
ÖPÜCÜK VİRÜSÜ – Öykü
Toplumdaki garip değişimin bir salgın olarak adlandırılması bile çok uzun sürdü. Bir şey adı konulana kadar görünmezdi. Nihayet görünür olduğunda ise toplu kurtuluş için çok geçti.
Filmlerdeki gibi değildi. Hastalar yeşil renge dönmüyordu. Gözlerinin altı morarmıyor, konuşma yetileri kaybolmuyor, sokaklarda garip sesler çıkararak gezip yiyecek beyin aramıyorlardı. Dışarıdan hiçbir değişiklik görünmüyordu. Çürüme içteydi. Hz. Süleyman’ın asası gibi… Beden ölüyor ama hâlâ hareket ediyordu. Konuşmaya, çalışmaya, yemek yemeye, eskiden ne yapıyorsa ona devam ediyordu. Yalnızca bütün bunları yönlendiren bilinç ortadan kalkmıştı.
Yeni tip zombi virüsü, diğer virüsler ile aynı amacı taşıyordu: konak bulup yayılmak. Ruh göçüp gittikten sonra geride kalan beden, virüsün ele geçirdiği ölü beyin ile komuta ediliyor ve bünyesindeki virüsü olabildiğince çok konağa yaymak için ayakta kalıyordu.
Virüs tükürük bezlerinden bulaşıyor ve vücut dışında -özellikle kuru ve soğuk ortamlarda- hızlı bir şekilde yok oluyordu. Öksürmeyle, hapşırmayla ya da dokunarak geçmiyordu. Tek ciddi bulaş yolu enfekfe bir organizmanın, sağlıklı bir bireyi dudaklarından öpmesiydi ve bunun da en az bir dakika sürmesi gerekiyordu. Bulaşmayı önlemesi bu kadar kolay olan bir virüsün yaygınlığı görünmezliğinden ileri gelmişti.
Hasta bir birey çevresindeki insanları bir fırsatını bulup kenara çekip öpüyordu. Hastalık ortaya çıkana dek bir tür “taciz modası” sanılmış, televizyonlarda tartışılmıştı ta ki virüsün ilk bulaştığı hastalardan biri duruşma sırasında yere düşene kadar.
Orta yaşlı bir adamdı. Yirmi üç kişiyi taciz etmekten -zorla öpmekten- yargılanıyordu. Otopsisinde beyninin bir yıldan uzun süredir aslında ölü olduğu keşfedildi ve öpücük virüsü böylece ortaya çıkmış oldu.
İki ay sonra ikinci ölüm vakası meydana geldi. Bir ilkokul öğretmeni ders sırasında öldü. Otopsi yapıldığında virüse yakalandığı anlaşıldı. Herhangi bir taciz vakası rapor edilmemişti.
“Beni son zamanlarda sık sık öpmeye başlamıştı,” demişti kocası, sesi titreyerek. “Ne yani, şimdi ben aslında ölü müyüm?”
Okuldaki dedikoduya göre evli olan bu öğretmen, birkaç meslektaşıyla eşini aldatmıştı. Aslında ortada bir aldatma yoktu: Virüs kontrolündeki beyin yayılabilmek için konakları öpüşmeye zorlamak yerine onları ikna etmeyi tercih etmişti.
Okuldan kimse hastaneye başvurmadı. Bunun üzerine okul, çalışanların eşleriyle birlikte karantinaya alındı ve herkes kontrolden geçti.
Koca, hastalık riskine rağmen doktora görünmek istememiş fakat mahkeme kararıyla iradesi aleyhinde beyni taranmıştı. Sonuç sürpriz değildi. Adam da çoktan ölmüş, beyin dokuları nekroz olmuştu. Bu sırada bekleme salonunda polisler eşliğinde bekleyen adam da öfkeden çıldırıyor, gözlerinin akı kırmızıya dönüyordu. En son polislerden birinin boğazına sarılıp dudaklarına yapışmaya çalıştı. Diğer polis, hastanın kafasına cop patlattı ve hasta oracıkta yere yığılıp kaldı. Beş dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi tekrar ayağa kalktı ve iki kelepçeyle zapt edilebildi.
Okuldan yaklaşık on öğretmen ve sınıftaki öğrencilerin neredeyse hepsinin hasta olduğu tespit edildi. Sınıftaki sağlıklı tek öğrenci, öğretmenlerinin onlara çiğnenmiş lokma yedirmeye çalıştığını söyledi.
“Ekmeği çiğneyip ağzımıza uzatıyordu. Yemezsek bize vuruyor ve sınıfta bırakmakla tehdit ediyordu. Benim saçımı çekti, yüzüme tokat attı ve tükürdü, yine de yemedim. Diğer bütün arkadaşlarım yedi.”
Hasta çocuklar ise bunu inkâr etti. Hastalar, bilhassa hastalık konusunda son derece manipülatif oluyor, hastalığı yaymak ya da gizlemek için her türlü yalanı söyler hale geliyordu çünkü dillerinden konuşan virüstü.
Başka bir sorun ise hastalara ne yapılacağı idi. Beyni ölü olan ama bedeni gayet canlı görünen birinin hukuk karşısındaki durumu neydi? Kimi doktorlar hastaların “öldürülüp” kireçle gömülmesi gerektiğini söylüyor kimileri ise bilimsel araştırma için onları alıkoymaktan bahsediyordu. Hasta yakınları ise hastanın bedensel fonksiyonları devam ettiği sürece son ana kadar canlı sayılması gerektiğini, kimseyi öpmediği ya da tükürük bulaştırmadığı sürece ortada bir sorun olmadığını söylüyordu. Zaten hastalık tespit edilene dek hasta yakınlarının da önemli bir kısmı virüse yakalanmaktaydı.
Bir ölüyü öldürmek kolay değildi. Başka bir şehirde polis, silahına davranan bir hastayı başından vurdu. Hasta, merminin şiddetiyle düştükten sonra ayağa kalkıp sırıtarak polisin üstüne atladı ve öpmeye çalıştı. Diğer polisler hastayı etkisiz hale getirmek için her yerini delik deşik etmek zorunda kaldı, yerdeki ise yirmi günlük karantina sürecinden sonra hastalıktan kıl payı kurtulmuş olarak hayatına devam etti.
Virüsün kuluçka süresi iki haftaydı. Bu süreç, enfekte biri tarafından öpücüğe maruz kalıp korku içinde hastaneye başvuran biri sayesinde an be an gözlemlenmişti. Beyinde ilk saatlerden itibaren lekeler ortaya çıkıyor ve tıpkı kâğıdı yakan ateş gibi dokuyu öldürerek ilerliyordu. Bu esnada hastada donukluk ve hafif unutkanlık dışında bir belirti ortaya çıkmıyor ve bu haller de virüsün bilince dair her şeyi yok edip hükümranlığını ilan ettiği dönemde kayboluyordu.
“Ölümden hep korkmuştum ve ölüşümü canlı yayında izliyorum doktor,” demişti hasta, yarısı yok olmuş beyninin görüntüsüne bakarken.
“Bir şey hissediyor musun?”
“Hayır. Biraz parmaklarım uyuşuyor sadece.” Ellerini hareket ettirdi. “Psikolojik olabilir çünkü heyecanlandığımda hep uyuşur.”
Virüs ile ilgili bilinç arttıkça hastane kapılarında dram yaşanıyordu. Hastalığın henüz bir tedavisi yoktu ve teşhis alan biri, iki hafta içinde beyninin kesinkes öleceğinin bilincindeydi. Üstelik bu süre zarfında sevdikleriyle de yakın temas kuramayacaktı. Kimi hastaneler hasta ile yakınlarını yalnızca cam arkasından görüştürüyor, kimileri de aynı ortamda bir araya gelmelerine izin verseler bile tükürük temasını engellemek için maske, yüz kafesi, fanus şeklinde başlık gibi çeşitli aparatlar kullanıyordu. Birkaç hasta yakını bunların insanlık onuruna aykırı olduğunu iddia edip hastane önünde eylem yapmıştı fakat can, onurdan daha önemliydi.
Bekleme salonlarında her daim ağlama sesi vardı. Az kişi tahlil sonuçlarını beklerken gözyaşlarını tutup metin kalabiliyor ve çok daha azı kötü bir sonucu sükunetle karşılıyordu. İşi çılgınlığa vurup son özgür gününü parti ile geçirenler ya da doktorlarla pazarlık edenler de vardı.
Virüs her yerdeydi, sinsi ve belirsizdi. Öpücükten sonraki bulaşma yolu olan sıcak içecekler, virüsün vücut dışında yaşayabildiği en uzun ortamdı. Yaklaşık yarım saat dayanıyordu ve bu da bir zombinin çaya tükürüp “öpmek” istediği kişiye ikram etmesi için yeterliydi.
Sağlık sistemi birkaç ay içerisinde tıkandı. Hastaneler dolup taştı. Başka hastalıklara sahip olanlar tedaviye erişmekte güçlük çekince hükümet, hastaların değil, sağlıklı bireylerin karantinaya alınmasına karar verdi.
Öğrenci yurtları sığınaklara çevrildi. Hükümlüler affa uğradı ve yüksek güvenlikli hapishaneler halkı korumak için tahsis edildi. Kışlalarda, mecliste ve yurtlarda üst düzey güvenlik önlemleri alındı. Giriş ve çıkışlar sınırlandırıldı. Görev gereği dış dünyayla temas etmeye mecbur olanlara -asker, polis, doktor- günlük beyin taraması zorunlu oldu. Dışarıda kalanları ise tek bir son bekliyordu ve hastalar, artık resmi olarak “zombi” diye anılıyordu.
Zombilerin örgütlenerek hastalığı nasıl daha kolay yayabilecekleriyle ilgili toplantı yaptığı keşfedildiğinde mahkemede tacizle yargılanan hastanın ölümünün üzerinden iki yıl geçmişti. Kamerayla kaydedilen toplantı dışarıdan alelade bir iş toplantısı gibi duruyordu. Zombiler, takım elbiselerini giymiş, kravat takmış ve konaklarının personasına bürünmüştü. Çizgi filmlerdeki gibi insanlıktan intikam almak isteyen ve kalın bir sesle gülen kötü adamlar değil, saygılı bir şekilde tartışan beyaz yakalılar vardı. Konuştukları hedef “Herkesi öpmemiz gerekiyor, sığınaklara da ulaşmamız gerekiyor!” olmasa her şey normaldi aslında.
Zombiler aralarında “hasta, hastalık, yaymak” değil, “öpmek, sıvı bağı kurmak” hatta “sevgi vermek” gibi tabirlerle anlaşıyorlardı. Sağlıklılara “öpülmemişler” ya da “el değmemişler” diyorlardı. Bir “öpülmemiş”le karşılaştıklarında ise rol yapma yetenekleri değme ödüllü oyunculara taş çıkarırdı. Sığınağa ulaşmaya çalışan sağlıklı eşine “Ben buradayım, virüsle savaşıyorum, lütfen beni kurtar,” diye ağlamaklı konuşarak kendini acındıran sonra birden kızgın bir ifadeye bürünüp “Hepinizi öldüreceğiz! Bizden kaçamayacaksınız.” diyerek onu manipüle eden bir zombi not edilmişti. Ne yazık ki zavallı eş, hayat arkadaşının hâlâ yaşadığını düşünerek yardıma koşmuş ve nihayetinde zombilerin arasına karışmıştı.
Her gün sağlıklı taklidi yapıp sığınağa girmeye çalışan yüzlerce zombi imha ediliyordu. Su şebekesine tükürük karıştırıp biyolojik saldırı yapmaya çalışan bir zombi grubu bombalanmıştı. Sağlıklı bireylerin en az yarısının kurtarıldığı tahmin ediliyordu. Kalanı ise dışarıda, zombilerin arasında yaşam savaşı veriyordu.
Hükümet, her sağlıklı bireye şu emirleri vermişti:
- Ne pahasına olursa olsun sığınağa gel.
- Şüpheli biriyle karşılaşırsan onu sığınağa ana kapıdan getir. (Böylece beyin taraması yapılsın, zombi mi sağlıklı mı olduğu belli olsun.)
- Zombi olduğundan emin olduğun kişileri, kim olursa olsun, imkânın varsa derhal öldür. Yoksa yerini kolluk kuvvetlerine bildir ve kaç.
- Herhangi bir zombi seni öperse bunu yetkililere bildir.
Dördüncü emre uyan pek yoktu. Yavaş yavaş zombileşmek, derhal imha edilmekten daha çok tercihe şayandı.
Sığınaklarda katı kurallar ve askeri bir disiplin vardı. Banyo, su içme ve yemek vakti hariç sadece ağzı kapatan özel tasarım bir tıbbi maske takmak zorunluydu. Yatarken bile… Ağzı açmayı imkânsız hale getiren, sığınaktakilerin “ağız mandalı” dedikleri bir maskeydi. Ağız mandalını kendi başına takmak mümkündü ancak çıkarmak, yetkililerin elinde bulunan barkod okuyucuya benzer bir cihaza bağlıydı. Yetkililer her ne kadar itiraf etmese bile yalnızca bulaşı değil, konuşmayı da önlemek için tasarlanmıştı. Konuşamazlarsa birleşip isyan edemezlerdi. İletişim için dalgıçlarınkine benzer basit bir işaret dili yeterliydi.
İsyanlar, sığınakların en büyük sorunlarından biriydi. Zombilerin “hayat”ının çok daha serbest ve renkli olduğunu gören sığınak sakinleri, hayatları pahasına kaçıp özgürleşmenin yolunu arıyordu. Özgür ve onurlu bir ömrü, kısa da olsa esaret altında geçecek uzun bir ömre yeğ tutan duvar yazıları yazıyorlardı. Yazı yazmak bile başlı başına bir mücadeleydi, resmi olarak yasak olmasa da yetkililer kalem ve mürekkep olabilecek malzemeleri ortadan kaldırtıyordu.
Bütün ihlallerde olduğu gibi kaçmaya teşebbüsün de cezası sertti: “Yakaladığınız yerde vurun.”
Aradan altı yıl geçti.
֎
Bir nesil sığınaklarda doğdu ve okul çağına geldi.
Bebekliklerinden itibaren kurallara tavizsiz muhatap oldular. Yenidoğan bebekler bile annelerini emmediğinde ağız mandalı takıyordu. Ebeveynler bu durumdan hiç memnun olmasa da, nafile… Çocuklarının konuşmayı öğrenemeden büyümesine tanık olmak durumundaydılar. İtiraz eden yok ediliyordu.
Meclis, güvenlik önlemlerine rağmen üyelerinden üçte birini virüse kaptırınca -sığınaktakiler bunun bir bahane olduğundan emindi- yetkilerini başkana devretti. Bu olağanüstü hâl içerisinde başkan gerekli kararları hızlı bir şekilde alıp yönetimi zafiyet göstermeden sürdürecekti. Halktaki huzursuzluk üzerine, birim yöneticileri bunun diktatörlük anlamına gelmediğini, önemli kararlarda referandum yapılacağını ve dilekçe yazma haklarının her zaman saklı olduğunu anlattılar. Tabii kalem bulabilirlerse… Sakinlere kalem çoğu zaman verilmiyordu, hatta işin doğrusu, hiçbir zaman verilmiyordu.
Yurtlardan ve hapishanelerden dönüştürülen bu yerlerin adı “sığınak”tan “yaşam alanı”na çevrildi. Kararnameler yaşam alanlarına ismini verdiği gibi düzeni de sağlıyordu ve herkes, bu düzenin onları ezmek için kurulduğunun farkına varsa da kurbağa çoktan haşlanmıştı.
Bütün birimlerde beyaz perde ve projeksiyon vardı. Yeni haberler, yeni kararlar ve günlük kaç zombinin öldürüldüğü gibi bilgileri tek bir medya merkezinden kısa cümlelerle aktarıyorlardı. Her gün kelime sayısı azalıyor, görseller çoğalıyordu. Bunu “kelimelerle arası iyi olmayacak” yeni nesil için yaptıklarını söylüyorlardı.
Sığınağa öğrenciyken girenler eğitimlerine tek başına, ders kitaplarını ya da eski defterlerini okuyarak devam etmek zorunda kalmıştı. Kalemleri olmadan.
Bir gün tüm eğitim materyallerinin toplatılacağı ilan edildi. Eğitim öğretim yeni nesilde altı ay ile sınırlı olacaktı: dört işlem, işaret dili ve bütün bu olanların geçmişi. Kararnameye göre çocukların artık okuma yazma öğrenmeye ihtiyacı yoktu.
Yaşı büyüklerin bu habere gösterdiği tepki, büyük bir müjdeyle bastırıldı. Dış dünyada tek bir zombi bile kalmamıştı. Kutlamalar düzenlendi. Başkan yaşam alanlarını gezerek açıklama yaptı. “Sadece birkaç ay sonra,” dedi. “Ağız mandallarından kurtulacaksınız. Şu an izin vermiyoruz çünkü virüsün tamamen yok edildiğinden emin olmak istiyoruz. Askerlerimiz şehirleri dezenfekte edecek. Terk ettiğiniz dünya sizin dönüşünüze hazırlanacak.” Sadece birkaç ay istedi başkan. Her şey eski haline dönecek, özgür yaşamları geri gelecekti.
Tek değişim beyin tarama cihazlarının her yerden kaldırılması oldu. Çoğu kişi virüsün vücut dışında yaşayamadığını hatırlamıyordu. Hatırlayan azlar da soru soramadı ve o birkaç ay hiç geçmedi.
֎
Yağmur yaşam alanının bahçesine dolarken Nina kollarını açıyor ve sevinçle el çırpıyordu. Kahkaha atıyordu çünkü şu an bunu yapabiliyordu. Ağzını açtı ve derin nefes aldı. Bugün yirmi yaşına giriyordu.
Bir müzik işitip arkasını döndü. Üç arkadaşı, eski dünyanın doğum günü şarkısının sadece melodisini mırıldanarak çilekli pasta getiriyordu. Sevinç çığlığı atan Nina gözlerini kapattı, ellerini birleştirdi, başını hafifçe kaldırdı ve bir saniye sonra gözlerini açıp pastayı üfledi. Alkışladılar.
Nina pastayı dörde bölerken bir arkadaşı da meyve sularını dolduruyordu. Birbirlerine bakıp gülümseyerek yiyip içtiler. Arada birisi yaşadıkları bir anıyı hatırlatacak kelimenin işaretini yapıyordu ve fıkra anlatılmışçasına kahkahaya boğuluyorlardı. Bir ara, kelimesiz sohbetleri durulduğunda, doğum günü kızı kaçamak bakışlarla çevreyi süzdü ve gizlice kalbini işaret etti. Bu, “Size bir sır vereceğim!” demekti.
Arkadaşları merakla eğildiler. Nina etrafı bir kez daha süzdü ve yutkunup dudaklarının, dilinin hareketlerini özenle kontrol ederek fısıldadı: “Ben konuşmayı biliyorum.”
Kızın yaşıtları şaşkınlık ve hayranlıkla önce birbirlerine, sonra kıza baktılar. Birisi işaret parmağıyla “Bu gerçek mi?” anlamında düz bir çizgi çizdi.
Nina çekiniyor ve duyulmasını istemiyordu. Konuşmak, iletişim kurdukları bir yol değildi. Yalnızca büyükler konuşurdu, bir gencin bunu yapabilmesi kulaklarını oynatabilmek gibi gereksiz bir beceriydi. Öğretmenler, konuşmanın köhne bir iletişim yolu olduğunu ve yeni nesilde buna hiç gerek duyulmayacağını anlatmıştı.
Annesi öğretmişti bu beceriyi Nina’ya. Banyo hakkı küçük çocuğu olan kadınlar için iki kattı. Bu da onlar için egzersiz fırsatıydı.
“Sadece dudaklarını birleştirir,” demişti annesi ağız mandalını kastederek. “Dilini içeride oynatabilirsin.”
Böylece normal zamanlarda da kimseler duymadan kendi kendine çalışabiliyordu.
Annesi Nina’ya başka bir işaret dili de öğretmişti. Sığınaktakinden çok daha kapsamlıydı. Bir zamanlar, özgür dünyada, işitme engellilerin elleriyle böyle konuştuğunu söylemişti.
Altı yaşında Nina’nın annesinden ayrılıp başka bir yaşam alanına gönderilme vakti geldi ve son kez baş başa kaldıklarında annesi bu diğer işaret diliyle “Özgür dünyayı aramaktan vazgeçme. Biz oraya aitiz.” dedi.
Nina’nın mumların başında tuttuğu dilek buydu.
Yaşam alanlarının dışına çıkmanın tek yolu asker, doktor ya da onlara yardım eden görevlilerden olmaktı. Nina gibiler için askerlik ya da doktorluk olanaksızdı çünkü bebekliğinden beri bu meslekler için yetişen çocuklar vardı.
O da kimya alanını seçmiş ve laborantlığa yükselmişti. Sistemin güvenini kazanıp dışarıya tayin edilmek için işini kusursuz yapmaya çalışıyordu. Önemli laboratuvarlar genelde yaşam alanlarının dışında kalıyordu, içeride ise sadece revir laboratuvarları vardı ve o, bunlardan birindeydi.
Zil çaldı. Kızlar bulaşıkları toplayıp içeri girdi, dişlerini fırçalayıp ağız mandallarını takacaklardı. Doğum günü kutlaması için ayrılan iki saat sona ermişti.
֎
Nina dileğinden bir ay sonra bir dış laboratuvara atandı. Burası zombi salgınından önce bir akıl hastanesiydi ve bugün burada yapılan çalışmalar yüksek gizlilikle korunuyordu.
Görevi kan ve idrar tahlili yapmaktı. İçeride ağız mandalı takmak zorunda değildi. Doktorların ve binayı koruyan askerlerin aralarında konuştuğunu duyunca çok şaşırmıştı. Demek ki onlar konuşmayı öğrenerek büyüyorlardı.
Onunla aynı gün bir laborant daha atanmıştı. Nina’nın şaşkınlığına gülüp “Siz ilk nesilsiniz,” demişti. “Hiçbir şey bilmiyorsunuz. Sığınaklara girdiğimizde üç yaşındaydım. Televizyon, oyuncak… Her şeyimiz vardı.”
Tam cevap verecekti ki laborantın konuştuğunu duyan doktor onu çağırdı. İki asker gelip üstündeki önlüğü çıkardı, bileklerini arkada kavuşturup kelepçeledi ve sürükleyerek koğuşlara doğru götürdü. Nina bakakalmıştı.
“İşine dön!” diye bağırdı doktor ve uzaklaştı.
Bu korkunç manzara kızın aklından günlerce çıkmadı. Tüpleri toplarken, cihaza koyarken, rapora sadece sayılardan oluşan notlar alırken o götürülen genç adamın akıbetini düşünüyordu.
Bir de şu takıldı aklına: O her gün kimlerin kan ve idrar tahlilini yapıyordu?
֎
Hemşire, laboratuvarın köşesindeki tekli koltuğa yığılıverdi. Yüzünde tükenmiş bir ifade vardı. Nina gelip işaretle ne olduğunu sordu.
“Çok yoruldum,” diye işaret etti. “Çok iş var.”
Laborantın gözleri aklına gelen bir fikirle parladı. İşaret parmaklarını birbirlerinin etrafında çevirdi. “Yer değişelim mi?”
Yarım saat sonra Nina üzerinde hemşire önlüğüyle koğuş yolundaydı. Parmaklıklı demir kapıların olduğu koridora girince dün onu azarlayan doktor ile göz göze gelip yutkundu. Neyse ki doktor onu tanımadan şöyle bir bakıp geçip gitti.
Hemşire koğuşlara girmeden önce ağız mandalı takmanın zorunlu olduğunu söylemişti ama etrafta kuralı denetleyecek bir asker yoktu. Nina güvenlik kamerasının gördüğü açıda mandalı taktı.
Derdest edilen laborantı orada, ranzaların birinde buldu ve bir an için gözlerinin içine baktı. Sonra önüne dönüp yakın tutsağın kolunu sıyırdı.
“Yazık size!” diye bağırdı eski laborant. “Yaşamıyorsunuz siz. Biz en azından yaşadık.”
Koğuştakiler alkışlarken Nina cihazla ağız mandalını çıkardı. “Niye buradasınız?” diye sordu.
Alkışların yerini şaşkın bir uğultu almıştı. Kapıya en yakındaki adam dirseğinin içine bastırırken “Birinin seni öpmesinden korkmuyor musun?” dedi.
“Neden?”
“Neden mi? Çünkü zombiyiz,” dedi eski laborant ayağa kalkarak. “Daha doğrusu zombi adaylarıyız. Haftaya sürecim tamamlanacak.”
“Zombi virüsü yok edildi,” dedi Nina.
İçeridekiler gülmeye başladı.
“Hadi ya!”
“Gençlere de konuşmayı öğretiyorlar mı?” dedi yaşlı biri.
“Yok,” dedi ayaktaki. “Bir şekilde öğrenmiş. Anlarlarsa onu da karşıya gönderirler.”
“Nereye?” diye sordu hemşire önlüklü laborant.
“Kadınlar koğuşuna.”
“Ben, burada neler olup bittiğini bilmek istiyorum,” dedi Nina. “Hepinizde virüs mü var? Kuluçka süresi tamamlanınca ne olacak?”
“Zombi olacağız, konuşan ve sağlıklı görünen ama ölü bir beden, ardından imha edileceğiz. Yerimize yenileri gelecek.”
“Ama… Neden?”
“Siz okuma yazma bile öğrenemeden büyüyün ve bir adamın refahı için çalışın diye.”
“Okuma yazma mı?” diye güldü başka biri. “Ona gelene kadar… Konuşamıyorlar bile.”
Nina kan malzemelerini yere atıp koğuşun ortasına yürüdü ve eski laborantın dudaklarına yapıştı. Bir dakika boyunca bırakmadı.
“Manyak mısın? Hasta oldun! Virüs kaptın. İki hafta içinde beynin yok olacak, şaka mı sanıyorsun?” diye bağırırken adam, kadın malzemeleri toplayıp çıktı.
֎
Başkanın köşkünde iki asker dedikodu yapıyordu.
“Tam bir aptal,” dedi biri. “İnsan hiç laborantlık gibi bir işi bırakır da köşke hizmetçiliğe gelir mi?”
“Başkana yakın olmayı iyi bir şey sanıyor bu yeniler. Rahatça çalış işte laboratuvarda, öğleden sonra da kantinde ye iç yat. Burada sürekli ağız mandalı takıp günün her saati emir bekliyorsun.”
“Hiç!”
Nina geçerken susup bakışlarını kaçırdılar.
Başkan arkasına yaslanıp kollarını gerdi. Babasından miras kalan, ömür boyu oturacağı, ömrü bitince de soyundan gelenlerin oturacağı bu koltuk her zamanki kadar rahattı. Bitki çayı saati geliyordu.
Nina içeri girdi ve tepsiyi bırakıp bekledi.
“Eee?” dedi onu şöyle bir süzen başkan. “Çıksana.”
İşaret parmağını kendisine doğrulttu. “Ben…” demekti bu. Ardından alnına dokundu. “… enfekteyim.”
Başkan güldü. “İşaret dilini mi unuttun yoksa? Ne dediğinin farkında mısın?”
Nina da ağız mandalının izin verdiği kadar güldü, bir süre nefesini tuttu, başını eğdi ve boğulur gibi bir nefes aldı. Başını tekrar kaldırdığında tükürüğü burnundan akıyordu.
Başkanın gülüşü suratında dondu ve bardak, can korkusuyla titreyen elinden kayarak yere düştü.
Leave a Reply