DİĞERKIZ – İçsel Bir Öykü

 “Hayır, teşekkür ederim,” dedim önümdeki tatlıyı hafifçe ittirirken. Ben tatlı sevmezdim, bunu biliyor olmalılardı.

Küçüklüğümden beri her türlü tatlıdan uzak dururdum. Sütlüsü de, şerbetlisi de beni iliklerime dek ürpertirdi. Yiyemezdim. Eğer yanlışlıkla tatlı bir şey yemişsem hemen suyla onun izlerini silmeye çalışır, dilimi kazırcasına damağıma sürterdim. Bazen de kusardım.

Bu benim en çok dikkat çeken özelliğimdi, arkadaşlarım arasında da bu şekilde tanınırdım. Bu yüzden, şu an karşımda oturanların da bunu bilmesini beklerdim.

Masadan iyi olmadığımı belirterek uzaklaştım. Tuvalete doğru hızlı adımlarla giderken sırt çantamı çıkardım ve ilacımı bulabilmek için içini karıştırdım. Sorunum küçüklükten beri devam eden halüsinasyonlardı.

Belli bir yaşıma kadar sesli ve görüntülü arzı endam eden sanrılar, sonraları beynimin içinde dolaşan yankılara dönüşmüştü. Normal bir insan on bir yaşında duyduğu şeyleri unutmalıydı, en azından büyük bir kısmını, değil mi? Oysa ben virgülüne kadar söylediği her şeyi hatırlıyordum.

“Bal şerbeti dünyanın ta kendisidir, diye bir söz vardır,”  demişti bir keresinde. “Bu sözde anlatılan dünya, yeryüzü değil. Bu kelimeyle insanların hırsları ve doyumsuz arzuları anlatılmakta.”

Ağzım açık dinliyordum onu.

“Arzuları doyurmanın yolu nedir, biliyor musun?” diye sormuştu.

“Nedir? Onları yerine getirmek mi?” diye cevap verdim hemen.

“Hayır,” demişti yüreğime kazınan o sözlerini söylemeden evvel. “Arzular nefes aldığın sürece tükenmez. Bir arzunun peşinden koşup onu yerine getirirsin, ardından bir yenisi takip eder. İstekleri tam olarak doyurmanın tek yolu, ölmektir.”

“Tam tersine ölünce arzular yarım kalmaz mı?” diye sormuştum. Çocuk ağzım, şaşkınlıkla iyice açılmıştı.

“Oyunu bitirdiğinde puan toplamak için yaptığın hamleler yarım mı kalmış oluyor?” deyip gülmüştü. Tatlı ama çok ürkütücü bir gülüşü vardı.

“Zaten hamleleri oyunu bitirmek için yapıyoruz!” diye cevaplamıştım onu. Taşı gediğine koymuştu:

“Arzular da buna benzer Hasan. Yaşamı doğru bitirmek için yapılan hamlelere benzer. Bir münzevi gibi her arzuyu söndürmeye çalışmak ya da hırsla hepsinin birden peşinden gitmek doğru değildir. Akıllıca ve saçma olanları birbirinden ayırmalı, hedefine giden yolda işe yarayacak olan arzuları seçmelisin.”

“Peki, hedef nedir, Diğerkız?” diye sormuştum.

“Hedef, güzel ölmektir.” demişti.

On bir yaşındaki bir çocuk için fazla bilgece sanrılar, değil mi?

Uzun saçları vardı. Muhtemelen kahverengiydi, fakat üzerinden yayılan garip ışık onu garip bir lacivert tonunda gösteriyordu. Gözleri masmaviydi. Teni, ondan korkacağınız derecede beyazdı, tahmin edersiniz ki yine ışık kaynaklıydı. Ondan aklımda en çok kalan şey, müşfik bakışlarıydı.

Onu çok severdim. Ona, Diğerkız adını vermiştim, çünkü gerçek ismini bilmiyordum. Her zamanki gibi başını önüne eğmiş, dakikalarca sadece kendisinin duyabileceği bir biçimde kıkırdamıştı. Yeni adını hemen benimsemişti. Beraber olduğumuz iki yıl boyunca gerçek ismini ne ben sordum, ne o söyledi.

Zihnimin içinde Diğerkız’ın anılarıyla meşgulken, biraz önce aynı masada oturduğumuz kızlardan birinin geldiğini fark ettim. “Ne yani, elmalı turtayı sevmedin mi? Daha farklı bir şey yaptırabiliriz, istersen.”

