Hoş geldiniz! Bu ön okumada Dördüncü Mum’un ilk bölümü bulunmaktadır. Bu kitap, Yedi Mum Serisi’nin bir parçası olup yayın hakları Kaktüs Sanat’tadır.

Önceki kitapların ön okumaları için:

Yakında sesimden dinleyebileceksiniz.

⟡⟡⟡⟡

Peret.[1]

Yaz boyunca içinde birikenleri dile dökememiş yürek gibi taşan Nil’in, arkasında alüvyonlar bırakarak yatağına dönmesiyle çiftçiler için “peret” adı verilen ekim mevsimi başlardı. Kara deliğe düşen ve ardından üç çağ aşan yolcular Mısır’a bu mevsimin ilk günlerinde geldi.

Saçları iki yana dağılmış olan ela gözlü kız Hayat’tı, yüzünde ezilmek üzere olan arpanın yorgunluğu ile tandırdan çıkmış ekmeğin tazeliği karışık, üstü başı bir parça dağınık, ateşin içine ani bir sezgi ve korkusuz bir sadakatle atlamış. Yaptıklarını yabancı biri duysa inanmazdı. İkinci kişi İskender’di, galaktik birliğin asi askeri, yirmi dört yaşını devirmiş, yüz ifadesi yaşından daha olgun, bu uzun yolculuğu başlatan asıl kişi. Güneşin vurduğu kahverengi gözleri yarı yarıya kapalı ve kaşları çatıktı. İkindinin sessizliğinde henüz sürülmüş toprağa uzanmış, turkuaz ile yavruağzının birbirine tutunduğu açık göğü seyretmekteydi. Kulaklarında eski çağın gürültüsünden kalan çınlamanın izlerini yalnızca derin ve dingin soluklar silebilirdi.

Nehrin çağıltısı uzaktan uzağa duyulurken her birinin dimağında, diğerine yönelen sorular vardı.

 “Neredeyiz?” sorusunun yükü askerin omuzlarındaydı. Yedi duraklı yolculuğu ve her duraktaki tarihi konuğu bilen iki kişilik kafilenin rehberiydi ve hangi yoldan gideceklerini, nereden geçip kime rastlayacaklarını da söyleyecekti.

“Nereden aklına geldi?” sorusu ise ateşe atlayan kıza sorulacaktı. Ona çıkış hamlesini söyleyen hangi sezgiydi? Çağdan çağa ileten mum görünümlü nüve aygıtı ışıksız kalmışken onu yeniden çalıştırmanın yolunu nasıl düşünmüştü? Bitmek üzere olan bir çağdan kurtulup bu sakin göğe, uykudaki nehre, nemli tarlaya nasıl varmışlardı?

Her şey Samanyolu Gökadası’nı yöneten Kozmos Birliği’nin bir askeri olan, fakat bu birliğin aleyhinde çalışan İskender’in, Cüce Yılan adlı uzak, ufak bir gökadada yer alan ve Bilye adında bir kara deliğin yörüngesinde dönen bir üssü yok etmekle görevlendirilmesiyle başlamıştı. Bu üssün tek insan sakini Hayat’tı ve o da görev gereği yok edilecekti. Ne var ki askerin vicdanı ağır basmış ve genç kızı gizlice kurtarmaya karar vermişti.

Kara deliklerin bilgisi insanlığın zihin hazinesine katıldı katılalı dünya yılıyla on yedi asrı geçiyordu. 1900’lerin başında fizikçi Albert Einstein, kaçış hızının ışık hızından daha yüksek olduğu çok ağır gök cisimlerini tahmin etmişti. Karl Schwarzschild böyle bir gökcisminin kütlesine oranla yarıçapının ne kadar olması gerektiğini hesapladı. Herhangi bir kütle ‘Schwarzschild yarıçapı’na kadar sıkıştırılırsa bilinen hiçbir kuvvet onun uzay-zaman tekilliğine varana kadar çökmesine engel olamazdı. 1960’lardan itibaren bu tür gök cisimlerinin yaydığı ışınlar gözlemlenmeye başladı ve yine bu yıllarda John Wheeler’ın bulduğu “kara delik” ismi benimsendi. 2019’da bilgisayar mühendisi Katie Bouman’ın yazdığı algoritma sayesinde ilk kara delik fotoğrafı çekildi.

O yüzyıllar böyleydi işte, 18. ve 21. yüzyıl arası insanlık tarihinde büyük bilimsel gelişmelerin ve dramatik atılımların olduğu bir çağdı. Bugün, yani eski dünya takvimiyle 3672’de bile, temel bilim, bu dönemde yapılmış çalışmaların omzunda yükseliyordu. Oysaki o dönemi Karanlık Çağ olarak anıyordu insanlar. Bu durumun birden fazla sebebi vardı: öncelikle Dünya’da siyasi birlik yoktu, onlarca farklı ülke ve sınırlar vardı. Tarihin en kanlı iki savaşı, 1914 ve 1939, bu dönemde yaşanmıştı. Başka bir sebep de 2154’te kurulan Küresel Birlik’in -insanlık tarihindeki ilk gezegen devleti- geçmişin izlerini silmek istemesiydi. Her devir kendi selefine tepki olarak doğar, kendini över, evvelini kötülerdi.

2453’te Karanlık Çağ’dakileri aratmayacak kadar büyük etkileri olan bir icat yapıldı: Bükümlenme. Uzay-zaman dokusunu bükerek uzun mesafeleri aşma. 15. ila 17. yüzyıllar arasındaki coğrafi keşifler nasıl medeniyet dengesini değiştirdiyse, bükümlenme de uzayda koloni kurma olanağı sağladı.

Astronomik mesafeleri aşmak için alternatif bir yöntem ise “yansıma”ydı. Tıpkı ışığa binip aynadan geçmek gibiydi. Fakat burada başrol oynayan enerji türü ışık değil, kütleçekimdi. Işığın taşıyıcısı foton değil, kütleçekimin taşıyıcısı gravitonları kullanıyordu. Kara delikler ise oluşturduğu yüksek kütle çekim gücüyle bir ayna görevi görüyor, evrenin “görüntü”sünü an be an kaydediyordu.

İskender, Hayat’ı da yanına alarak Bilye aracılığıyla Dünya’ya yansımak istemiş fakat kendisini kara deliğin içindeki geçmiş bir görüntüye hapsedilmiş olarak bulmuştu. Başta bu durumun kaza olduğunu sanmış fakat daha sonra özenle tasarlanmış bir rotada yer aldığını anlamıştı. Yedi çağ sürecek bir yolculuktaydılar. Her çağ “nüve aygıtı” denen, nötron yıldızlarının bilimsel prensibini mikro boyutta uygulayan yüksek enerjili pillerle atlanıyordu ve bugüne kadar üç farklı çağ geçmişlerdi birlikte.

Ela kız saçlarını ivecenlikle savuşturdu, güneşe siper ettiği gözlerini askere doğru çevirdi. Dudaklarını ıslattı ve içinin en tenha köşelerine kök salmış, “nere” kökünden türetilmiş diğer sorularını önemsizleştiren bir cümle söyledi.

“Bu işin sonu nereye gidecek, İskender?”

Karşıdaki hazırlıksızdı. “Nasıl?” dedi düşünmeden.

“Kırmızı çağdayız şimdi, kırk beş gün sürecek ve burada göreceğimiz peygamber, Hz. Musa.” dedi bir adım atan kız. “Mor çağ, yirmi iki gün. Hz. İsa’nın dönemi.” Bir nefeslik ara verdi, sonra da açtı. Parmaklarını önce sıktı, sonra da açtı. “Mavi çağ, on bir gün, Hz. Muhammed’in dönemi. Beyaz çağ ise beş gün.” Başını dikkatli bakılmayınca görülmeyecek bir hareketle iki yana salladı. “Sadece beş gün. Sonra ne olacak?”

Asıl noktayı yakalayan adam vermesi gereken yanıttan korktu. Suyun altında kalmış gibi birkaç kez soluklandı ve zaman kazanmak için ayrıntılara tutundu. “Evet.” dedi havadan sudan bahsediyormuş gibi sesini incelterek. “Renkleri doğru saydın.”

“Konu o değil.” dedi kendinden emin. “Son çağ… Beyaz çağ. Orada göreceğimiz peygamber kim? Oradan sonra ne olacak?”

“Son çağ,” dedi asker, “Kıyametten önceki zamandır. Peygamberi yoktur o çağın. Ne zaman başladığı belirsizdir. Kandeliler bu konuda birleşemez, kimisi henüz başlamadığını savunur, kimisi bükümlenmenin icadıyla, kimisi Tüm Silahlar Savaşı’yla…” Adını andığı, 3000’li yıllara giderken gerçekleşmiş kitlesel çapta bir savaştı. “Ancak hepsinin birleştiği tek bir nokta vardır.” Göz bebekleri, karşısındaki kızın göz bebeklerine dikildi. Yeni bir soru istemiyordu, meselenin irdelenmesini istemiyordu ama ne yazık ki işitti, işitmekten korktuğunu.

Kandelilik, 2300’lerde çıkmış bir dindi. İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliği birleştirdiğini iddia ediyordu. İnsanlık tarihini yediye ayırıyor ve her parçaya bir renk veriyordu. “Ahir zaman” kavramına dek gelen sonuncusu hariç, diğer çağları bir büyük peygamberle özdeşleştiriyordu. İskender’in kendisi Müslüman’dı ama ailesi Kandelilik’e mensuptu. Bu nevzuhur din tıpkı Yahudilik gibi anneden geçtiği için Kandeliler ayrı bir millet olmuştu. Kendilerine özgü bir dilleri de vardı ki bu, dil bilimciler tarafından Arapça ve İbranice gibi Sami kökenli tüm dilleri anlamaya imkân verecek şekilde yapay olarak üretilmiş Samice’ydi.

“Nedir?” dedi kız.

“Ölüm.” dedi İskender. “Yedinci çağ ölüm demektir.” Yüzlerine dokunan esinti hariç hiçbir şey hareket etmedi. Güneşi uğurlayan doğanın kederi ayaklarının değdiği toprakla bütünleşen bir sessizliğe dönüşürken üşümeleri peret mevsiminin serinliğinden dolayı değil yaklaşan sonun soğukluğundandı.

⟡⟡⟡⟡

[1] Antik Mısır’da bir mevsim. Peret, Kasım-Şubat arasıdır, Nil’in suları çekilir ve toprak ekim için hazır hale gelir.

Liste(leri) seçin:
Bu alan gereklidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir