille seslenebilir. Rüyalarını bile o dillerde görebilir. Fakat yaratıcıyla bağ kurarken ana dilin ikamesi yoktur. Gözyaşları içinde Bahçıvan’a yakarırken bebekliğinde öğrenmiş olduğu dili kullanır. Çünkü bariyersizce zihnine gelen, su gibi akan şey ana dilidir. Hoş, bizim dilimizle birlikte dualarımız da yasaktı. Çünkü dilden sonra sıra inancımıza geldi.
Bahçıvan’a adanmış kutsal bahçeler yıkılıp yok edilirken onun için yaptığımız ayinler yasaklandı. Gece ailecek toplanarak ettiğimiz dualar sırasında ışığı yakmaktan korkar olduk ki tutuklanıp bir meçhule götürülmeyelim. Hapse atılanların akıbeti hakkında acı sözler fısıldanıyordu. Öte yandan yönetim, halkımızdan ileri gelenleri topladığı hapishanelerin bir eğitim merkezi olduğunu iddia ediyordu. Fakat oradan çıkabilen az sayıda mahkûmun yüzündeki neşe ve gözlerindeki ışığın kaybolduğuna şahit olduk. Çürümüş meyvelere dönüyorlardı.
Meyvelerin dili ve dini elinden alınırken soyları da hedef oldu. Halkımız daima azınlıkta kalmalıydı. Bunun için aileleri ayırmaya başladılar. İşte, burada yakalandım kurbağa prens.
Beni kadınlığımdan vurup mutluluğumu çalmaya çalıştılar. Birçok Meyve kadınına yaptıkları gibi beni de bir Mandi ile evlendirmek istediler çünkü Meyvelerin bu yolla hem soyu kırılıyor hem de inançları aşağılanıyordu. Yalnızca bekâr kızlar değil, evliler bile eşinden zorla ayrılarak bir Mandi ile evlenmeye mecbur ediliyordu. Mandi toplumuna katılacak taze üyeler gasp edilmiş rahimlerimizde büyüyordu.
Zorla evlendirilen yalnızca Meyveler değildi. Sizler, yani vatansever Mandi gençleri de gönlünüzün peşinden kırda bir kelebek gibi koşmak varken devletinizin politikasını sürdürmekle görevliydiniz. Düğün gününde gözlerindeki nefreti görmüştüm. Birbirimizi ilk kez görüyorduk. Ben gelindim, sen damat fakat zihin ve kalplerimiz başka yerdeydi.
Halbuki başkentte bir sevgilin vardı. Bürokrat babanın küçük oğlu, geleceğin komutanıydın. Aşkını da neşeni de kederini de asker terbiyesine uygun olarak yaşardın. Ağabeyin öyle değildi, o haşarıydı ve uçan taksiyi hız sınırının üstünde kullanıp bir felakete sebep olduğunda, Mandi devlet geleneği gereği bütün aileniz cezalandırıldı.
Baban kızağa çekildi. Ağabeyin, sıradan birinin başına geleceği gibi hapse gönderilmediyse de kamu yararına temizlik görevlisi oldu. Maaş almadan çalışsa da yine başkentteydi. Sen ise bir Meyve kızıyla evlenmek üzere taşraya gönderildin. Hayatının sonuna kadar verilmiş bir cezaydı bu sana göre, ailene dağıtılanların en ağırı.
Ailemi mahkûm etmesinler diye düğünde yalandan güldüm. Baş başa kaldığımızda ise yüzüne tükürdüm. Bir an hislerime hâkim olamadım, hiçbir şey düşünmedim, hiçbir şeyden korkmadım. Ne yaptığıma ancak sen tiksinmiş bir ifadeyle yüzünü silerken aydım.
“Özür dilerim,” diye fısıldadım. Ayaklarına kapanıp bağışlanma diledim. Annemle babamın özgür hayatını sona erdirmenden korktum çünkü kaderimiz senin dudaklarının arasındaydı. Acıyarak ve öfkeyle baktın fakat kızgınlığın bana değil, daha derin ve daha büyük bir şeye idi. Yataktan kalkıp yüzünü yıkadın ve bana hiçbir şey söylemedin.
Ağlayarak uyuyakaldım. Günün ilk ışıklarıyla birlikte uyandığımda seni sandalyede oturup boşluğa bakarken buldum. Hiç uyumamıştın. Beni şikâyet etmeyesin diye istemeyerek de olsa kadınlık görevimi yerine getirmek üzere sana yaklaşmak istedim. Dizine oturup dudaklarından öpmeye çalıştım fakat beni ittin.
Gönlünü teslim etmeyen birinin bedenini de istemiyordun.
Mandiler gönül ve gönüllülük kavramına inanmazdı, hele ki söz konusu Meyveler ise… Fakat sen farklıydın. Sende yanlışı sorgulama cesareti vardı.
Her Meyve en az bir kez hapse girmiştir. Seninle evlenme emri almadan önce ben de birkaç aylığına mahkûm edilmiştim. Sebebi hatırlayamayacağım kadar basit bir şeydi. Hücrede geçen ilk gecemde gardiyan birden kapımı açıp “Meyve diliyle düşünüyorsun, düşünme!” diye bağırdı. “Beynini durdururum.”
Nasıl yaptım bilmiyorum ama tüm düşüncelerimi durdurdum. Başımda bekleyen üniformalının yüzüne boş boş bakmaya başladım. Tüm değerlerime yemin ederim ki o anda hiçbir şey düşünmüyor, sadece bir ağaç gibi var oluyordum. Memur durumdan zevk almış olarak gülümsedi. Ardından bana derhal Mandi diliyle bir şiir okumamı emretti. Bu durum farklı bahanelerle birkaç gece tekrarlandı. Anladım ki bizim öylece durma hakkımız bile yoktu.
Halklarımızın düşmanlığı bizim aramızı da soğuttu. Oysaki bir ağaçtaki her meyve nasıl birbirinden farklı ise her insan da eşsizdi. Bir birey, topluluğundan farklı bir “şey”di.
Sana âşık olduğumu fark ettiğimde bir savaş başladı içimde. Mandiler ve Meyveler arasındaki savaştan daha şiddetli bir savaştı bu. Kendimi onursuzlukla suçluyor, aile ve arkadaşlarımın yüzüne bakamıyordum. Saçlarımı yoluyor ve kollarımı istemsizce tırnaklıyordum. Benim bu halime acıyan ve küçümseyen bakışlarını gördüğümde ise seni delicesine sevmeme rağmen nefret ediyordum senden. Halbuki bilmiyordum ki acıdığın ve küçümsediğin, kendi benliğindi. Hayallerinden ve sana ait olan bir hayattan sökülmüş, düşman olarak gördüğün bir ulusun içine sürülmüştün. Onlardan birine zorla bağlanmıştın.
Benim gibi değildin. Renk vermez, acını kibirle saklardın. Bir gün yatak odasında, ayakta dururken birden “Kötülük yapana da yüktür,” demiştin. Bu, ilk çözülüşündü. Ben anlamadım, sordum:
“Ne demek istiyorsun?”
“Kötülük gören kişi, sadece kendisinin acı çektiğini ve kıyıcısının zevküsefa sürdüğünü sanır. Ancak… Siz, Bahçıvan’a inanan ahmak Meyveler, anlamazsınız ya… Kıyıcı, evrenin yazgısı gereği kötülük yapmaya mecbur kalmıştır. Bir tablodaki aydınlık renkler belli olsun diye resmedilmiş nesnenin etrafına çizilen siyah çizgidir o. Varlığı zorunludur ama bu, öyle olmaktan memnun olduğu anlamına gelmez.”
Ceza korkusu o anda bedenimden kalkmıştı. “Zorunda değildin,” diye bağırdım. “Sırf bir Mandi’sin diye, Mandilerin yaptığı amansız kötülüklerin bir parçası olmak zorunda değildin. Madem vicdanlıydın, niye ulusuna isyan etmiyorsun?”
“Sen niye Meyvelere isyan etmiyorsun?” diye sordun. “Siz, tamamen mi haklısınız? Güçsüz olarak… Bizi kötülüğe yönelten siz değil misiniz?”
Mandilerin bu bakış açısını kabul etmem mümkün değildi. Onlara göre nasıl alçak yerler yağmur suyunu toplarsa, güçsüz birisi de çeşitli haksızlık ve kötülükleri kendine çekerdi. Bunu kabul edemezdim ama artık anlayabiliyordum. Anlamak ve kabul etmek aynı şey değildi.
Seni sevdiğimi itiraf ettim. “Böylece zaten bir Meyve olmaktan çıkmış oldum. Bir hainim,” diye ağlamaya başladım. Beni durduran şey, senin de gözlerinde yaş görmek oldu. Benim gibi bağırarak değil bir ağaç gövdesi gibi sessizce ağlıyordun. Gözyaşların, kelimelere ihtiyaç bırakmayacak bir itiraftı. Eğer sevgi ihanetse ikimiz de haindik.
O gece, ilk kez beraber olduk. Bu birbirimize ilk gönüllü fakat son dokunuşumuzdu. Hiç uyumadık. Kaçış planı yaptık. Bilinci dijital olarak saklamak ne demektir, başta anlamamıştım çünkü biz, sizin kadar teknolojiyle iç içe değildik. Bir çocuğa anlatır gibi sabırla ve yavaşça kavrattın, planın her ayrıntısını. Ben bedenimle kaçabilirdim ama sen bir asker olduğun için bedeninden kurtulmaya mecburdun. Yoksa sistem seni tarayıp bulurdu.
Sabaha karşı da bana “kurbağa prens” masalını anlattın. Düşman iki halkın çocuğu el ele tutuştu. Fakat bizim gerçeğimizde kurbağa, prense değil; prens kurbağaya dönüşecekti.
Kaçak cihaz yoluyla bilincini dijital ortama aktardın. Bedenin ise yere cansız düşüverdi. Mandilerin devleti seni ölü saydı. Ben de seni cebime koyup tıpkı öğrettiğin gibi sınır kontrolünün zayıf olduğu bir bölgeden geçerek ülkeden kaçtım.
Şimdi kimseye ait olmayan topraklarda yürüyorum. Korkularımı ve acı hatıralarımı geride bıraktım. İçimde yalnızca heyecan ve merak var. Bu cihazın içinde uyanık mısın? Tekrar bedenlenebilecek misin? Beni duyuyor musun bilmem ama korkma kurbağa prens. Avuçlarımın içindesin. Sıcak ve güvenilir bir yerde. Seni, gideceğimiz yere kadar koruyacağım.
Leave a Reply