“Ona sevmeme değil de korku diyelim…” dedim istemeden. Tanımadığım birine içimi dökmek gibi bir niyetim yoktu açıkçası! Ne yazık ki, sözlerimi düzeltemeden araya girdi: “Ne yani, turtadan korktuğunu söyleme bana.”

Tabii ki de turtadan ya da diğer tatlı yiyeceklerden korkmuyordum.

Hırslarımdan korkuyordum.

Tatlı güzeldi ve eğer güzelliği tadarsam, onun için mücadele etmem gerekecek diye korkuyordum.

Bal şerbeti dünyanın ta kendisidir. Ve dünyayı tadarsan, onunla mücadele etmen gerekir.

Hayat mücadele demektir Hasan… Diğerkız’ın sesi hâlâ beynimin içinde dönüyordu.

“Öyle demek istemedim,” dedim ve sanrı önleyici hapı ağzıma attım, bir yudum suyla yuttuktan sonra dürüst olmaya karar verdim. Yüzümü ekşittim: “Ben, senelerdir bir yerde ipleri çok fena birbirine karıştırdım. O yüzden tatlı yiyemiyorum. Durumum tamamen psikolojik.” Başka insanların zayıf noktalarımı bilmesinden nefret ediyordum.

“Anladım,” dedi, yüzünde beklediğim o acıma ifadesi yoktu. Çekiğe yakın fakat çekik olmayan kahverengi gözleri vardı. Kaşları yay şeklindeydi, bu da yüzüne sevecen bir yan kazandırıyordu. Gözüm kızı ısırıyordu, Önceden bir yerde karşılaşmış olmalıydık. Neden sonra yüzüne dikkatlice baktığımı fark etti.

“Adım Lale. Lale Nuran,” dedi.

Elimi uzattım: “Hasan.”

“Memnun oldum Hasan Bey,” dedikten sonra ayağa kalktı. Çantasından kartını uzattı, kendisine istediğim zaman ulaşabileceğimi belirttikten sonra yürüyüp gitti.

Karta baktım. “Uzman Diyetisyen Lale Nuran. Sağlıklı beslenin!” Uzman diyetisyen, vay canına. Onu öğrenci sanıyordum fakat değildi, benden en az beş yaş büyük olmalıydı.

Kartı sırt çantama atarak kalktım, tuvalete gitmekten vazgeçtim ve kendimi dışarı attım.

 Genel kontrol için gittiğimiz doktor bana, “şeker duyarlılığı” teşhisini koymuştu. Diğerkız’ın sözleri gibi tam olarak hatırlamasam da, az çok neler dediği hâlâ hafızamın bir kenarında.

“Gıda intoleransı yani gıda duyarlılığı sık görülen bir durum olmakla birlikte oğlunuzun durumu çok özel,” demişti anneme. “Genelde belli bir besin duyarlılık yaratır. Örneğin süt ve süt ürünleri ya da çeşitli kuruyemişler. Ancak Hasan’ın sindirim sisteminin duyarlılık alanı çok geniş, bütün glikojen içerikli besinleri kapsıyor.”

“Anlamadım?” demişti annem, muhtemelen liseden beri biyoloji görmüyordu.

“Yani Hasan’ın vücudu şeker içeren hiçbir besini tüketemiyor. Bu da maalesef organlarının, özellikle de beyninin beslenememesine sebep olmuş.”

Sebebini beynimin yetersiz beslenmesine bağladılar. Her gün vurulmam gereken glikoz iğneleri ve yeni bir diyet listesiyle tanıştım, meyve hariç şekerli yiyecekler yasaktı ama sorun değil – garip fobim yüzünden meyveyi de yiyemiyordum.

Senelerden beri buna ve bunun yüzünden yaşadığım garip olaylara alıştım.

Eve gelir gelmez sırt çantamı odamın bir köşesine fırlatıp yatağıma uzandım. Gözlerimi kapattım, muhtemelen uyurdum. Bu benim dinlenme şeklimdi. Eğer yapacak bir şey yoksa odama geçip uyurdum. Yaz tatillerinde yemek ve tuvalet dışında tümünü uykuyla geçirdiğim günler oldu.

Bana “hayat boşa geçirilecek kadar uzun değil, az uyu, kalanını yararlı işlere harca” diyerek bilgelik dersi verecek olanlara da cevabım hazırdı. Benim bu hayatta yapabileceğim çok az şey vardı zaten!

Eğlenemez ya da bana zevk veren bir aktivite yapamazdım. Bunun sebebi tatlı yiyemememle aynı kaynağa bağlanıyordu. Zevk almaktan, gülmekten korkuyordum. Anlatılan fıkra insanları katıla katıla gülmeye sevk ederken beni ter içinde bırakıyordu sadece.

Bilgisayar oyunu oynamak da bana çözüm olarak sunulmuştu, sonuçta bilgisayar oyunu oynarken gülmezdiniz. Kendinizi oyuna verirdiniz. Başta iyi gibiydi fakat sonra buna da devam edemedim.

Roman okuyup film izleyemezdim, çünkü kendimi onlara çok kaptırıyordum. Kurgular beynimin içinde gerçeğe dönüşüyordu. Bilgisayar oyunu oynayamama sebebim de buydu. Örneğin, savaş oyunu oynuyorsam, gerçekten savaşa girmiş gibi ölüm korkusuna kapılıyordum ve gece yatağımdan sıçrayarak uyanıyordum.

Ders çalışmak dışında geriye yapacak üç şey kalıyordu, birincisi temel ihtiyaçları gidermek. İkincisi arkadaşlarla bir aktivite yapmak, üçüncüsü ise, uyumak. İkincisi dahi halı saha maçları ile sınırlıydı.

“Neden bir arkadaşınla oturup dertleşmiyorsun?” diye sorarsanız… Bir, konuşacağımız konuların eğlenceli ya da gereksiz sınıfına girmemesi gereke… Tamam, bu kısım uydurmaydı. Arkadaşlarımla birçok konuda konuşabilirdim elbet ama Allah için söyleyin, kim benim gibi rahatsız bir adamla yakın arkadaş olurdu ki? Yaftalanmaktan korkuyor, beni dünyanın geri kalanından ayıran hayali bir çembere saklanıyordum.

Lale Nuran tam da bu çemberin içinde boğulmaktan korktuğum bir dönemde karşıma çıkan bir şanstı. Hem doğru diyet için rehberliğe hem de bir arkadaşa ihtiyaç duyuyordum. Böylece her ay Lale’yi ziyaret etmeye başladım.

İlk zamanlar sohbetimiz profesyonellik sınırlarının dışına çıkmıyordu. Yemekler, kaloriler, makrolar hakkında olabildiğince az sözcükle konuşup bitiriyorduk. Derken bir gün tatlı takıntımın kaynağını sordu. Yüzümün allak bullak olduğunu fark ettiğinde “Kusura bakma.” dedi. “Psikolog değilim sonuçta, diyetisyenim. Seni incitmeyecek şekilde sormak isterdim. Sahi, neden psikologa gitmedin?”

“Bilmiyorum,” dedim. Başım yerdeydi çünkü suçluluk ve korku arası berbat bir his duyuyordum. “Hak etmediğimi düşündüm. Doyumsuzca olduğunu düşündüm.”

Beni tatlılardan uzak tutan iç sıkıntısının bir ruh sağlığı uzmanına görünmemi de engellediğini o anda fark etmiştim. Bir türlü tam olarak tarif edemiyordum.

“Neyi hak etmediğini?”

“Yani… İyileşmeyi arzu ediyorum ve sırf bu yüzden iyileşmemem lazım. Arzular kötüdür, hiçbir şey arzulamamalıyım.”

“Yoksa bir çileci misin?” diye sordu Lale. “Budizm ya da tasavvufla ilgileniyor musun? Bu inançlarda da amaç nefsi öldürüp arzuyu dizginlemektir.”

Beni tanımlayacak doğru sözcüğü yıllar sonra birisi bulmuştu. Ben bir çileciydim. İşin kötüsü, böyle olmayı ben seçmemiştim. İnzivaya çekilerek ya da oruç tutarak nefsimle mücadele etmemiştim.  Hazzın, zevkin ve arzulamanın kötülüğü sanki genlerime işlenmişti. Eğer öyle olmasaydı aklımla karşı felsefeyi geliştirir ve bu durumdan kurtulurdum.

Sıradan insanların üç hâli vardı: haz, acı ya da ikisinin de olmadığı hissizlik. Benim için ise iki yol kalıyordu: nötr kalmak ve acı çekmek. Sadece Diğerkız’ı gördüğüm zamanlarda mutluluğa bir parça yaklaşabiliyordum.

Geleceğe dair umudum yoktu. Nasıl hayatın herhangi bir alanında başarılı olabilirdim? Bu soru bile vicdanımı sızlatıyordu, çünkü hem başarılı olmak istiyordum hem de bu istekten kurtulmayı. Treni kaçırıyordum. Çok fazla zamanımı boşa harcamıştım.

Geriye dönebilmek için bir ışık arıyordum. Yöneldiğimde gözyaşlarını kucaklamayacağım bir yön… Hiç bozulmayacak bir istikrar istiyordum artık. Adımlarım boşa gitmiş ve ayaklarım kırılmış gibi hissediyordum. “Hani ben Tanrı’ma yürüyerek gidersem, o bana koşarak gelirdi?” diye soruyordum kendime, fakat bir bakıyordum ki hiç yürümüyor, aksine geriye gidiyordum.

Lale ile arkadaşlığım bu fasit daireye bir gedik açmıştı. Diyetisyenle sohbet etmek de tıpkı Diğerkız ile konuşmak gibi beni rahatlatıyordu. Yalnızca ben değildim içimi döken. O da üzüntülerini, kaygılarını ve sorunlarını benimle paylaşıyordu.

Ölen kız kardeşini sıkça anıyordu. “Keşke burada olsaydı,” diyordu. “Koyu bir muhabbete dalardınız. Felsefeyle çok ilgilenirdi, biliyor musun? Haz ve acı ile ilgili değme aydınların aklına gelmeyecek bağlantılar kurardı.”

Neden öldüğünü sormadım. Çünkü bu yarasını kanatmak olurdu ve yaslı bir insana yapılabilecek en büyük kötülük de buydu. Belki bir hastalık, belki de bir kaza, ne fark ederdi?

Tanışalı iki ay olmuştu ki bir gün Lale heyecanla “Hasan,” dedi. “Bir iyilik yapmak ister misin?”

“Tabii ki…”

“İyileşmeyi dener misin? İyileşmek için azmeder misin?”

Sustum ve bir açıklama bekledim.

“O…” dedi, kastı kız kardeşiydi, “Hep psikolog olmak isterdi. İnsanları iyileştirmek isterdi. Sana onun fotoğrafını ve günlüğünü vereceğim. Oku, bak, bağ kur… Onun için iyileş. Olur mu?”

Deneyeceğimi söyleyerek günlüğü aldım. Aslında yapabileceğime hiç inanmıyordum. Eve döndüğümde sırt çantamı kenara koydum, yatağa uzandım ve günlüğü araladım. İçinden bir fotoğraf düştü. Yerden alıp baktığımda beynimden vurulmuşa döndüm.

Fotoğraftaki Diğerkız’dı.

Hemen fotoğrafı ters çevirip günlüğün içine geri koydum. Beynim yine beni aldatıyor olmalıydı. Halüsinasyon görüp görmediğimi anlamak için gözlerimi ovdum, hatta yüzümü yıkadım ve evin içinde biraz gezindim. Kendi gerçeklik algıma güvenemediğimden bir sınıf arkadaşıma mesaj yazdım. Bir bahane uydurup göndereceğim fotoğrafı tarif etmesini rica ettim.

Fotoğrafı tekrar düz çevirirken elim titriyordu. Hiçbir değişiklik yoktu. Lise forması giymiş Diğerkız hâlâ oradaydı. Kendimi zorlayarak elimi sabitleyip fotoğrafın fotoğrafını çektim ve arkadaşıma attım.

“Uzun saçlı, mavi gözlü” gibi bir tarif bekliyordum ama şunları yazdı: “Gülşan Nuran değil mi?

Anılar zihnimden hızlıca aktı. Diyetisyen Lale Nuran… Kız kardeşi hakkında söyledikleri… Soyadı Nuran… Ben, nasıl bugüne dek fark etmedim?

“Gülşan…” dedim.

Diğerkız’ın gerçek ismi, Gülşan Nuran’dı. On dört yaşındayken okuldan eve dönerken öldürülmüştü. Lale’den bir yaş küçük, benden üç yaş büyüktü. Olay ülke çapında büyük yankı uyandırmış, gazete ve televizyonlar daha önemli bir gündem meselesi çıkıncaya kadar bu cinayetten bahsetmişlerdi. Olay gerçekleştiğinde henüz küçük yaşta olan benim neslimdeki insanlar bile “Gülşan Nuran” dendiği zaman, bilirlerdi.

O dönemde ilkokul ve ortaokul, “ilköğretim okulu” adı altında birleşik olurdu. Beşinci sınıfına devam ettiğim okulun yanında bir lise vardı. Biz sabahçı-öğlenci diye ayrılırken onlar tam gün gelirdi. Öğlenciydim, dersteyken onların okuldan çıkıp bir kabın içinden dökülen bilyeler gibi eve dağılışlarına şahit olurdum.

Kışın bahara döndüğü bir gündü. Pencereden uzunca boylu, masmavi gözlü liseli bir kız geçti. Diğer öğrenciler gibi yürürken ansızın yere düştü. Etrafı kırmızılıkla kaplandı. Herkes onun başına toplandı, ambulans geldi. Öğretmen beni önüme dönüp dersi dinlemem için azarladığında çok geçti. Zihnime ölüm korkusu çoktan düşmüştü.

Akşamleyin annemlerle yemek yiyip televizyon seyrediyorduk. Ölen kızın yüzünü ilk kez haberlerde gördüm, adını duydum, Gülşan Nuran… Spikerin ekrana verdiği vesikalık fotoğrafı doğruca bana, gözlerimin içine bakıyordu. Tuvalete gidip yediklerimi kusmaya başladım. Hâlimi kimseye belli etmedim. Birkaç gün içinde unuttum ya da unuttuğumu sandım. Oysaki hayali gözlerimin önünden, ölümünün izleri de bilincimin en derin köşelerinden hiç gitmemişti.

Bir zamanlar tatlı yiyememekten şikâyet etmiştim ona.

“Değişebilirsin ama…” demişti. “İyileşebilirsin. Hoşnut olmadığın, beğenmediğin her özelliğinden kurtulabilirsin. Kötülüklerini telafi edip iyi bir insan olabilirsin. Ya ben? Beni hiç düşündün mü? Ben ölü bir kızım Hasan. Ben ölüyüm.”

“İyileşeceğim.” dedim. Mutfağa inip buzdolabını araladım. Portakal suyu, senelerdir tükettiğim ilk tatlı gıda dilime ilk değdiğinde yine karnımda tanıdık kasılmalar oluştu. Bu yüzden bırakmak zorunda kaldım. Fakat dilime değdirmiştim, ilk adımı atmıştım ya… Yeterliydi.

“Zamanla…” dedim.

Arkamı döndüğümde mavi ışık saçan kızla karşılaştım. Hiç ürkmedim. Hıçkırırken sessizdi. Gözlerinden ince bir çamur akıntısı inmeye başladığında ayaklarım titredi. O ölmüştü ve mezardaydı. Bu gerçek soğuk rüzgâr gibi yüzüme vurdu.

“Sen çok iyi bir insanmışsın.” dedim.  “Yaşarken tanımayı çok isterdim seni.”

Hiçbir söz söylemedi ama gülümsedi. Hissedebiliyordum. Eğer yaşarsam, eğer bu takıntıdan sahiden kurtulursam, üzerinden seneler geçse de bu ânı hatırlayacaktım, tıpkı çocuklukta söylediklerini hatırladığım gibi.

Yorgunluktan başım öne eğildi. Biraz soluklandıktan sonra kafamı kaldırdım, gitmişti. Derin bir nefes aldım. Yalnızdım.

Liste(leri) seçin:

Yorumlar

  1. Bihter+Saatcı says:

    Çok çok güzel bir öyküydü… Bir solukta okudum. Kalemine zihnine sağlık 🙂

    1. matriyarka says:

      Çok teşekkür ederim ^^

      1. Kübra says:

        Yaaa ne kadar güzel bir öykü 🥰 yine kaleminizi konuşturmuşsunuz 👏👏 çok beğendim.

  2. calakelaam says:

    Kızla konuşmaları o kadar etkileyiciydi ki… Bir de diğer kızın kim olduğunu öğrendiğimde ağzım bir karış açık kaldı. Çok hüzünlü ve düşündürücü bir hikaye… Çok yeteneklisin.

    1. matriyarka says:

      Çok teşekkür ederim, yorumun beni çok mutlu etti. 🌸

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir