Hoş geldiniz! Bu ön okumada Beşinci Mum‘un ilk bölümü bulunmaktadır. Bu kitap, Yedi Mum Serisi’nin bir parçası olup yayın hakları Nar Ağacı Yayınları‘ndadır.
Önceki kitapların ön okumaları için:
Sesimden dinlemek için:
⟡⟡⟡
Göz kapaklarına gün, kara haber getiren bir elçi gibi vurdu. Boşluğun gözlerini alıştırdığı koyuluktan sonra bu darbe, avuçlarını yüzüne kalkan yapmasına ve suratını sonuna kadar buruşturmasına neden oldu. Bacağını saran deri doğrudan temas etmediği kumlar yüzünden kaşınıyor, ter bezleri vücudunun suyunu boşaltıyordu. Havanın sıcaklığı yüzünden nefes almakta zorlanan İskender başını çevirdi. Dört bir yanda turuncu kumlar, uçsuz bucaksız bir çöl gördü.
Neyse ki bu çetin iklimin pençesinde yalnız değildi. İki insan ve bir koyun bu yolculukta onunla birlikteydi. İnsanlardan birisi asırlar önce doğmuş, tarihin en önemli gemisinde kaptanlık yapmış olan Nuh oğlu Yafes’ti. Elini başının üstünde gölgelik yapıp etrafını inceliyor, yeryüzünün tufandan sonra tekrar helak edildiğini düşünüyordu. Diğeri ise on yedinci yaşını süren bir kızdı, kaşları çatılmaktan acımış ve açık gökyüzü dışında bir şeye rastlamayınca atmak istediği çığlık boğazına tıkanmıştı. Ela irislerinin ortasındaki göz bebekleri yoğun ışıktan korunabilmek için alabildiğine küçülmüştü. Göğsüne dökülmüş saçlarının bir tutamı ensesine yapışmış, gözlerinin akı kıpkırmızı olmuştu. Yüzü keten gibi buruşmuş, kıyafetleri ayları devirmiş gibi yıpranmıştı.
“Yanıyorum! Bir gölgelik yok mu?” diyerek sessizliği ilk bozan da o oldu.
İskender büyük bir umutla koluna baktı. Siyah dövmeyi gördü ve sarı çağın sonundaki uyku sarhoşluğunu anımsadı. “Bizi taşımadan önce…” dedikten sonra nefesini gürültüyle veren asker, cümlesini bitirdi. “Enerjisini doldurmayı unuttum.” Şu an aygıt bir doğum lekesi kadar işlevsizdi. Avucu alnının terini sildi. “Ne yapacağız, bilmiyorum.”
Gündüzlerin çok sıcak, gecelerin çok soğuk olduğu bu yerde güneşin parlak oklarına karşı tek silahları akşam vaktine doğru yürümekti. Arkasında korunabilecekleri tek siper gecenin gündüze sarılmaya başladığı zamandı. Azimleri onları yürümeye zorluyor, yorgunluk ve endişenin ayaklarına çelme takmasını önlüyordu. Bakışları ileride belirsiz bir noktaya kilitlenmiş, dudakları susuyordu. Koyun bile sessizdi, tüm gücünü bacaklarına vermesi gerektiğini anlamış gibiydi. Kumlar, kâh esen rüzgârla birlikte yolcuların saçlarına dolarak çölün kucaklayan kolları oluyor kâh ayaklarını gömerek düşmanlık ediyordu.
Zaman her çağın başında olduğu gibi bu sefer de yavaştı. Güneş sertliğine yakışmayan bir nazla süzülüyordu, hâlâ göğün zirvelerinde dolaşıyor, tacı henüz takılmış bir kraliçe gibi küstahça gülüyordu. O güldükçe kızışıyordu kumlar ve güneşin altında yalın kalmış başlar dönüyordu.
Göz kararmasıyla mücadele ederken kervanlarına bir de bitkinlik katılmıştı. Bir adımın ardına diğerini eklemek her seferinde biraz daha zor hale geliyordu. Kızcağızın pes edeceğini sezince, ses tellerinin tüm gücüyle “Daha hızlı!” diye bağırdı kuruyan damağıyla asker. Düşmek ölümdü.
“Sen öndesin.” dedi kendisine. “Sen dayanmalısın. Gerekirse sorumluluğunda olanları sırtında taşımalısın. Eğer bir can teslim edilecekse bu çöle, senin canın olmalı.” Kumların üzerinde yatan bir ceset getirdi gözlerinin önüne, hiç korkmadı. Ölüm durumunda ne yapması gerektiğini Yafes tahmin ederdi ama Hayat’a anlatmalıydı. Söze başladı: “Eğer bana bir şey olursa…”
“Hayır.” Hayat’ın sesi bitkinliğinden beklenmeyecek derecede gür ve kararlı çıkmıştı. Dişi kaplan, erkeği taklit ederek bağırdı. “Gücünü tüketme, daha hızlı!”
İskender takdirle yutkundu. Bir nefes için sözlerini sakladı kendine. Ancak bu suskunluğundan hemen döndü, yol arkadaşı acil bir durumda ne yapılacağını bilmeliydi.
“Öldüğümden emin olduktan sonra beni çöl kumlarına gömün. Başımda içinizden geldiği gibi kısa bir dua ettikten hemen sonra mezarımdan uzaklaşın. Sıcakta cesetler çabuk bozulur ve hastalık saçar. Şaşkınlığınızdan çabuk arının, başımda beklemeye kalkmayın ve ümidinizi kaybetmeyin.”
Biyoçevirmenlerin ikisi de Yafes’teydi. Bu yüzden dinliyor ama konuşmuyordu. Kız, askerin sesini “Duymak istemiyorum.” diyerek bastırmaya çalıştı. Adam sözünü “Vasiyetimdir.” diye tamamladı.
“Peki.” dedi askerin içten içe bu kadar ümitsiz olmasına öfkelenen kız. “Benim de bir vasiyetim olacak.”
Diğeri, göğsüne ani bir sıkıntının yerleştiğini hissetti. “Nedir?”
“Öldüğümde kafatasımdaki eti sıyır ve ye! Rahmetlinin başının etini yerdim de!” Kız kızgınlıkla hızlanıp öne geçerken adam ise bu çölde gülecek bir şey bulduğuna şaşırıyordu.
Gülmek iyi gelmiş, onlara güç vermişti; yorgunlukları geçici bir süreliğine kaybolmuş, moralleri yükselmişti. Güneş gecenin peçesini yüzüne kapatır kapatmaz kendilerini kuma atanların beyazlamış dudakları yaşamanın sevincini açığa vuruyordu.
“Nasıl hissediyorsunuz?” İskender bağdaş kurmuştu, gözleri yarı yarıya kapalıydı.
“İyiyim.” dedi içini çeken kız. “Çağ bize sürpriz yaptı.”
Yafes konuşmadan önce beyaz cihazlardan birini askere doğru attı. “İyiyim de…” Etrafını gösterdi. “Kumlar nasıl tüm canlılığın üzerini örttü? Bu ne zaman oldu?”
“Hiçbir zaman. Sadece çöldeyiz. Tufandan sonra ikinci bir ‘kum tufanı’ yaşanmadı, çölün dışında ormanlar, akarsular varlığını sürdürüyor.”
“O kadar orman varken gele gele çöle geldik.” diye ekledi kız.
“Çöl ikliminde yürüyeceğimizi biliyordum ancak bir çölün tam ortasında olacağımızı tahmin etmemiştim.” dedi İskender. “Burada İbrahim peygamberi göreceğiz. Şimdilik hayatının tümünü anlatmayacak, belli bir olaydan bahsedeceğim.”
“Niçin? Ben dinlerim.” Hayat bir yaşanmışlığı öğreneceği için heyecanlandı, doğrulup bağdaş kurdu. Sesinde merakın çağıltısı duyuluyordu.
⟡⟡⟡
İşte kitabın ilk sayfaları bu şekilde. Eğer kitabın tamamını okumak isterseniz soysalyayinlari.com.tr‘den veya diğer kitap mağazalarından satın alabilirsiniz. Okuduğunuz için teşekkürler!
Bir yanıt yazın