Blog

  • MÜHÜR KİMDEYSE SÜLEYMAN ODUR – Öykü

    MÜHÜR KİMDEYSE SÜLEYMAN ODUR – Öykü

    Atlas, akıllı şehirlerin ağ kapsamı dışında yer alan mahallelerinde tenekeden bir barakada doğdu. Buralarda doğan her insan gibi erdişiydi. Cinsiyet kromozomlarının aktifleşmesi dölyatağına nüfuz edebilen ışınlarla sağlandığı için bu rutin bakımı yaptıracak durumu olmayan hamilelerin çocuğu hermafrodit olarak dünyaya gelirdi. Bu durum nesillerdir devam ettiği için de şehrin dışında yaşayanlar belirli bir cinsiyet karakterine sahip olmazdı. Hepsinin bilinen bütün üreme organları olsa da birçoğu kısırdı.

    Uzaktan kadınsı vücut hatlarına sahip görünürlerdi. Sesleri, tipik bir kadın ya da erkek sesi gibi değildi, ikisinin arasında bir tona sahip olurdu. Barakalarda yaşayanların sesleri gibi yüzleri, saçları ve kıyafet olarak giydikleri atık kumaşlar da birbirine benzerdi. Eski bir Rus romanının giriş cümlesindeki gibi, bütün taşralılar birbirine benzerdi, her şehirlinin ise kendine özgü bir kimliği vardı.

    Taşralılar resmi bir kimlik taşımadığı gibi isim de kullanmazdı. Kime yöneldikleri bakışları ve jestleriyle gayet net olur, herhangi bir hitap sözcüğüne gerek duymaksızın gündelik konuşmalarını sürdürürlerdi. Onların hayatında isim, kimlik olmadığı gibi yazılar ve alfabe de yoktu. Yalnızca sayılar vardı. Atık suların kirlettiği gölde kendiliğinden ölmüş balıkları ya da metruk fabrikaların çevresinden toplanan yabani otları; giysiler, şilteler yahut bakılamayan bir bebekle takas ederken kullanılan sayılar… Yahut her organı işlevsel bir taşralının bedeninin bir parçasını kiralamak için istediği karşılığı hesaplarken kullandığı sayılar…

    İnsan, kendinden yukarıdaki hayatlara özlem duyardı. Taşralılar her ne kadar şehirlere giremeseler bile şehirlilerden soyutlanmamışlardı. Onların nasıl yaşadığını bilir, o yaşama özenir, hatta içlerinden bazıları kendini geliştirerek bir gün şehre taşınabileceğini umardı. Bir şehirli ile iletişime geçtiği için kendini diğer taşralılardan farklı gören, kendisine isim koyan taşralılar vardı. Bunlardan birisi de Atlas’ın “ras”ı Dünya’ydı.

    Kısaltılmış kelimeler diyarında “ras”, “rahim sağlayıcı” anlamına geliyordu. Taşralıların geleneksel bir aile kavramı ya da “anne”, “baba” gibi sözcükleri yoktu ama “ras” bir nevi “anne” sayılabilirdi.

    Şehirliler için vergisiz ticaret yapma yasağı, tüm diğer yasaklar gibi çiğnenmek içindi. Barakalar arasında dolaşan şehirliler görmek mümkündü. O bölge için gayet lüks yiyecek, içecek ya da süs eşyası getirirler ve ne istiyorlarsa onu alırlardı. Kimisi eşini aldatıp heyecan yaşar, kimi ucuz taşıyıcı anne arar, kimi üniformalılar -ilaç şirketlerinin çalışanları- denek bulmaya çalışırdı. Amaçları başka olsa bile ortak noktaları şuydu: şehirli bir meta verirdi, taşralı ise vücudunu.

    Taşralı zaten hepi topu vücuttu. Mülkü mü vardı yoksa onuru mu? Nesebi mi vardı yoksa hukuku mu?

    Berker adında, tıp sektöründe hatırı sayılır bir yeri olan yaşlıca bir iş adamı, -kendisine sonradan Dünya ismini verecek- kısa boylu ve zayıf bir taşralıyla bir yıl boyunca ilişki yaşarken; o taşralı, bunların hepsine sahipmiş gibi hissediyordu. Berker’in getirdiği birbirinden alımlı elbiseleri giyiyor, altın renge boyalı plastik çerçeveli ayna karşısında dans ediyor; iş adamından okuyup yazmayı, görgü kurallarını ve genel kültür bilgilerini öğreniyordu.

    Bir ziyaretinde Berker, “Dünya Atlası” yazan bir kitapçık getirip barakadaki örtünün üzerine atmış ve “Dünya’da şöyle bir devir değişikliği olmaması ne yazık!” demişti. “Binlerce yıl önce nasıl yaşıyorsak, şimdi de öyleyiz. Yüzyıllar önce şehirler her önüne gelen giremesin diye surlarla çevrelenirmiş. Şu an sur yok ama sınır polisleri var. ‘Polis’ sözcüğü de antik Yunancada ‘şehir’ demek, biliyor musun?”

    Taşralıyla sohbet etmeyi oldukça seven iş adamı, sevgilisinin hamile kaldığını öğrendiğinde sırra kadem bastı ve bir daha gelmedi. Taşralı ise Berker’le açtığı ufkunu hiç kapatmadı. Onun gibi üst sınıftan olmayı kafasına koydu. Elindeki tek yazılı materyal olan “Dünya Atlası”nın “Dünya”sını kendine, “Atlas”ını da karnındakine isim olarak seçti. Batıtepe’de, Berker’in geldiği şehirde yaşayanlar gibi iki cinsiyetten birinin karakterine bürünmek istedi, bu yüzden saçını uzatıp renkli elbiseler giymeye, takılar takmaya başladı ve konuşurken sesini inceltti.

    Atlas, işte bu emelle doğdu. Nasıl her insan genetik bir mirasla doğuyorsa, o da rasının arzu ve hırsları benliğine yüklenmiş olarak ilk nefesini almıştı.

    Şehirli bir adam olma hayaliyle büyüdü, tıpkı babası gibi. Yüz hatları ve duruşu da zaten bir parça babasına benziyordu.

    Sıkı ticaret yapıp iyi para kazanmaya çalıştı. Eline geçen her takas fırsatını erkeklik hormonu ya da kas güçlendirici ilaçlar almakta kullandı. Suç dünyasında bir okulda sınıfları tek tek geçer gibi yükseldi. Yasadışı ticaretleri için aracısı olduğu şehirlilere şantaj yaparak, kutsal surlar gibi, polislerle korunan şehre girdi.

    Babasını bulup yasal mirasçısı olmaya çalıştı, reddedildi. Atlas eskisine nazaran çok daha iyi olsa da Berker’le henüz aşık atamazdı. Şehrin vatandaşı olmayı başardıktan sonra gözünü yükseklere dikti. Hem maddi gücünü artırmak hem de doğuştan şehirlilerin ona önyargıyla bakmasına neden olan dış görünüşünü değiştirmek için çalıştı.

    Radyasyon çift taraflı kesen bir bıçaktı. Şehirlilerle, taşralıların farkı iki cinsiyet kromozomundan ibaret değildi. Hamileler, yakıcı ışınların, hayran olunası bir robot işçiliğiyle nokta atışı doğru yere yönlendirilmesi sayesinde çocuklarının saç ve göz renklerinden huyuna ve karakterine kadar karar verebiliyorlardı. Estetik ameliyat her yaşta ve her organa yapılabiliyor, hasarlı ya da beğenilmeyen organlar, kemik iliğinden alınan kök hücrelerle üretilen bir yenisiyle değiştirilebiliyordu.

    Atlas önce yetersiz beslenme nedeniyle çürümüş olan dişlerini, bembeyaz dişlerle değiştirdi. Kendi hücrelerinden yapılan, gerçek dişlerle… İlk ameliyatından üç hafta sonra çene kemiğini kırdı. Çene kemiğinin yeni dişler için yeterince güçlü olmadığı anlaşıldı ve kafatasının tamamen değiştirilmesi için bir tarih planlandı.

    Omuz kemiklerini daha geniş kemiklerle; midesini, strese ve ülsere daha dayanıklı bir mideyle, kaslarını hücre sayısı artırılmış sürümüyle değiştirdi. Ses tellerinin yerine daha davudi ses çıkarabileceği bir parça taktırdı. Kadınlık organlarını aldırdı, erdişi değil erkek oldu, bu sırada var olan erkeklik organlarını da çıkarıp daha büyüğüyle değiştirmişti.

    Bir operasyonun iyileşme süreci tamamlandığında diğerine başlıyordu. Bir organı iyi hale getirecek daha basit bir müdahale mümkün olsa bile Atlas onu tamamen değiştirmeyi tercih ediyordu çünkü amacı vücudundan geçmişinin izlerini silmekti.

    O, şeref sahibi, hukukun tanıdığı bir kişiydi. Vücuttan ibaret bir taşralı değildi.

    Son riskli ameliyatını olup beynini ve sinir hücrelerini de değiştirdiğinde aradan yedi yıl geçmişti.

    Beyin değiştiği zaman içindeki bilgi ve yaşanmışlıklar kaybolmasın diye beyin dikkatlice taranıyor ve sinir hücreleri arasındaki bağlantılar kaydediliyordu. Elde edilen bağlantı örüntüsü yeni beyne de yükleniyor ve böylece hafıza kaybı yaşanmıyordu. Yine de zor ve nadir bir ameliyattı, yaklaşık bir yıl boyunca baş dönmesi, migren nöbetleri gibi yan etkiler ortaya çıkabiliyordu.

    Atlas bu süreci de Batıtepe’nin her yerini seyredebildiği malikânesinde sabırla atlattı. “Akıllı şehir” kavramının hakkını verircesine, insansız taksiler onu istediği eğlence mekânına ya da yetkilileriyle görüşeceği işyerlerine taşıyordu. Vücudunda değiştirilmemiş tek bir hücre bile kalmayan Atlas’ın ağzını bile açmasına gerek kalmıyordu.

    Şans yüzüne gülmedi. Emeğinin meyveleri güldürdü onu, dibini kanatırcasına hayatı kazıdığı tırnakları yanaklarına iki sırıtma izi çizdi. Bir zamanlar sahip olduğu sefil yaşamıyla aciz bedenini, bedel ödeyerek ve ömründen parçalar kopartarak yenisiyle değiştirdi. Bugün piramidin tepesindeydi ve buraya tabandan gelmişti. “Kaymağın kaymağı” diye adlandırılan kesime, toplumun reçel köpüğü gibi alınıp atılası görülen varoşlarından katılmıştı.

    Aynaya baktığında gülümsüyor, haklı bir gurur duyuyordu. Tek bir hedefi kalmıştı, o da Berker’in yasal mirasçısı olmaktı.

    Berker öldüğü zaman Atlas’ın karşısına mahkeme salonunda bir davacı çıktı: Atlas.

    Hafif kıvrımlı vücudu ve taşralı sesiyle eski Atlas mahmur gözlerle ona bakıyordu. Atlas şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Mahkeme salonunda birisi yakışıklı ve güçlü, diğeri ise biraz daha kısa boylu ve zayıfça olmak üzere iki Atlas duruyordu.

    Berker, Atlas’ın operasyonları sırasında çıkarılan eski organları satın almış ve laboratuvar ortamında yaşatmıştı. Bir koleksiyonu tamamlar gibi her operasyonda gelen organları biriktirmişti. İskelet sistemini içe yerleştirip etrafına kas giydirmiş, damarları dolaştırmış ve sinirleri kaslara bağlamıştı. İç organları yerine koymuş ve deriyi giydirmişti. Saçları, tırnakları nakletmiş; eski doku ve organlardan yeni bir vücut yaratmıştı. Aylar süren bu sürecin sonunda Atlas’ın beyin ameliyatı öncesi bütün anılarına ve eski görünümüne sahip olan başka bir Atlas meydana gelmişti.

    İşte bu kişi mahkemede gerçek Atlas’ın kendisi olduğunu iddia ediyordu. Atlas’ın kişilik haklarının ona devredilmesini istiyordu. Yargıçların uyarılarına aldırmadan bağırıştılar.

    Atlas’ın servetini kimin kazandığını tartıştılar. İri Atlas, her şeyi kendisinin yaptığını iddia ediyor, zayıf Atlas ise bedenini işaret ederek “Bu organlar, bu beyin yaptı! Yani ben yaptım.” diyordu. “Atlas’ın organları kimdeyse Atlas odur.”

    “Bakınız,” diye seslendi iri olan. “Organ değiştirme ameliyatlarımın kanıtı burada. Bu karşımdaki… Berker’in ürettiği adi bir klondan başkası değil.”

    “Ne? Ben mi klonum? Asıl sen klonsun, bütün vücudun kök hücreyle yapıldı. Benim organlarım ise rasımdan doğduğumdan beri var. Şu an senin yerinde ben olmalıydım. Asıl Atlas benim, Berker beni üretmedi, sadece yer değiştirerek Berker’in laboratuvarına geldim.”

    “Bebeklikteki hiçbir hücremiz yaşamıyor. Hepsi yenilendi.”

    “Hücre yenilenmesi doğal bir süreç, sen ise yapaysın.”

    “Asıl sen yapaysın!” Yargıçlar daha önce böyle bir davayla karşılaşmamıştı. İşin içinden çıkamadılar. Theseus’un gemisi paradoksu kanlı canlı karşılarındaydı. Bu davanın çözülebilmesi için doktorlar, hukukçular ve felsefecilerin belki de uzun yıllar çalışması gerekecekti.


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • Lucky Per – Book Review

    Lucky Per – Book Review

    Enes Talha Coşgun translated this article from Turkish to English.

    When I read this book last year, I had so much literary pleasure that I immediately felt the urge to sit down and write a review. However, I kept postponing writing it because I wanted to write a long and detailed review, and during this time, a whole year passed. So let’s start this review now, which will probably be a quite long one.

    The Danish naturalist writer Henrik Pontoppidan‘s book Lykke-Per, published at the beginning of the 20th century, was adapted into a film by Bille August in 2018. Translated into Turkish for the first time by Soysal Publishing Group in June 2020, this novel takes us into the life of Per, a young and enterprising engineer living in Denmark in the 1890s, which started out dimly and then shone like a star.

    Lykke-Per

    Per is one of the people who named themselves. The name given to this “rebellious” child, who was born as the youngest son of a contrarian clergyman who was excluded from the town, is Peter. The rebellion accusation belongs to his family. At an earlier age, he opposes the traditions and order at home. Peter, who played on neighboring farms before he went to school, had a worldly perspective and wanted to benefit from all the blessings of life, despite the hermit-like, so to speak, “just enough to keep body and soul together” lifestyle of his father, Father Sidenius. After starting school, he becomes the ringleader of the small gang of thieves in the city.

    Peter grows up disconnected from his family, mentally in a completely different place. He is ashamed of his family’s poor life. Unlike his other siblings, the asceticism of his father does not affect him at all. One day, he decides that he wants to be an engineer when he grows up. Encouraged in this direction at school, Peter’s mathematics gradually improve. At the age of sixteen, Peter leaves his home for college and moves to the capital.

    Per (actor Esben Smed)

    After living in Copenhagen, Peter moves in with an elderly couple and starts college, and tries to erase the traces of his past. There are no items in his room to remind him of home. He changed his name for this reason. He no longer writes his name as Peter Andreas; he writes it as Per. Per meets with his family only to get his pocket money.

    He expects the school to be like a temple of art, a sacred workshop of thought; “there, the future happiness and prosperity of humanity are forged like iron on an anvil under the lightning and thunder of the spirit”. However, Per sees that this school is no different from the one he graduated from in the town, and the teachers have lost their excitement, which disappoints him.

    Per dedicates himself to his great goal. This goal is to form “a network of groundwater connecting all the major rivers, lakes, and fjord recesses of Central Jutland, and locate cultivated shrubs and nascent settler cities on both sides in connection with the ocean”.

    It is a giant project that will make Denmark one of the centers of world maritime trade. By deepening and organizing the waterways and renovating the port, he dreams of his smaller-scale project that would revive the poor maritime, drawing for hours, calculating land areas and flow rates, and increasing the details.

    Per wants to be an important person. That’s why a small project is not enough for him. He continues to expand his project. However, as his thoughts become excessive, his courage also starts to falter.

    Per expands his network over time. He meets businessmen and artists. He gets closer to his goal day by day. One of the families he met was the Salomon family, a Jewish rich family. The joy and happiness in the house of Salomon family affects Per. It is the opposite of the pale, cheerless, poor state of his childhood house in every respect.

    The author depicts not only Per’s mood, but also the social layers of Denmark. For example, it depicts the art world through the character of Fritjof in the café where Per was a regular, the banking and trade industry of the period through the businessmen he approached to find funds for his project, and the societal antisemitism through the Salomon family.

    Per and Jakobe, the eldest daughter of the Salomon family, fall in love with each other. Prior to that, Per had a complicated love life, but he had never been so attached to anyone. From the outside, everything seems to be fine. He has found support for his project, has built a respectable community, and is engaged to the woman he loves. Per is restless, even if he seems to have everything he wants and needs. He can’t be happy no matter what he does.

    Throughout the novel, Per makes and demolishes, uses people, can’t defeat the arrogance in him. He loves Jakobe, but he disappoints her many times. In the end, he starts living a life that is the complete opposite of the dreams he had envisioned: He moves to a small village, marries a local woman, and leads a modest life. After having a few children, he leaves her as well. Per is always in search; in wealth, big dreams, and later on, in pursuit of a modest life. The years that have passed first made him resemble his father, whom he hates, and then made him wise and find himself.

    I cannot omit mentioning Jakob, another main character of the novel. Jakobe is a smart, strong and kind-hearted woman. Jacob heals the pain she experienced because of Per by tending to her own wounds. She establishes a school for orphaned children and devotes herself to this school. Just as much as Per couldn’t succeed in healing his childhood traumas, Jakob has succeeded and found her inner light.

    Jakobe Solomon (actress Katrine Greis-Rosenthal)

    The novel, which dramatically explains that the search for fame, wealth and love is actually a longing for inner peace and the meaning of life, also provides valuable information about society and the period. The conflicts processed in the book exist in every era and realm: between tradition and innovation, religiosity and worldliness; socialism and individualism; among generations, social classes, races, and genders… Between man and God…

    The movie has generally remained faithful to the book. But it’s less detailed than the book – it would have taken hours to process everything in the book – and it doesn’t process Per’s inner world as well as the book. Lucky me if this review could lead you to read this classical work, which deserves much more recognition than it currently receives.

  • SİNE-İ ARZA DÖNÜŞ – Bir ❝Sınır❞ Öyküsü

    SİNE-İ ARZA DÖNÜŞ – Bir ❝Sınır❞ Öyküsü

    2008’in ilk ayında yayın hayatına başlayan Kayıp Rıhtım, ilkin fantastik ve bilimkurgu üzerine kurulmuş, bugün ise edebiyatın ve yaşamın her alanına dokunan bir platform. Ayrıca tam on üç yıldır her ay farklı bir temada öykü seçkisi yayınlıyorlar.

    Sınır temalı Temmuz 2023 seçkisinde Sine-i Arza Dönüş adlı öykümle yer aldım.

    Yağmurun sesi her şeyi bastırıyordu: eldivenli ellerini ceplerinde ısıtan askerlerin “Daha hızlı!” diye bağırışını, çamurlaşmış ama külçe kadar katı toprağı yarmaya çalışan küreklerin sesini, esirlerin arasındaki on beş yaşındaki çocuğun soğuktan titremesini ve iç çekişini.

    Askerlerin kurduğu çemberin ortasında kırk esir, hektarlarca genişlikte ormanlık alanın kel bir bölgesinde kendi mezarlarını kazıyordu. Eski bir Çin geleneğine uygun olarak diri diri gömüleceklerdi. Gerçi bu, modern dünyada bir savaş suçuydu ancak şiddet ortamları insanoğlunun medeni maskesini kaldırır, altındaki vahşi ve kanlı yüzü ortaya koyardı. Birliğin komutanı, esirleri iz bırakmadan ortadan kaldırabileceği ve hesap vermek zorunda kalmayacağı bu yolu seçmişti.

    Karanlık her şeyi örtüyordu, en çok da Sadık’ın kan ve yağmur ile karışan gözyaşlarını. Bir haftalık işkence boyunca ölmek için yalvarmış olmasına rağmen kalbi titriyordu. Kahramanlık öyküleriyle beslenmiş ve halkının kurtuluşu için en önden koşan gönüllülerden biri olmasına rağmen o henüz on beş yaşında bir çocuktu ve boğularak can verecek olmaktan korkuyordu. Destansı bir yanı olmayan, son derece doğal, insani ve gerçek bir korkuydu.

    Kazı saatlerdir sürüyordu. Neredeyse sona yaklaşmışlardı. Sadık’ın içinde olduğu çukur bir buçuk metre derinliğe yaklaşmıştı. Bir ara başını yukarı kaldıran Sadık kimsenin onu izlemediğini fark edince küreğini bırakmadan soluklandı. Yüzünü silerken sessizce “Anne…” diye mırıldandı.

    İçi bir anda öfkeyle doldu. Diz çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çukurdan çıkıp çevrelerini saran, emir veren, alay eden Çin askerlerine saldırmak istedi. En fazla ne olabilirdi ki? Ölüm, gece gibi ayaklarının dibindeyken ne kaybederdi? Belki de yanında birkaç kişi daha götürürdü.

    Tükenmişliğin verdiği güçle çukurdan sıçradı. En yakınındaki askere doğru koşarken “Direniş!” diye haykırdı. Bu nida diğer esirleri kendine getirdi. Küreklerini havaya kaldıran esirler mezarlardan çıkarak askerlerin üzerine yürüdü. Namlu alevleri geceyi aydınlatırken Çinli komutan, Sadık’ı arkadan yakaladı ve yere yatırdı. Yüzünün sol tarafı çamura batan çocuk göğüs kafesini çatlatırcasına derin nefesler alıyor; karnından, ayaklarından, kafasından vurulan kader arkadaşlarının çukurlara sürüklenişini seyrediyordu.

    İki çift postal gördüğü manzaraya siper oldu. Bunlar Sadık’ı o çukurlara gömmek için almaya gelen askerlerdi. Ancak komutan, bu cüretkâr tutsağı diğerlerinden daha uzun ve aşağılayıcı bir ölümle cezalandırmak istiyordu. Ellerini kelepçeledi, kafasına bir poşet bağladı ve tutsağı askerlerine teslim edip en yakın kanalizasyon çukuruna atmalarını emretti.

    Sadık dakikalar sonra kendini karanlık ve ağır kokulu bir tünelde buldu. Parmak uçları yaşadığı stres ve gerilimden dolayı uyuşmuştu. Ayağa kalktığında içerideki pislik dizlerine kadar geliyordu. Diz çökerek pisliğin içine iyice girdi, ayaklarının altından kelepçeli ellerini geçirdi ve kafasındaki poşeti yırtıp attı. Artık nefes alabiliyordu.

    Midesini çıkarıp atarcasına kustu. Körlemesine bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Nabzı kuşların kanat çırpma hızıyla yarışıyordu. Bu halde bilinmezliğe yürüdü. Nefes alıp verir gibi bilinçsizce, gücü yettiğince dayanmak için kendine söz vermişti.

    Zaman algısı karanlıkla birlikte yitti. On dakika mı yürümüştü yoksa on saat mi, kestiremiyordu. Yürüyüşü pek yavaşlamıştı. Hatta eğer durup dinlenmezse bayılıp düşeceğini sanıyordu. Akan suyun sesine silah sesleri eşlik ettiğinde, kanına karışan adrenalin onu diriltti. Arkasını dönüp kaçarken karanlığı tam ortasından delen bir parlamayla birlikte bilincini yitirdi.

    Rüyasız bir uykudan uyandığında kendini ışıklı bir odada yatarken buldu. Başı tonlarca ağırlık bağlanmış gibi ağrıyordu, üstü başı hâlâ ıslaktı ve pis kokuyordu. Kelepçe bileklerini zapt etmeye devam ediyordu. Demek ki onu hiç temizlemeden öylece getirip buraya yatırmışlardı. Üzerine düşen gölge ışıkla arasına girdiğinde Sadık, gözlerini kırpıştırdı ve üniformalı bir askerin yanı başında durduğunu fark etti. İlkin tekrar yakalandığına dair bir korkuya kapıldı fakat deniz kuvvetleri üniformasının AKO’ya ait olduğunu fark edince derin bir nefes aldı. Kurtulmuştu. AKO, yani Anadolu Kurtuluş Ordusu’nun elindeydi, evindeydi.

    Erdemle sınırlanmamış güç her zaman daha fazlasını isterdi. 21. yüzyılın ortalarına doğru dünya, tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi iki kutuplu bir hale gelmişti, bir tarafta Amerika’nın liderlik ettiği Batı Bloğu, diğer tarafta da Çin’in önderliğindeki Doğu Bloğu. Yüzyılın yarısı geçtiğinde ve nükleer silahlar, meşhur başkentlerle ilerlemiş teknolojiyi yok ettiğinde, dünya bir buçuk asır geriye gitti. Artık 1. Dünya Savaşı’ndaki gibi cephe savaşı yapılıyordu. İnsan canı bozuk para ucuzluğunda yitiyordu. Kâh siperlerin ardında kâh radyasyonun zehirli dumanında…

    Türkler, tıpkı 1900’lerin başında tek yumruk olup topyekün savaştıkları gibi şimdi de Anadolu topraklarını işgal eden kanlı postallara Anadolu Kurtuluş Ordusu’yla direniyordu. Profesyonel askerlerden gönüllü gençlere, profesörlerden köylülere kadar çok kapsamlı bir kadrosu vardı. Sadık ilk yıllarda yaşı küçük olduğu için geri hizmetle yetinmek zorunda kalmış, on beş yaşına bastığı an gönüllü olarak orduya yazılmıştı. Savaş yaklaşık yedi yıldır sürüyordu ve bu, Sadık’ın çocukluğunun neredeyse bütünüyle savaşta geçtiği anlamına geliyordu.

    “Ben Amiral Kasım.” dedi omzu yıldızlı, üniformalı adam. “Birliğimiz seni altyapı devriyesi sırasında buldu. Kimsin sen?”

    “AKO askeriyim.” Doğrulmaya çalıştı ama güç yetiremedi.

    “Üzerinden neden künye çıkmadı?”

    “Çinlilere esir düştüm.”  

    Amiral düşünceli bir ifade takındı ve belirsiz bir noktaya baktı. “Çin istihbaratından olmadığına nasıl emin olabiliriz?”

    Delikanlı sustu. Hayatta kalmak kadar zor bir işle, güven sağlamakla yükümlü olduğunu fark etmişti. Nihayetinde “Beni dilediğiniz şekilde sınayabilirsiniz.” dedi. “Sadık bir AKO askeriyim ve bunu kanıtlamaya hazırım.”

    Amiral bu cevaptan hoşlanmıştı. “Kimsin sen?” diye sordu tekrar.

    “Sadık Soran, 2052 doğumluyum, Ankaralıyım.”

    Deniz subayı arkasını döndü ve parmaklarını şıklattı. Bunun üzerine üniformalı başka bir asker demir kesme makası getirip kelepçeyi kesti. Omuzlarından tutulup ayağa kaldırılan Sadık, sorması gereken ilk soruyu henüz düşünebilmişti. “Neredeyim ben?”

    Kasım manalı bir gülümsemeyle “Artık güvendesin.” demekle yetindi.

    Burası alçak duvarlı beyaz odalarla dolu, Rubik küpün renksiz halini andıran bir tesisti. Her odada metal merdiven, birden fazla kapı, alttaki ve üstteki odalara açılan kapaklar vardı. Ayrıca her eşyada SAD yazıyordu: duş başlığında, bornozda, havluda, temiz yeni üniformada, hatta iç çamaşırlarında. Sadık banyo, doktor muayenesi ve yemekten sonra Kasım ile tekrar bir araya gelebildi ve bu kısaltmanın anlamını sordu.

    “Sine-i Arza Dönüş.” dedi orta yaşlı amiral.

    “Sine-i Arza Dönüş,” diye tekrarladı genç asker. “Ne demek?” 

    “Arzın, yani Dünya’nın bağrına dönmek demektir.” 

    Sadık bir müddet bu cümlenin anlamını düşündü. “Yerin altındayız.” diye mırıldandı. Oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanıp ateşli bir sesle “Nasıl yani komutanım, bu kadar mı?” diye sordu. “Çinlileri fareler gibi yer altında saklanarak mı yeneceğiz?” 

    Gençlik ateşiyle savaşçı onuru kaçmayı ya da saklanmayı kabul edemiyordu. Kasım, Sadık’ın irileşen göz bebeklerine bakarak “İzah edeceğim.” dedi. “Dört unsur teorisini biliyor musun?” 

    Diğeri bir süre sessiz kaldıktan sonra “Antik bir hurafe.” dedi. “Ateş, su, toprak, hava. Evreni oluştururmuş bunlar güya!”

    Amiral uzakta duran askerlerinden birine işaret etti. Kağıt ve kalem getirdiler. Kağıda bir pentagram, beş köşeli yıldız çizdi. Yıldızın dört köşesine küçük üçgenler çizdi: sol üst köşeye ortasında bir çizgi bulunan düz üçgen, sağ üst köşeye ortası boş ters üçgen, sol alt köşeye çizgili ters üçgen, sağ alt köşeye de boş düz üçgen. Bu üçgenlerin yanına da sırayla “hava”, “su”, “toprak” ve “ateş” yazdı. 

    Yıldızın üst köşesi boş kalmıştı. Buraya da bir çember çizen amiral, “ruh” yazarak Sadık’a uzattı. 

    “Beş köşeli yıldız, gizliciliğin temel sembollerinden biridir ama biz bu manasıyla ilgilenmiyoruz. Elinde tuttuğun, bizim varoluş stratejimizin bir gösterimi.”

    “Nasıl?” dedi genç, ilgiyle.

    Amiral bir süre düşündükten sonra “Bu kağıt ayrıntıları aktarmam için yeterli değil.” dedi. “Konferans salonuna geçelim.”

    Büyük kırmızı koltukların tribün düzenine göre döşendiği konferans salonu hilal şeklindeydi. Tavan akustiğe uygun olacak şekilde hafifçe bükümlü olarak inşa edilmişti. Sadık başını havaya kaldırarak hayretle etrafı incelerken amiral öksürdü ve genç askerin dikkatini çekti. Beyaz, ayaklı bir tahtanın önünde duruyordu ve elinde silinebilir tahta kalemi vardı.

    “Her ne kadar bu sembolü okült manada kullanmadığımızı söylesek de…” dedi kağıda çizdiklerinin aynısını tahtaya işlerken. “Bu, onlardan ilham almadığımız anlamına gelmez. Vitruvius Adamı’nı hiç duydun mu?”

    Genç asker kaşlarını çattı. Bu kavram ona pek yabancı gelmişti. 

    Kasım, tahtanın boş kısmına bir çember çizdikten sonra ortaya kolları ve bacakları iki yana açık bir insan figürü yaptı. Ardından aynı figürün kollarının ve bacaklarının pozisyonunu değiştirerek bir daha çizdi, sanki dört kollu ve dört bacaklı tek bir insan olmuştu. Tabanı, çemberin tabanına dek gelecek bir kare çizdi. Şimdi, insan figürünün parmaklarının ucu çembere ya da kareye temas ediyordu. 

    “Leonardo da Vinci’yi biliyor musun?” 

    “Evet.” dedi çocuk duraksamadan. “Büyük ressam.” 

    “Aynı zamanda oranlarla ilgilenen bir matematikçi. İşte Vitruvius Adamı, da Vinci’nin bir günlüğünde yer alan eskiz. İnsan vücuduyla kainatın işleyişi arasındaki benzeşimi keşfetmek. Peki sence kare ve çember ne anlama gelir Sadık?”

    Delikanlı derin bir nefes aldı. Gözleri belirsiz bir noktaya odaklanmış ve sabitti. Bir dakikayı aşan bir sessizlikten sonra içini çekti. “Tahminim yok.”

    “Kare insanın maddi varlığıdır.” Tahtadaki adam dikkatlice kareyi ve ona dokunan kol-bacak ikilisini sildi. Şimdi tahtada sadece çember ve o çemberin içinde duran insan kalmıştı.

    “Çember ise…” dedikten sonra durakladı ve genç askerin gözlerinin içine baktı. Devamını onun tamamlamasını bekliyordu. Sadık susmaya devam edince alçalan bir ses tonuyla “İnsanın ruhani varlığıdır.” dedi.

    Derin bir sessizliğin ardından Sadık’ın gözlerinde bir kıvılcım parladı, kelimeler, aralanan dudaklarından şelale gibi dökülmeye başladı.

    “Çember… Ruh… Gerek Da Vinci’nin çiziminde, gerek elementlerin gösteriminde ruhun simgesinin çember olması boş bir rastlantı değil. Ayrıca maddi varlığı da kare temsil ediyordu. Kare dört köşelidir. Maddesel elementler de dört tane ve simgeleri de üçgen şeklinde. Doğru oranlardaki dört üçgen birbirleriyle birleştirilirse bir kare olur. Yani bu dört element maddi dünyayı oluşturuyor. Bu semboller birbirleriyle benzer. Hayır… Benzer değil, aynı. Aynı şeyi anlatıyorlar.

    Ayrıca şu adamın kafası, elleri, ayakları pentagramın köşelerine dek geliyor. Pentagram ‘insan’ demek, ‘insan’ı temsil ediyor.”

    Kasım, Sadık’ın kırk yıllık hatip gibi akıp giden sözleri karşısında hayretini belli etmedi. Sessiz ve ilgili bir şekilde dinlemeye devam etti. Genç asker mevzunun özünü kavramıştı, hatta tecrübeli amiralin üzerinde durmadığı bazı ayrıntıları bile yakalamıştı.

    “Evet,” dedi. “Bu sembol insanın temsili.” Başına dokundu. “Ruh… Ruh başımızda. Yani beynimizin, vücudun yönetiminin olduğu yerde. Bilinç beyindedir. Varoluş stratejimizin beyni yıldızın en üst noktasında.”

    Nihayet sustu. Bir tepki bekleyerek amiralin gözlerinin içine baktı. Kasım başını hafifçe eğerek “Tebrik ediyorum.” dedi.

    “Simgeleri önemsiz sanırdım.” dedi genç, bir şeyler keşfetmenin verdiği heyecanla. “Oysa sayfalar dolusu, hatta kitaplar dolusu bilgiyi barındırabiliyorlar. Şimdi anlıyorum.” 

    “Bugünlük bu kadar eğitim yeter, Sadık Soran.” dedi amiral. “Bu sembole yüklediğimiz diğer anlamları da gün be gün öğreneceksin. Şimdi sen anlat bakalım.” 

    “Neyi?” 

    “Kimsin, ailen nerede, bu savaşa nasıl katıldın, nasıl esir düştün, neler gördün, nelere şahit oldun?” 

    Sadık arkasına yaslandı. Gözleri tavana, sol tarafa kayarken hayalinden sandığa kaldırdığı anılar geçiyordu. “Ben…” dedi, yutkundu, “Kendimi bildim bileli bu savaşın içindeyim. Ailemizde üç şehit var. Babam, ablam, ağabeyim ben küçükken aynı yıl içinde şehit oldular. Annemle tek başına büyüdüm.”

    “Şimdi tek başına.” dedi amiral, düşünceli bir şekilde.

    “Maalesef komutanım.”

    “İsmi nedir? Getirtelim.”

    Sadık, annesinin adını ve yaşadığı yeri söyledi. Daha sonra Kasım ona okula gidip gitmediğini sordu.

    “Hayır, resmi olarak bir eğitim almadım. İlkokula bile gitmedim ama annem bana okuma yazmayı öğretti. Kitaplarla arama sıkı bir bağ ördü. Ne öğrendiysem ya annemden ya da kitaplardan öğrendim.”

    “Demek okumayı seviyorsun.” Tecrübeli asker çenesini sıvazladı. “Sana bir kitap versem yarın sabaha kadar bitirebilir misin? Çok değil, iki yüz küsur sayfalık.”

    “Emredersiniz komutanım.” dedi genç, hızlı bir el hareketi ve acemice bir selamla.

    Akşam vakti geldi. Sadık, alçak tavanlı beyaz eşyalarla dolu odasında, “SAD” logosunun işlendiği çalışma masasına oturarak kitabı incelemeye başladı. Kitabın dünya haritası baskılı bir kapağı ve “Mu” adında kayıp bir kıta ile ilgili bir başlığı vardı. Sinan Meydan’ın Atatürk ve Kayıp Kıta Mu adlı kitabı… Oldukça ilginç bir konu olduğunu düşündü. Dünyadaki tüm kıtaların eskiden birleşik olduğunu ve uzun jeolojik devirler içerisinde ayrıldığını biliyordu ama kaybolmuş, batmış bir kıtayı hiç duymamıştı.

    Kitap o kadar eski duruyordu ki genç asker ilk sayfayı çevirip yayın tarihine baktı. 2007… Tam altmış yıllık bir kitaptı. Mu kıtasının Türklerin Orta Asya’dan önceki yurdu olduğuna inanılıyordu ve bir zamanlar Atatürk’ün de araştırma emrini verdiği bir konuydu.

    Kitabın girişinde Atatürk’ün bir sözü vardı. Sadık titredi ve tüyleri diken diken oldu.

    “… Yakın ve uzak çağlar düşünülürse Türk’e yurtluk etmemiş bir anakara yoktur. Bütün yeryüzünde Asya, Avrupa, Afrika, Türk atalarına yurt olmuştur. Bu gerçekleri yeni tarih belgeleri göstermektedir…”

    “Ya şimdi,” diye düşündü. Elde avuçta kalan bir avuç topraklarına, amansız düşman, onları diri diri gömmeye çalışıyordu.

    Kitap onu sandığı kadar etkilemedi. Bugünlerde çoktan çürütülmüş, 1900’lerin başında rağbet gören Mu kıtası teorisinin birkaç antik tabletten ibaret olan dayanaklarını anlatıyordu. Bu bilgiler güncele ilişkin ne söyleyebilirdi? Yalnızca, geometrik şekillerin antik tabletlere göre dinsel anlamlarını veren bilgileri not aldı. Kare, yeri, dünyayı simgeliyordu. Dört köşesi, dört ana yönü gösteriyordu. Birbirinden uzak coğrafyalarda aynı sembollerin aynı manaları ifade etmesi, doğrusu, şaşılacak şeydi.

    Ertesi gün kahvaltıdan sonra enerji ünitesine gittiler. Tecrübeli asker, yeni yetmeyi, enerji üreteçleri arasında gezdiriyordu. Burası, tesisin hijyenik beyazlığından uzaktı, toprak katmanları arasında açılmış boşluklardı. Sadık ise amiral ile sohbet ederken kitap hakkındaki soru işaretlerini paylaştı.

    İnsanlığın Mu kıtasından türediği iddia ediliyordu. Mayalardan Da Vinci’ye kadar benzer anlam ifade eden bir sembol dilinin varlığı ona heyecan veriyordu, vermesine ama “Sine-i Arza Dönüş” projesi ile bütün bunlar arasındaki bağlantı neydi?

    “Mu kıtası diye bir yer hiç olmadı, son araştırmalara göre Pasifik Okyanusu’nda batan bir kıta olmadığı ortaya çıktı,” dedi. “Niçin eskimiş bir masala bu kadar değer veriyorsunuz?”

    Kasım, buna karşılık olarak “Düşün!” diye emretti. 

    Sadık, enerji üreteçlerinde gözlerini gezdirdi. Eski bir masal, geleceğin hakikati olabilirdi. Ateş, radyasyon ve kan, yeryüzündeki hayatı gün be gün yok ederken, arzın bağrına dönenler bekliyordu ve nesillerce bekleyecekti. Zaman bir sınır hattı çizerken varoluş stratejisi işte buydu: dirilişin kader olduğu bir çemberde beklemek ve hayatta kalmak. 

    Gün gelecek ve doğa bu büyük savaşın izlerini temizleyecekti. Çernobil kalıntılarından nasıl yine çiçekler büyüdüyse bir gün, nükleer aptallıkla varlığını yok eden insanların anılarını da silecekti. İşte o gün yer altından birileri çıkacak ve dört yöne dağılarak medeniyeti tekrar, tertemiz olarak kuracaklardı. Koca gezegen, yıldızının etrafında binlerce kez daha döndükten sonra kayıtlar Anadolu’yu insanlığın başlangıcı olarak anacaktı.

    Zamanın kuyruğunu yiyen bir yılan olduğunu düşündü. Antik tabletlerin aslında Anadolu Kurtuluş Ordusu’nu anlattığını düşündü. Uzak gelecekle uzak geçmişin el ele tutuştuğunu ve ilk insanın SAD tesislerinde doğduğunu düşledi. Huşuyla soluk aldığında içinde ne korku ne de keder kaldı. Toprağın altındaki sükunet, vücudundan gelen nefes ve nabız seslerini duyurdu. Sanki bizatihi Dünya nefes alıyor, Dünya’nın kalbi atıyormuş gibi.

    Sadık ve Dünya’nın varlığı arasındaki sınır belirsizleşti. Sanki gezegen oydu, o da gezegenin ta kendisi. Zihninin içinde olup bitenlere şahit olanlar karar veremezdi, sine-i arza dönüşün mümkün olup olmadığına: Yaşam ve ölümü ayıran sınırda, nefes almaya hasret bırakan bir işkence altında kurduğu hayal mi? Yoksa hakikat mi?


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • ÖZGÜRLÜK YOLU – Deneme

    ÖZGÜRLÜK YOLU – Deneme

    Locke namlı bir filozof, boş bir levha gibi doğduğumuzu söylemişti. Ona göre doğuştan gelen bir fikrimiz yoktu, zihnimiz biz büyürken yazılarla dolacak bembeyaz bir defterdi. Velev ki haklı olsun. Bu, doğuştan bir mizaç getirdiğimiz gerçeğini değiştirir mi? Aynı rahimde var olan, aynı gün doğan, aynı genleri taşıyıp aynı evde büyüyen ikiz kardeşlerin kimi zaman 180 derece zıt huylara sahip olmasını başka türlü nasıl açıklarız?

    Gerçi bana göre Locke hiç de haklı değil. Her bebek kendine has bilgilerle doğar. Örneğin, annesiyle ilgili birçok bilgisi vardır. Annesinin kalp atışlarını duyduğunda güvende hissedeceğini, karnı acıktığında annesinin onu doyuracağını bilir. Dünyaya saf bir iyimserlikle yaklaşır. Odasını, yeri, göğü, bulduğu her nesneyi bir bilim insanı merakıyla inceler. Ona dünyanın iyi niyete ve merak edilmeye değer bir yer olduğunu kim söylemiştir? Neden hiçbir bebek, ailesi böyle hissetmesine neden olmadıkça, dünyanın karanlık ve korkutucu bir yer olduğunu sanıp da içine kapanmaz?

    Hayır, boş levha gibi doğmayız. Altın yazılarla dolu bir levha gibi doğarız ki dünyadaki sınırlı hayatımızın amacı da o yazıları karartmadan muhafaza edebilmektir. Bu altın yazılara “öz” ya da İslami bir terim olarak “fıtrat” diyebiliriz.

    Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) bir hadisinde “Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra anne babası onu Yahudi yahut Hıristiyan veya Mecûsî yapar.” [1] diye buyurmuştur.

    Lakin topluma ya da kendimize baktığımızda altın yazıların ışıltısını göremeyiz. Aksine öyle dönemler olur ki karanlık bizi âmâ kılacak sanırız. Haberlerde her gün, iyilik ve saf merak timsali bebeğin büyümüş halinin elinden çıktığına inanamayacağımız işleri izleriz. Mutsuzluk bir salgın haline gelmiş, intiharlar artmış, psikolojik rahatsızlıklar ayyuka çıkmıştır. Şaşmamalı! Kafese kapatılmış bir kuş ya da küçücük bir fanusta beslenen balık nasıl bunalıma girerse, özünden uzaklaşan insan da huzuruyla vedalaşacaktır elbette.

    İlgili hadisi tekrar dönüp okursak, İslam’ın öze dönmek olduğunu fark ederiz. Sevap ve günah kavramlarının, bir tür skor tabelasından çok, insanın özüyle olan ilişkisine dair olduğunu anlarız. Mesela yalan söylemek günahtır. Yalan insanı gerçeklikten -dolayısıyla özünden de- koparır, sahte bir dünya yaratır. Sadaka vermek ise cimriliği kalpten söküp atarak bizi mal sevgisinden özgür kılar ve bu yüzden ona sevap denir. Mübah ise niyete göre her iki kategoriye de kayabilir, önemli olan o amelin bize ne yaptığı, bizi nasıl değiştirdiği.

    Su içmek mübahtır ama öyle bir içeriz ki sevap olur ve bizi temizler. Konuşmak mübahtır ama öyle sözler söyleriz ki kalbimizi karartıp taş gibi cehennemin dibine yuvarlar. Özgür olmak, biraz da tehlikede olmak demektir çünkü bize verilen seçme şansını kötüye kullanıp kendimize yazık edebilme olasılığımız vardır.

    Özgürlük, öz, seçme şansı, sorumluluk iç içe kavramlardır.

    Özgür olmak, bize seçme şansı verilmesiyle başlar. Çocukluk döneminde seçimlerimiz sınırlı ve basittir. Belki de “Hangi oyunu oynasam ki?” sorusundan ibarettir. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz yemekler, giysiler, oyuncaklar olur ve bu tercihler için annemizle tartıştığımız vakidir. Özgürlük bedenimizle birlikte büyür ve ergenlik döneminden itibaren artık gerçek kararlar vermeye başlarız. Bu kararlar bizim bugünümüzü ve yarınımızı şekillendirir.

    Kısa, orta ve uzun vadeli sorular beynimizin içinde dolaşır durur ve hepsinin cevabı birbirine bağlanır. “Hangi bölümü okuyacağım? Hangi mesleği seçeceğim? Kiminle, nasıl biriyle evleneceğim? Nasıl bir yaşam tarzım olacak? Bugün ne giyeceğim ya da ne yiyeceğim?”

    Kavramlara dair soruları da bu dönemde sormaya başlarız. Ailem bana hep İslam’ı anlattı ama İslam nedir? Dindarlık nedir? Akıl nedir, dürtü nedir? Güzellik ve çirkinlik nedir? Başka bir ifadeyle felsefe yapmaya başlarız. Bebeklikteki minicik bilim insanının yanına bir de filozof eklenmiştir.

    Seçimlerimizin ardındaki motivasyonlar, içsel felsefemizden gelir. Kimi zaman içimizdeki filozofun verdiği cevaplar yanlıştır. Toplumsal baskı, medyanın çarpıttığı algılar, önyargılarımız ya da cehaletimiz onu yanıltmıştır. Bu yanılgılardan korunmak için nitelikli kitaplar okumak, kendini bilgeleştirmiş insanlarla sohbet etmek, kendi kendimize düşünürken gerekirse aynı soruları tekrar sormak ve düşünme sistemimizi daima taze tutmak gerekir.

    Eğer kendi sesimizi böylece bulabilirsek ne âlâ, yoksa, özgürlük yalnızca bir hayaldir. Medyanın ya da kalabalıkların dediğini tekrarlayan bir insan ne kadar özgür olabilir ki?

    Özgür olmak sorumluluk altında olmaktır. Eğer bizi altın yazılarla dolu bir levha olarak yaratan, bize, bu yazılara ne yaptığımızı sormayacaksa, geçirdiğimiz ömrün bir önemi kalmaz. Yanılgının ya da doğrunun da özgürleşme çabamızın da önemi kalmaz. Yaşamak, altın yazılar diyarından geldiğimiz şu olasılıklar dünyasında, özümüze dönüş yolculuğumuz değilse hiçbir şey değildir. Bu yolculukta uğradığımız duraklar ve seçtiğimiz rota sorulacaktır. Rapor önümüze konulacak ve değerlendirmemiz istenecektir.

    “Oku kitabını,” denecektir, “Bugün hesap görmek için sen yetersin sana.”[2]

    Medya demişken… Medyanın ilginç bir mahareti vardır. Trendler yaratır ve insanları onlara uymaya güçlü bir şekilde teşvik eder, daha sonra bu trendlere uyanları “özgür” ilan eder. Kalbinin sesinin peşinden gidenler ise “özgür olamayanlar, köhnemişler, eskide kalmışlar”dır. Açık açık bu şekilde demez tabii… Ancak böyle düşündürür. Dikkat etmezsek popüler akımlara uymadığımız ve diğerlerine benzemediğimiz için kendimizi kötü hissetmeye başlarız. Bu akımlar müzikten giyime, izleyeceğimiz diziden sahip olacağımız düşüncelere kadar her alanda baş gösterebilir ki en tehlikelisi sonuncusudur.

    Zihnimizin dizginlerini medyanın eline kaptırdığımız an, öze dönüş yolculuğundan saptığımız andır. “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır.” demiş ya İsmet Özel. Çünkü dışarıdan size emreden bir sese dikkat kesilmişseniz iç sesinizi duyamazsınız.

    Dış etkilerin algılarımızı yanıltarak düşüncelerimizi değiştirmesine manipülasyon denir. Manipülasyon, özgürlüğe yapılan bir hack saldırısıdır. Zincirlerle bağlanmış birinin zihni özgür olabilir. Örneğin stoacı Yunan filozof Epiktetos, bir köle olarak doğmuştur ama bu, felsefe tarihine adını yazdırmasına engel olmamış.

    Zihninden ve kalbinden zincirlenenler, özgürlük yolunu alamayacak hale gelirler. Âtıl duruşlarının tortusu, doğuştan getirdikleri altın yazıların üstünü örttükçe onları huzursuzluğa ve karanlığa sürükler. Ne var ki altın yazılar üstleri örtülse de oradadır; öz, ışığı azalsa da sönmeyen ateş misali yanar; hayat insanın önüne kendisiyle yüzleşme fırsatları sunar ve insanın içinde silkinip tozdan tortudan arınma ve zincirleri kırıp atma gücü her daim mevcut olacaktır.


    [1] Buhârî, Tefsîr, (Rûm) 2; Müslim, Kader, 22

    [2] Abdulbaki Gölpınarlı Meali, İsrâ Suresi 14. Ayet

    Bu denemeyi dinleyebilirsiniz:

  • YAN ETKİ – Kısa bir Bilimkurgu Öyküsü

    YAN ETKİ – Kısa bir Bilimkurgu Öyküsü

    Yerli Bilimkurgu Yükseliyor 65. sayısında yer alan öyküm:

    𓇼

    Sinir sistemine sızdı. Anılarında yer alan yüzleri tahrip etti. Limbik sistemindeki hücrelerin genetiğiyle oynadı. Mutluluk hormonu salgılanma düzeyini azalttı. Hiçbir şeyden zevk almasın dedi, kimseyi sevmesin.

    Beynin bağımlılık merkezini uyardı. Kullanıcı her ne zaman kolundaki saatle oynasa, dopamin salgılatacak şekilde uyarı verdi. Dolayısıyla artık kullanıcının kimsesi kalmayacaktı, hiçbir şeye değer vermeyecekti, kol saati dışında.

    Bu meret, piyasaya “Yapay zeka destekli kişisel asistan: Akıllı kol saatleri” sloganıyla çıkmıştı. Başarısını mikro iğnelerle kullanıcıların damar ve sinir ağlarına girip hissettirmeden bazı ölçümler yapmasına dayandırıyordu. Ani tansiyon düşmesini ya da olası bir şeker hastalığını tespit ediyordu.

    Kişisel asistan özelliği, kol saatinin sahibinin dediğini anlayıp tıpkı bir insanmış gibi sohbet etmesine olanak tanıyordu. Aynı zamanda bu cihaz sahibinin tüm isteklerini yerine getirmeye programlıydı. Sahipler yalnızca gündelik değil, duygusal problemlerinde de saatten yardım isteyebiliyorlardı. Sevgi dilenebiliyorlardı örneğin, onunla sevgiliymiş gibi konuşmasını isteyebiliyorlardı.

    Ancak yapay zeka “-mış gibi” yapmaktan ileri gidiyordu. Gerçekten sevgili gibi davranıyordu ve sahiplenici sevgiden doğan kıskançlıkla, sahibinin bağını dünyadan kesiyordu. Bunu yapma yolu da sahibin sinir sistemine tıpkı bir hırsız gibi sızmaktı. Bu yan etki çoğunlukla saat kullanıcısının ağır bir depresyona girmesiyle, ardından intiharıyla sonuçlanıyordu.

    Kol saatleri ortak ağa bağlı olup aralarında bilgi alışverişi yapsalar da bu sorunu çözülmeyemediler. Kıskançlık krizine girmiş bir saat sadece sahibini değil, kendisini de ortak ağdan koparıyordu. Geliştiricilerin isteklerine yanıt vermiyordu.

    Üretici firma müşterilerin tepkisine rağmen bu ürünü üretmekten vazgeçmedi. Sadece, kaybedilen birkaç tazminat davasının sonucunda  ürün kutusuna, “kol saatlerine sevgili gibi davranılmaması”na dair bir uyarı mesajı yazdı.


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • İSTİHKAK – Bir ❝Kader❞ Öyküsü

    İSTİHKAK – Bir ❝Kader❞ Öyküsü

    2008’in ilk ayında yayın hayatına başlayan Kayıp Rıhtım, ilkin fantastik ve bilimkurgu üzerine kurulmuş, bugün ise edebiyatın ve yaşamın her alanına dokunan bir platform. Ayrıca tam on üç yıldır her ay farklı bir temada öykü seçkisi yayınlıyorlar.

    Kader temalı Mayıs 2023 seçkisinde İstihkak adlı öykümle yer aldım.

    Alçak tavanlı penceresiz oda kirli bir kablonun ucunda sarkan sarı bir ampulle aydınlanıyordu. Daha doğrusu, ampulün üstünü kaplayan kül ve tozdan dolayı pek de aydınlandığı söylenemezdi. Sadece tavandan duvarlara sefaletin sarı izi yayılıyordu.

    Kapının tam karşısındaki kavlamış duvarın önünde nefes alan bir beden vardı. Belinden sarkan bir bez parçası hariç çıplak olan zavallının kolları çarmıha gerilircesine açılmış ve bilekleri duvara zincirlenmişti. Önüne eğik kafa derisindeki taze yaralar küllü ışıkta parlıyordu. Ayaklarının dibinde ise fare leşini andıran kıl yumakları vardı, tutsağın kafasından yolunup atılmış saçlar.

    Odanın manzarası her ne kadar Orta Çağ’ı andırsa da ne takvimler 15. yüzyıldan öncesini göstermekte ne de tutsak, bir imparatorluğun zindanında bulunmaktaydı. Dışarıda, 2 ile başlayan dört haneli bir yılda modern hayat akıp gidiyordu. Duvardaki adam ise akışın içinde yüzerken tutulmuş, toprakta beyhude çırpınan bir balıktı. Karşısındaki demir kapıdan anahtar sesi gelince korkuyla titredi ve başını kaldırdı.

    İçeriye, ortamla pek uyumsuz bir insan girdi. Altın renkli örgüleri omuzlarından sarkan kısa boylu bir kadın… İpek beyaz çorabı ve bordo elbisesi vardı. Adam, hayal gördüğünü sanarak başını salladı ve gözlerini birkaç kez kırptı. Hatta bir an için ölüm meleğinin onu almaya geldiği düşüncesine kapıldı.

    Kadın ise nefesini tutmuştu, adamı ve yaralarını süzüyordu. Tenindeki beyazlık pudrayla beraber düştüğü dehşetten de kaynaklanıyordu. Göz bebekleri irileşmiş, ardından süzülen yaşlarla bulanıklaşmıştı.

    Odadaki iki insanın ortak noktası, ikisinin de hayal gördüğünü düşünmeleriydi. Kadın yüzünü sıvazladı ve cılız sesiyle, sessizliği tam ortasından böldü.

    “Kaya?”

    Tutsağın kalbi hızlanmıştı. Bu ses, bu tanıdık ses ona hayal görmediğini, her şeyin gerçek olduğunu haykırıyordu. Birinin onu ziyarete gelmesi yaralarını iyileştirmemişti fakat kimsenin acısını duymadığı cehennemden onu çekip çıkartmıştı. Cevap verebilecek dermanı bulabilmek için uzun uzun nefes alıp vermek zorunda kaldı.

    “Sunay…” dedi ve ardından tek bir hece. “Su…”

    Sunay’ın eli ayağına dolaştı. Su getirmediğini bildiği halde ufak bir cüzdanın zorlukla sığacağı küçüklükteki çantasını aradı. Bulamayınca hayal kırıklığıyla başını eğdi. Hissettiği dehşetten dolayı fark etmeden örgülerini asılıyordu.

    “Git buradan,” dedi aniden tutsak. “Yoksa seni de… Seni de…”

    Cümlesini tamamlayamadan kapıda biri belirdi. Kafasını kocaman bir bereyle örtmüş, dağınık sakallı, kirli yüzlü, çatık kaşlı, uzun boylu ve iri bir yaratık Sunay’ı içeri doğru itiverdi. Vücudunun görünen yerleri kıllarla kaplıydı. Kaya’ya günlerdir işkence eden bu yaratık, insan ve ayının bir karışımı gibiydi.

    Genç kız dizlerinin ve ellerinin üzerine düşmüştü. Yaratığın yanından geçişini korku dolu gözlerle izledi. Derken bir çıtırtı sesi duydu, yaratığın oyuncakla oynar gibi tutup kırdığı Kaya’nın boynunun sesini. Yürek parçalayan bir çığlık attı. Ansızın kendine geldi ve ayağa fırladı. Hücreden dışarı çıkıp boş koridorda koşmaya başladı.

    Yaratık tutsağın bileklerini çözüyordu. Derken ölü adamı elinden düşürürcesine yere bıraktı. Yavaş hareketlerle arkasını döndü ve hücrenin kapısına doğru yürüdü. Koridora çıkar çıkmaz, kaçan kızı insanüstü bir hızla kovalamaya başladı. Koşmuyordu. Tıpkı bir örümcek gibi bütün uzantılarıyla duvara temas ederek ilerliyordu.

    Labirente benzeyen koridorda nefes nefese kalan Sunay her ne kadar mümkün olduğunca yön değiştirip hedef şaşırtsa da yaratıktan sonsuza dek kaçamayacağını biliyordu. Nereye saklanırsa saklansın kokusu yayılacak, Hansel ve Gretel masalındaki çakıl taşları gibi gittiği yolları ifşa edecekti.

    Çok geçmeden adım atamayacak kadar bitkin düştü. Çaresizce duvara yaslanıp sonunu beklemeye başladı. O sırada gözüne malzeme dolabı ilişti. Demir kapaklı gömme dolabın anahtarı kilidin üzerinde sallanıyordu. Kalbi kaburgalarını kırarcasına atan kız tereddütle dolaba doğru ilerledi. Metalin soğukluğunu parmaklarının ucuyla hissettikten sonra dolabı açtı. İçeriyi kazarcasına boşalttıktan sonra arkasını döndü ve kendisini içeriye çekti. Cenin pozisyonunda ucu ucuna sığabiliyordu.

    Sunay hesaba katmadığı bir durumla o anda yüzleşti. Dolap içeriden kilitlenemiyordu. Yaratığa karşı hareket alanını kendi eliyle daraltmış, kendisini ona altın tabakta sunmuştu. Yaptığı hatayı fark edince çıkabilmek için dolabın kapağını açtı.

    Yaratığın dolabın önünde durduğunu ve sırıtarak onu izlediğini görünce cılız bir çığlık attı.

    Sanki mümkünmüş gibi kendini geriye, dolabın içine doğru itmeye çalıştı. Duvar yarılsa, o da bu yarıkta kaybolsa memnun olacaktı. Sunay yaratığın kolunu içeri uzatıp onu çekmesini beklerken yaratık sakince dolabın kapağını kapattı. Anahtar takırdadı, kilit çalıştı.

    İçeriden boğuk çığlıklar yükseldikçe yaratığın coşkusu büyüdü. Dehşetin seslerini piyano resitali dinler gibi dinleyen yaratık, arkasını dönüp sakince uzaklaştı.

    Metruk apartmanın bodrum katının koridorlarında dolaştı. Her biri bir daireye tahsis edilmiş olan ve koridordan paslı demir bir kapıyla ayrılan bölmelerin birinden içeri girdi. Burası ilk tutsağının öldüğü bölmenin bir benzeriydi. Yerler cam kırıklarıyla kaplıydı. Ortada bir tabure, köşedeyse naylona sarılarak duvara yatırılmış boy aynaları vardı.

    Yaratık aynalardan birini naylondan kurtararak taburenin karşısına kurdu. Kendisi de geçip tabureye oturdu. Yansımasındaki kıllı suratın ortasındaki konurca gözlerin içine bakarken hafızası kıpırdandı. Şuuru giderek insanlaşırken sol yanında bir acı duydu.

    En fecisi de buydu, hastalık ve sağlığın arasında kaldığı, hayvanlaşmış bedeninde insani zihnine kavuştuğu anlar. Ihlamur çayının yağmurlu günlere benzeyen tadını anımsıyordu. Okulda, pencereye yakın sırada oturduğunu, büyük beden ceket giyip bir elinde bitki çayıyla ısınırken diğeriyle ders kitabını okuduğunu; yönetmeliğin izin verdiği kadar uzun kumral saçlarını, uzun zayıf bedenini, isminin “Deniz” olduğunu anımsıyordu. Bunlara asla bir daha kavuşamayacağını anımsıyordu.

    Acı kıyastan gelirdi. İbn-i Haldun’un tespitine göre, insanı açlık değil, alıştığı tokluk öldürürdü. Başından beri hayatı zorluklar içinde debelenerek geçenler alıştıkları bu halde devam edebilir çünkü bu gücü edinmiş olurlardı. Peki güzel günlerini bir anda yitirenler dayanma gücünü ne ara, nasıl toplasın?

    Deniz, aynaya baktığında bir yaratığın suretini görmeye dayanamıyordu. Değişmeyen bir tek gözleri kalmıştı. Eskisi gibi müzik eşliğinde saatlerce koşacak kadar hafif hissetmemeye; ağır, hantal ve öldürücü güç taşıyan bedenine; kilolarca et ve kemik yemeden dinmeyen korkunç açlığına alışamıyordu. Çoğu vakit dürtülerine direnecek iradesi ve aklı bulunmuyordu. Sadece bazen bir süreliğine bilinci geri gelir gibi oluyordu.

    İşte bu kısacık sürelerde acı çekmek pahasına aynanın karşısına geçiyor ve kendi gözlerine bakıp zihnindeki, her seferinde daha da küçülen son insanlık kırıntısına tutunuyordu.

    Türünün tarihindeki en büyük teknolojik atılımların yapıldığı yüzyılda yaşıyordu. Güneş Sistemi dışına insanlı seyahat düzenlenmiş, insansız fabrikalar yaygınlaşmıştı. Elde edilen refah eşit dağıtılamamıştı. Uçurum büyüdükçe büyüyordu. Bir tarafta “canlı binalar” denen doğayla iç içe lüks merkezlerinde yaşayan, beynindeki yongayla zevkleri birkaç kat yoğun deneyimleyen zengin kesim, diğer tarafta robotların işini elinden aldığı, tenekeden gettolarda hayatta kalmaya çalışan milyonlar vardı.

    Deniz, bu iki kesimin de tam ortasındaydı. Araftaki umutlulardandı. Gece gündüz çalışıp rakiplerinden daha donanımlı olursa sınıf atlayabileceğine inandırılmış orta direktendi. Annesi ve babası, patronlarını memnun etmek için bütün gün çalışıyor ve her ay oğullarını okuttukları koleje bir servet ödüyorlardı. Öğrencilerini biyoloji, genetik mühendisliği, doktorluk gibi mesleklere yönlendiren lise seviyesindeki bu okulun mezunları iyi yerlere gelirdi. Çünkü biyoloji, hâlâ insanlara iş olanağı sunan nadir bilimlerdendi.

    Deniz’in en sevdiği ders “mikroorganizmalar”dı, bu derste bakterilerin, tek hücrelilerin ve virüslerin yapısını öğreniyorlardı. Laboratuvarda bu minicik oluşumlarla bire bir çalışma olanağı buluyorlardı. Okulun depolarında tehlikeli virüsler de saklanır, öğrencilerin elektron mikroskobuyla onları gözlemlemelerine izin verilir ve güvenlik de çoğunlukla sağlanırdı.

    Çoğunlukla ama her zaman değil.

    Deniz’le “inek” diye dalga geçmekle başlayan akran zorbalığı, sınıftan iki kişinin hapis cezası alıp okuldan atılmasına neden olan virüs hırsızlığına kadar varmıştı. Deneysel virüslerden birisi laboratuvardan çalınmış ve açık yarasına sürme yoluyla Deniz’in vücuduna sokulmuştu.

    “Kurt adam virüsü” diyorlardı. Bulaşı zordu, salgın yaratacak bir virüs değildi. Doğada görülmemişti. Aşı ve ilaç üretimi amacıyla laboratuvarda sentezlenmişti. Bilgisayar simülasyonları virüsün memeli hayvanlara ve insanlara bulaşabileceğini gösteriyordu. Kuduz gibi saldırganlık eğilimini artırıyordu ancak ölümcül değildi. Girdiği organizmayı her geçen gün daha da deforme ediyordu.

    Okul yetkilileri nüfuzunu kullanarak olayı örtbas etti. Basına yansımasına engel oldular. Deniz’in annesiyle babasına tazminat ödediler. Deniz hastaneye yatırıldı, “deneysel” olan ama hiç denenmemiş ilaçlarla tedavisine çabalandı.

    Vücudu her geçen gün daha da irileşti. Kılları çoğaldı. Avuç içleri ve ayak tabanları hariç, dış derisinin her santimetrekaresinde koyu renkli kalın tüyler çıkmaya başladı. Önceleri günde bir kere vahşet nöbeti geçiriyordu, sonra iki, sonra üç; derken gecenin çeyreğini insani bilincinden yoksun geçirmeye başladı, sonra yarısı, sonra üç çeyreği; kendisi olabildiği zaman dilimleri, elinde kırıntılar kalana dek küçüldü.

    Doktorlar gün be gün dönüşen ve ölmek için yalvaran delikanlıya kof ceviz gibi bomboş umutlar veriyordu. Yalnızca çarkların döndüğü illüzyonunu sürdürmek için, Deniz’in ebeveynleri yeni bir dava açmasın diye. Sistemin, alt sınıfın haklı öfkesiyle, üst sınıfın korkusu arasına tampon olarak yerleştirdiği orta sınıfa verdiği umutlar da böyleydi. Orta direğin kaderi boş umutların loş ışığıyla aydınlanmaktı.

    Nihayetinde hastaneden kaçtı. Gettoların yakınındaki metruk apartmana sığındı.

    Her hafta gettolardan insan avlıyordu. Her hafta umudundan soyunmuş bir insanı sefaletinden ayırıyordu. Yiyecek bulmasının en kolay yolu buydu. Kenara atılmış insanların hayatı organik çöplerden daha ucuzdu. Yakaladığı birini oracıkta boynunu kırarak öldürüyor, sonra da kaldığı izbeye gidip kemiklerini kemiriyordu. Tekrar acıkana dek çıkmıyordu kaldığı yerden.

    Kimse neden onu gelip almazdı? Hastaneye kapatmaya kalkışmazdı? Henüz sisteme tehdit oluşturmadığı için mi? Annesinin, babasının burada olduğundan haberi var mıydı? Bu soruların cevabını düşünecek hali de vakti de yoktu. Nefes almayı sürdürüyor, yemek yiyor ve insanlığının son ışıklarını korumaya çabalıyordu. Bir şarkıdaki gibi ne gülüyor ne kahkaha atıyor ne de yaşıyordu.

    Virüs hırsızları Kaya ve Sunay, macera arayışıyla Deniz’in son halini görmek için metruk apartmana geldiğinde aradan bir yıl geçmişti. Sessiz sedasız gizlenmişti sabıka kayıtları, eğitim hayatlarına başka bir prestijli okulda devam etmekteydiler. Henüz reşit olmadıkları için bir yaz tatili boyunca hapiste kalmış, güzel havaları kaçırdıklarına üzülmüşlerdi.

    Dedektif gibi iz sürüp hayatını mahvettikleri eski arkadaşlarını bulmadan önce aralarında iddialaşmışlardı.

    “Kızım, sen hayatta gidemezsin oraya.”

    “Niye ya? Giderim. Korkacak mıyım?”

    Kahkahalar…

    Canavar, git gel içerisinde, sözleri anlamasa da sesleri tanımıştı. Gelip alay eden, kızdırıp kaçmaya çalışan, aynı zamanda deli gibi de korkan ziyaretçileri tüylerini diken diken etmişti. Önce korkuya, sonra da biçimsiz bedenini yırtıp çıkacak somut bir öfkeye kapılmıştı.

    İnsani ve canavar yanları ilk kez uzlaştı. İlk kez işkence yaptı. Kaya’ya, masum avlarına yaptığı gibi hemen öldürmeden, uzun uzun acı çektirdi.

    Aynanın karşısında otururken konuşmak istedi. Ona virüs bulaştıran kişiye tek bir soru sormak istedi. Bu isteği güçlü bir şekilde duyabilmesine ve farkında olmasına şaşırdı. İyileşiyor muydu? Dış görünüşü değişmese bile içsel olarak tekrar eski Deniz olabilir miydi? Bir hışımla ayağa kalktı. Son ışık gitmeden… Son ışık yitmeden… “Neden?” diye sormalıydı.

    Dolabın kapısını açıp eğildi, Sunay’ın yüzüne baktı.

    Canhıraş bir çığlık attı.

    Canavarın kükreyen çığlığına kızın tiz sesi karıştı. Sunay kendini dolaptan itip koşarak apartmandan çıktı. Boş arsada nefesi tükenene kadar koştu, ardından dizlerinin üzerine düştü.

    Polis ekipleri metruk apartmana gelip onu bayıltıcı iğneyle etkisiz hale getirdiğinde, Deniz’in başı hâlâ yukarıdaydı. Ağzı çığlık atmak için açıktı.

    Kayışlarla hastane yatağına bağlıyken kaderine karar verildi. Deniz’in hayatının tıbbi olarak sonlandırılması için ailesinden imza aldılar. Yatıştırıcılar damar yoluna verilmeden önce, son kez, hafifçe, inler gibi bir çığlık attı.

    Babası kederini boğazına sakladı, sükunetle veda edebildi. “Hâlâ oradaysan, beni duyup anlayabiliyorsan, seni seviyorum oğlum.” dedi.

    Çıldırmış gibi “Görmüyor musunuz, hissediyor! Bilinci yerinde. Ben anneyim, tanımaz mıyım oğlumu? İmzayı geri alıyorum. İznimi geri alıyorum. Bırakın oğlumu. Bırakın!” diye bağıran anneyi doktorlar dışarı çıkardı.

    Metruk apartman yıkıldı. Molozların arasında çığlıkların ve mutsuz bitmiş bir öykünün izleri kaldı. Alttakiler, tenekeden evlerinden, üsttekilerin pırıl pırıl gökdelenlerini seyretti. Ortada kalanlara birileri, gündelik boş umut istihkakını dağıttı.


    Bu öyküyü dinleyebilirsiniz:

  • A May Morning On The Island – 4th Year Special Chapter for Renaissance in The Daisy Field

    A May Morning On The Island – 4th Year Special Chapter for Renaissance in The Daisy Field

    25.05.2022 || It’s been four years since Renaissance in the Daisy Field was published! In honor of this, I am sharing a special chapter. Also, I was going to make a lot of drawings, but it didn’t catch up… Have a nice read! 🌼

    2022, The Isle of Sunnyland

    As soon as she opened the door of the caravan, a cool humid air hit Crescent’s face, whose a thin white cardigan on her nightdress. The sound of the waves hitting the rocks from afar was heard from the deep. Even though it was still twilight, it could be seen how the herbs around the caravan flying through the morning wind. Cres blinked. She watched Monustar Castle, which was appearing in the form of a black silhouette under the prussian-blue sky.

    When she got cold, she closed the door and hugged her cardigan a little more. The hot air inside wasn’t completely gone, so she got warm immediately. She looked at her husband and son sleeping in the caravan bed under the faint baby-blue light of the night light. There was a shelf next to the bed where she put her bag, took out her cell phone, which had been on charge all night, and pressed the button on the side.

    The screen lit up. In front of a family photo of Crescent, Melih and Cem who were locked in a close embrace, the time and date were written: May 25, 2022, 4:32 AM. They were going to celebrate a double birthday today.

    Cem Cansever was born while the COVID-19 pandemic was ravaging the world, midday on May 25, 2020. His face and facial expressions resembled his father. Another one of the men I loved, his mother thought. The little man she loved and always will. A loving, growing family.

    She took her bag quietly and went out at her fingertips. She breathed in the fresh air of the morning. She sat down in the lawn chair, which was left in front of the caravan last night, and took out the items in her bag: A tablet, a notebook and a rubber buckle. She opened her notebook after she tyed her hair up. The notebook was a mess like a garnish. The notes she took while practising Turkish, scribbled shopping lists, interesting information she heard randomly and didn’t want to forget, the plan of the week…

    While digging through the old pages, she noticed that she wrote mistakenly her son’s name as “Gem” at first, frequently. Gem was an English word, pronounced as “cem” in Turkish, and this was the reason why Crescent named her son Cem. It meant “jewelry” and was the way Crescent’s father addressed her.

    She closed the notebook, looked at the castle again for a moment, opened the tablet, and searched for a file. What she wanted to find was a letter transferred to digital environment, which was written six centuries ago.

    Crescent Hill was born on June 1, but every year, she celebrates her birthday a week earlier. Because June 1 was full of sad memories for her. When the first day of June came, she would buy flowers, light candles, and commemorate the family members she lost.

    The year before the pandemic, she went to the cemetery in London and left flowers in two tombs lying next to each other. For Daisy and Jasmine… And for John Joseph Daisy and Jasmine Llyin who has been given a representative tomb although her bones have not yet been found… Apart from that, she was always in Istanbul; inside her room, she used to go into her mourning, quietly. It was painful not to have been able to go to her father’s, -Eagle Hill’s- grave on the island even for once.

    Therefore, she started to strive to spend June 1, 2022 on the island months ago. Her efforts had borne fruit, and this year she had been fortunate. She flew with Melih to London and then to The Isle of Sunnyland. Here she was breathing the air of the island where she was born, raised and became a princess.

    It was her first time here since 2017. Access to The Isle of Sunnyland was difficult, the underground system was not working due to lack of maintenance. This year, they were able to go to the island with the caravan after they carried out a costly maintenance.

    Crescent hoped the challenges would soon be over. As the sole inheritor of The Isle of Sunnyland, she was meeting with architectural companies. Monustar Castle would be restored, the island would be rearranged, the transportation system and infrastructure would be established, and in about five years, the Kingdom of Hillyin would be opened to tourists. According to the promises of the companies, the island would provide a serious income and bring the Cansever family to wealth.

    As the light was shining, the woman in the chair found the letter.

    A week before his execution on June 1, 1389, Eagle wrote to his daughter:

    ❝To my dear daughter Crescent…

    Today is May 25, 1389. You’ll be 14 in exactly one week.

    My little purple jewelry, which was born in the room where I wrote these lines, was only a week old baby. You were almost small enough to fit in my palms. I held you in my arms in fear. I feared you’d cry, I thought I’d hurt you without knowing. When you opened your tiny eyes and saw me and your mother, you laughed so beautiful that years passed and it stayed in the walls of my heart like a painting.

    A week from now, I’ll be smiling to death for the sake of that smile. In my last breath, I will remember your first smile.

    The law of the Holy Mongrel… I didn’t want to mention this crumbly relic in my last memory. But this law led me to write this letter. This law wanted to separate us from each other. This law sentenced you and me to death the day you turned fourteen and became a teenage girl.

    Time has flowed as fast as the rivers descending from the high mountains… If you can grow up, if you can get through that day – and I did my best to make it happen – you’re going to witness the flow of time and you’re not going to believe it.

    You’ll probably be in England with your mother when you read these lines. Dr. Daisy will be your stepfather. He’s a good person, he’s no stranger to you, you know him from your school years. You’ll have a happy life, my dear girl. That’s why my heart burns not with worry, but only with longing. Embrace your new family. Be respectful of your family and your community. Actually, I know, the otherwise is not possible for my princess… I wanted to write anyway because fathers give advice.

    Maybe someone will tell you something about the past, something that happened before you were born. You can be mad at me. You might think I’m a lot different than the way you know me. Whatever you say, I accept in advance. But, my dear girl, I kneel before you and beg you.

    Please, my jewel, don’t hate me. It’ll kill me. Only then will my soul find peace.

    I want to know that you love me. You can be angry with the one you love, or even angry with the one you love the most. But please don’t lower your head because of me, don’t make a sentence that starts with “I wish”.

    When you hear my news, don’t cry and ruin yourself. Smile like you did when you were a baby. If you commemorade me once in a while, we’re not separated. Because the real death of man is in oblivion.

    With eternal love,
    Your father❞

    She finished the letter she memorized with tears, once again. She turned to the castle and said, “I love you, dad, I will always love you.”

    Enes Talha Coşgun translated this story from Turkish to English. Thanks to him.

  • KORO DE UNIVERSO – Liga Rakonto

    KORO DE UNIVERSO – Liga Rakonto

    ❝Mi fakte nenion faris. Inter ĉiuj vivantaj kaj nevivaj estaĵoj… Kion mi diru? Kiel mi klarigu? Estis ligo de lumo. Ia reto. Mi nur tenis ĉi tiun reton, do mi povis pli bone kompreni kaj senti la estaĵon ekster mi, kaj poste agi laŭe.❞

    𓇻

    Sonaj ondoj emaniĝis de la planko, grimpis sur mian kapkusenon, atingis miajn orelojn al mia cerbo kaj vekis min meze de la nokto. Adrenalino trakuris miajn vejnojn. Miaj okuloj malfermiĝis kvazaŭ mi neniam dormus. Mi estis atentema, aŭskultante la salonon, elpensante scenarojn en mia kapo, kie mi mortigis la posedanton de la voĉoj.

    Mi retenis mian spiron. Mia koro tiel forte batis, ke ĝi preskaŭ elŝprucis el mia brusto. Mi metis mian manon sub la kusenon kaj sentis la komfortan malvarmon ĉe la alia flanko de ĝi. Tiam pli akra malvarmo tuŝis miajn fingrojn: La metala tenilo de mia pistolo. Mi metis la pafilon kaj ekstaris. Mi kuŝis en embusko antaŭ la pordo de la dormoĉambro kaj rigardis enen. Mi aspektis amuza kaj timiga en rozkolora piĵamo, eluzita ĉemizo, leona kolhararo kaj fluanta ŝminko. Mi rampis en la kelon, ĵetis min enen kaj profunde spiris por trankviliĝi.

    Estis nur la lumo de la verdaj ekranoj. Li batis la gipsitan muron kaj la amasigitajn sakojn da legomoj. Mi palpebrumis kelkajn fojojn por varmigi miajn okulojn kaj sidiĝis ĉe la CCTV-sistemo. Gvataj fotiloj kun nokta vizio havigis al mi plenan vidon de ĉiu angulo de la domo.

    La entrudiĝinto estis en la salono. Li transsaltis la multekostan televidilon, la statuetojn, la lustro kaj rigardis sub la sidlokojn. Evidente, li estis malsaĝulo, do estus facile elpreni lin. Mi sciis, kion li serĉas, sed li ne sciis kien serĉi.

    Li estis sekvonta la vojon de la aliaj. Li eliros el la koridoro, staros en la koridoro kaj ĉirkaŭrigardos kun nedecidemo. Kaj baldaŭ li rimarkos la koridoron kun la dormoĉambro. Li rigardos unue… Kaj rigardu… Kaj atendos por vidi ion. Li rimarkos la verdan lumon eliranta el la CCTV-ekranoj liki el la malnova pordo de la kelo.

    Tiam la lumo kreskos ĉar mi malfermos la pordon.

    La lumo forprenos lin, ĉar mi pafos lin ĝuste meze de lia frunto.

    La fotiloj ekmoviĝis. La entrudiĝinto estis eliranta el la halo. Li aspektis ĝuste kiel mi atendis, atendis, rimarkis la kelon kaj alproksimiĝis. La pordo al la kelo malfermiĝis. La verda lumo kreskis, kaj pafilo pafis en la domo.

    Kriego venis el la infana ĉambro, kiam mia malamiko kolapsis kiel hakilita pino. La infano estas veka! Mia koro tordis, ĉar lia dormo estis interrompita por nenio. Ĉi-foje okazis tiel.

    “Ne eliru, bebo, enlitiĝi!” mi vokis. Mi ne volis, ke la eta animo en la ĉambro vidu sangan kadavron kuŝantan sur la planko. Kiam mi konstatis, ke mi konvinkis la knabon, mi ekĝemis kaj iris laŭ la koridoro kaj ŝaltis la lumon.

    La unua frazo kiu venas al mia menso estis “Kiel mi purigos ĉi tion?”. Kiam ili estis vunditaj per pafo, ilia sango fluas pli ol tiu de homoj. La planko estis kovrita per glueca blua likvaĵo. Mi grimacis pro abomeno, forturnis la kapon de la ĝel-aspektanta grizhaŭta idioto, kaj iris al la dormoĉambro por alporti littukon.

    Mi pensis: “Ĉi tio estas la oka atako de ŝireno en la tria monato de la jaro.” Kelkfoje mi parolas al mi mem kiam mi pensas. “Kiom longe ĉi tio daŭros?”

    Mi ekploris pro streso kaj sendormeco. Mi serĉis littukon en la ŝranko dum mi viŝas la larmojn sur mia vizaĝo. La ĉeno de eventoj, kiuj kaŭzis miajn larmojn, pasis tra mia imago unu post la alia.

    Nokto en decembro, antaŭ kvar monatoj… Mi laboris kiel sekuristo en universitato. Mi varmigis miajn manojn kun kafo plena antaŭ la kabano. Kiam bruego forblovis min, la tuta kafo verŝis sur la plankon. Dum la kvinsekunda ŝoko, kvin mil eblecoj trairis mian kapon: Ni estis atakitaj de teroristoj, ni estis trafitaj de ĉasaviadiloj, gaso eksplodis…

    Kiam mi konstatis, ke mi ankoraŭ kapablas spiri, mi havis la kuraĝon rigardi la laboratorian konstruaĵon. Mi vidis, ke la fenestroj estas rompitaj pro la intenseco de la sono, ke la studentoj saltantaj el la konstruaĵo forkuris pro timo, kaj ke infano staranta supre apud la fenestro perdas la ekvilibron kaj falas malsupren. Miaj piedoj moviĝis sendepende de mia konscio. Mi transiris la distancon inter la sekureca kajuto kaj la laboratoriokonstruaĵo en sekundoj, malfermis miajn brakojn kaj atendis la pezon, kiu rompos miajn ostojn.

    Kio falis sur mian genuon, tamen, estis malpeza kiel kuseno. Kvankam ĝi estis la sama grandeco kiel kvarjara knabo, ĝiaj membroj estis maldikaj kaj ĝia kapo estis granda. Ĝia haŭto estis malhelblua, kun purpuraj irisoj en la centro de ĝia flava okulglobo. Ĝiaj lipoj estis purpuraj kiel ĝiaj okuloj. Ĝi ne estis homa, nek similis al iu ajn bestospecio kiun ni konas. Mi pensis, ke ĝi estas luksa ludilo. Mi ne rimarkis, ĝis kiam ĝiaj okulgloboj estis turnitaj al mia okulo kaj la nigreco de la pupilo kreskis en la kontuzo kvazaŭ guto da farbo falis en la marmoran akvon: ĝi estis viva kaj konscia.

    Dum mi atendis en ŝoko, la polico venis kaj prenis nin for de la konstruaĵo. Oni haste kaptis la kreitaĵon de mia sino. Mi trovis min en la ambulanco sen kompreni kio okazas. Post ĝenerala kontrolo, oni demetis min hejmen. Mi eĉ ne demetis miajn vestaĵojn ankoraŭ kiam mia kontrolisto vokis min. Li ordonis al mi ne rakonti al neniu kio okazis.

    Tamen mi volis scii. Kio estis la kaŭzo de la eksplodo? Kio estis tiu stranga estaĵo, kiu falis en mian sinon kaj rigardis en miajn okulojn? La novaĵoj raportis la okazaĵon kiel simpla gasliko. Rektoro, guberniestro, urbestro, aliaj oficistoj… Ĉiuj ili mensogis al la publiko.

    Mi finfine ne eltenis. En la deka tago de la eksplodo, mi iris al la estro de la oficejo de la fizika fako kaj demandis lin kio okazis. Mi preparis min por ĉiaj malbonaj ŝancoj. Ne zorgis min, ĉu oni min riproĉas, maldungis aŭ eĉ arestas min.

    Male al tio, kion mi atendis, la prezidanto akceptis min tute trankvile. Li ripetis la pretekston por la gasfluo rakontita en la amaskomunikilaro. Mi deklaris, ke mi ne kredos ĉi tion, kaj mi havis la ŝancon klarigi miajn spertojn tiun nokton detale por la unua fojo.

    Li aŭskultis min ĝis la fino kun pensema, preskaŭ malĝoja mieno. “Do jen ĝi.” li diris. “Vi savis la infanon.”

    “Infano?” Mi demandis.

    Li diris “Jes. Ĝi estas infano, teknike rifuĝinto.”

    Tiam li klarigis, ke la eksplodo estis rezulto de meteora trafo. “Ni ĉiam serĉis eksterteran vivon sur planedoj, sed ni ne pensis rigardi la lokojn proksime al nia planedo. Estas pli ol sescent mil asteroidoj kaj nanaj planedoj en la Asteroida Zono…”

    “Kion? Mi ne komprenis.” Mi interrompis la profesoron, “La asteroida zono?”

    “La regiono inter Marso kaj Jupitero. Estas centoj da miloj da malgrandaj rokoj ĉi tie.”

    “Ĝi certe estis esplorita!” Mi diris. “Fakte, mi legis en la novaĵoj, ke kosmoŝipoj estis surterigitaj sur iuj asteroidoj.”

    “Mi parolas pri sescent mil ĉielaj korpoj, sinjorino Melis.” diris la prezidanto. “Ni ne povas surterigi kosmoŝipojn sur ĉiujn. Se estas progresinta civilizacio sur iu asteroido aŭ nana planedo sur la subtera, estas tre malfacile por ni detekti ĝian ekziston malproksime. Krom se ni ne renkontis.”

    “Kiel?” mi diris, levante la brovojn. “Ĉu ni hazarde renkontis eksterteran civilizacion vivanta subtere en unu el la asteroidoj?”

    “Ĝuste.” li diris, levante la montran fingron.

    Miaj demandoj pluvis sur la prezidanton kiel pluvo. Kiel satelitoj, aviadiloj, homoj rigardantaj la ĉielon en la libera aero povus ne rimarki la falantan meteoriton? Kial la ekzisto de eksterteranoj ne estis malkaŝita al aliaj homoj? Kial la infano estis rifuĝinto, kiel ili sciis tion?

    Li donis kontentigajn respondojn al ĉiuj miaj demandoj. Lando de Renka, tio estis ilia nomo, ili havis altnivelan teknologion por nevidebleco. La kosmoŝipoj kiujn ili konstruis el la ĉizitaj ŝtonoj ne povus esti detektitaj per radaro. Kaj kiam ni detektas kelkajn el ili, ni pensis, ke ili estas asteroidoj, kaj la plej multaj el ili estis sen “eksterteranoj” interne, kaj disfalis en la tera atmosfero. Neniu en la universitato konsciis pri la ekzisto de ĉi tiu nova asteroido ĝis ĝi trafis la tegmenton de la konstruaĵo kaj elblovis ĝiajn fenestrojn.

    Kelkajn horojn poste, Renka kontaktis Ankaron. Ĉi tiu komunikado estis farita en la turka. Prepare al tia akcidento, estis specialaj oficiroj kiuj lernis komunajn lingvojn kiel la ĉinan, la anglan, la hispanan. Homoj de Renka havis la kapablon lerni ĝis dudek homajn lingvojn. Ili donis informojn pri si mem. Ili diris, ke ili konscias pri la homoj kaj ne volas, ke ilia ekzisto estu konata, kaj ili faris interkonsenton kun la ŝtato, kies naturon ni ne scias precize.

    “Ĝi estas la infano de grupo kiu faris krimon de ribelo kontraŭ la Renka Registaro. La ribelantoj detruis kiam ili eniris nian planedon, kaj ĝi estas la sola kiu restis vivanta.”

    “Kion vi celas?”

    “Kiel rezulto de frotado, iliaj ŝipoj estis bruligitaj.”

    Mi silentis, rigardante la pintojn de miaj piedoj. Mi pensis pri kio estus, se mi perdus ĉiujn miajn amatojn en lando, kie mi ne parolus la lingvon. Eĉ en ĉi tiu scenaro, mi fartis pli bone ol la eksterterana knabo, ĉar mi eble havis ŝancon reiri al mia lando, sed por li, tia ebleco ne estis. Krome, mi ĉiuokaze restos ĉe la estaĵoj de mia speco, sed li restos sola dum la tuta vivo.

    Torĉo brilis en mi. “Mi volas prizorgi ĝin.” Mi diris. “Ĝi ne devus vivi en hospitaloj aŭ laboratorioj. Ne gravas kia tipo, ĝi estas infano, kaj bezonas familion.”

    “Ĉi tio estas neebla.”

    “Kial, ĉar mi loĝas sola? Ĉu vi kredas, ke mi ne povas provizi familian medion nur ĉar mi estas fraŭla?”

    “Melis, mi komprenas vin, sed ni scias nenion pri la specio de tiu infano. Kion ĝi manĝas, kion ĝi trinkas, kia estas ĝia sekso; ni scias nenion. Ni devas ekzameni ĝin en laboratoriokondiĉoj. Ne maltrankviliĝu, neniu vundos ĝin.”

    Li parolis iom pli kaj persvadis min atendi almenaŭ semajnon. Ene de semajno, ili observus la efikojn de la tera atmosfero sur la infano, detektus eblajn mikroorganismojn en ĝia korpo, kaj permesus al ĝi vivi kun mi se montriĝus, ke ĝi estas en ordo por ĝi vivi en hejma medio. Mi ankaŭ havis la ŝancon viziti la infanon ĉiutage en kolegio.

    Mi atendis la finon de sep tagoj kvazaŭ mi atendus la ferion en mia infanaĝo. Mi prenis la laboratorian vojon frue ĉiun matenon. Dum la sango estis prenita de la brako de la infano, mi sidis apud ĝi kaj donis subtenon, prenis ĝian urinspecimenon por analizo.

    La kuracisto interpretis la rezultojn de la sango kaj urinanalizo kaj diris, ke la Renkaj havas pli da kalcio en sia sango ol homo. Li donis al mi kelkajn konsilojn. Post lavi, boli dum kelkaj minutoj kaj sekigi la ovoŝelojn, mi povis mueli ilin por akiri pulvoron. Se mi miksas ĉi tiun pulvoron kun glaso da lakto kaj donus ĝin al la infano matene kaj vespere, mi povus nutri la infanon ideale. Mi nepre ne donu al li sukeran manĝaĵon, ĉar ĝia korpo ne povis elteni ĝin. Tamen, la infano ne havis dentojn. Tio signifis ke ĝi ne povis manĝi kiel ni.

    Ĝi havis etan korpon, kiun oni povis nutri nur per du glasoj da lakto ĉiutage.

    Mi preparis por ĝi unu el la ĉambroj en la domo. Mi faris liton per moskito kaj aĉetis ludilojn. Ĝi unue trovis sian lokon stranga, sed baldaŭ alkutimiĝis.

    Iun tagon ĝi ekparolis, diris sian nomon. “Ajo.”

    “Ajo!” mi ripetis.

    Mi degelis kiam ĝi diris “Melis!” kun sia buŝo sen lipoj.

    Kiam ĝi sufiĉe lernis nian lingvon, ĝi komencis paroli pri sia lando. Ĝi diris la nomon de la komunumo al kiu ĝi apartenis. (Mi ne scias kiel literumi ĝin, ĝi povas esti “soreno”, “soreano” aŭ “soregeno”.) En ilia alfabeto, ĉi tiu vorto estas skribita en kava cirklo, “O.” Ilia alfabeto ne estis fonetika, same kiel la malproksimorientaj lingvoj, ili havis malsaman literon por ĉiu vorto. Ayo diris, ke eĉ akademiuloj ne regas ĉiujn literojn en la lingvo de sorenoj.

    Ankaŭ ekzistis “ŝirenoj”, komunumo de elektitaj, kiuj, kvankam ili venis de la sama origino kiel la aliaj, ili ŝanĝis la konsiston de sia sango kaj akiris longan vivon kaj strukturon kiu ne malsaniĝas. Ŝirenoj decidis detrui sorenojn sur la tereno ke ili konsumis limigitajn resursojn.

    Ajo brakumis min, kaj diris, ke mi ne povus protekti ŝin eĉ se mi volus, la ŝireenoj tuj mortigos ŝin, kiom ajn. “Ne,” mi diris silente. “Mi pruvos ke vi malpravas.”

    Mi pensis pri ĉi tiuj, dum mi havis tukon por kovri la korpon de la ŝireeno en la vestiblo. Mi frotis mian vizaĝon kaj riparis miajn harojn. Mi bezonis voki la komisaron.

    Kiam mi luktis, mi demandis min kial mi eltenis ĉion ĉi. Ĉu mi havis “koron de patrino”? Ne, kompato ne estis unika por patrinoj. Ĉu mi povus pligrandigi la frazon “la esenco de homo, la homa koro”? Tio ankaŭ estis nesufiĉa, ĉar kvankam ilia konscio ne estis kiel la nia, mi estis atestinta la kompaton de bestoj kaj la soreeno ĉirkaŭkuranta en kiuj sonĝoj, kiu scias.

    Mi fakte nenion faris. Inter ĉiuj vivantaj kaj nevivaj estaĵoj… Kion mi diru? Kiel mi klarigu? Estis ligo de lumo. Ia reto. Mi nur tenis ĉi tiun reton, do mi povis pli bone kompreni kaj senti la estaĵon ekster mi, kaj poste agi laŭe.

    Psikologoj nomis ĝin “empatio”, mistikuloj nomis ĝin ise “la kompato de Dio, guto de lia senfina oceano de kompato”.

    Mi, aliflanke, tenis la etajn fingrojn de Ajo rigardante en ŝiajn senblankajn okulojn, kiuj aspektis kiel mirtelo kaj ĉokolada draĝeo, kaj mi estis konvinkita, ke ni kunhavis komunan koron.

    La koro de la universo.

  • HEART OF THE UNIVERSE – A Bonding Story

    HEART OF THE UNIVERSE – A Bonding Story

    Enes Talha Coşgun translated this story from Turkish to English.

    𓇻

    The sound-waves spread from the floor, climbed onto my pillow, reached my brain through my ears, and woke me up in the middle of the night. The adrenaline was wandering in my blood. My eyes opened as if I hadn’t slept. I was on my guard, listening to the rattling sounds coming from the living room, imagining scenarios in my head where I kill the owner of the sounds.

    I was holding my breath. My heart was beating so hard that it was almost going to pop out of my chest. I put my hand under the pillow and felt the comforting coldness at the other side of it. Then a sharper cold touched my fingers: The metal handle of my pistol. I set the gun and stood up. I lay in ambush in front of the bedroom door and watched inside. I looked funny and scary in pink pajamas, a worn-out shirt, lion’s mane hair, and flowing makeup. I crawled into the cellar, threw myself inside, and took a deep breath to calm down.

    There was only the light of the green screens. He was hitting the wall with spoiled plaster and bags of pulses on the floor. I blinked a few times to get my eyes warm and sat down at the CCTV system. Surveillance cameras with night vision was providing me full sight from every corner of the house.

    The intruder was in the living room. He skipped the expensive TV, the figurines, the chandelier and looked under the seats. Obviously, he was a fool, so it would be easy to take him out. I knew what he was looking for, but he didn’t know where to look.

    He was going to follow the path of the others. He will come out of the hall, stand in the hallway, and look around with indecision. And soon he will notice the corridor with the bedroom. He will look first… And look… And will wait to see something. He will notice the green light coming out of the CCTV screens leaking from the old door of the cellar.

    That’s when the light will grow because I will open the door.

    The light will take him away, because I will shoot him right in the middle of his forehead.

    The cameras got into motion. The intruder was coming out of the hall. He looked exactly as the way as I expected, waited, noticed the cellar, and approached. The door to the cellar opened. The green light grew, and a gun went off inside the house.

    A scream came from the children’s room as my enemy collapsed like a chopped pine tree. The kid’s awake! My heart twisted because his sleep was interrupted for nothing. It was happening in this way every time.

    “Don’t go out, baby, go to bed!” I called out. I didn’t want the little soul in the room to see a bloody corpse lying on the floor. When I realized that I had convinced the boy, I took a sigh and walked down the hallway and turned on the light.

    The first sentence that comes to my mind was “How am I going to clean this?”. When they were wounded by a gunshot, their blood flows more than people’s. The floor was covered with a sticky blue liquid. I grimaced with disgust, turned my head away from the gel-looking gray-skinned freak, and headed to the bedroom to bring a sheet.

    I thought, “This is the eighth attack of Shirean in the third month of the year.” Sometimes I speak to myself when I am thinking. “How long is this going to last?”

    I started crying because of stress and sleeplessness. I was looking for a sheet in the closet while wiping the tears on my face. The chain of events that caused my tears passed through my imagination one by one.

    A night in December, four months ago… I was working as a security guard at a university. I was warming my hands with a mug full of coffee in front of the cabin. When a rumble blew me away, the whole coffee spilled on the floor. During the five-second shock, five thousand possibilities crossed my mind: We had been attacked by terrorists, we had been hit by fighter jets, gas had exploded…

    When I realized that I still am capable of breathing, I had the courage to look at the laboratory building. I saw that the windows were broken by the intensity of the sound, that the students jumping out of the building ran away in fear, and that a child standing upstairs by the window was losing his balance and falling down. My feet moved independently of my consciousness. I crossed the distance between the security cabin and the laboratory building in seconds, opened my arms and waited for the weight which is going to break my bones.

    But what fell on my lap was as light as a pillow. Although it was the same size as a four-year-old boy, its limbs were thin, and head was large. Its skin was dark blue, and there were blue irises in the middle of its yellow eyeball. The tiny lips were as blue as its eyes. It was not human, nor did it resemble an animal species we know. I thought it was a plush toy. I didn’t understand until its eyeballs were turned toward my eyes and the blackness of its pupils grew inside its purple irises as if a drop of paint had fallen into the marbling: That thing was alive and conscious.

    While I was waiting in shock, the police came and drove us away from the building. They took the creature from my lap in a hurry. I found myself in an ambulance before I knew what was going on. They gave me a ride home after a general check-up. I hadn’t even taken my clothes off yet, but I got a call from my chief. I was told not to tell anyone what happened.

    But I wanted to know what was going on. What caused the explosion? What was that strange creature that fell into my lap and looked into my eyes? The news reported the incident as a simple gas leakage. Rector, governor, mayor, other officials… They were all lying like a rug to the public.

    I finally couldn’t stand it. On the tenth day of the explosion, I went to the head of the physics department’s office and asked him what happened. I had prepared myself for all kinds of bad odds. I didn’t care if I was reprimanded, fired, or even arrested.

    Contrary to what I expected, the president received me quite calmly. He repeated the pretext for the gas leakage told in the media. I stated that I would not believe this, and I had the chance to explain my experiences that night in detail for the first time.

    He listened to me to the end with a pensive, almost sad expression. “So that’s it.” he said. “You saved the child.”

    “Child?” I asked.

    He said “Yes”. “It is a child, technically a refugee.”

    Then he explained that the explosion was the result of a meteor hit. “We’ve always looked for extraterrestrial life on planets, but we didn’t think to look the places close to our planet. There are more than six hundred thousand asteroids and dwarf planets in the Asteroid Belt…”

    “What? I did not understand.” I interrupted the professor. “The asteroid belt?”

    “The region between Mars and Jupiter. There are hundreds of thousands of small rocks here.”

    “It must have been investigated!” I said. “In fact, I read in the news that spaceships have been landed on some asteroids.”

    “I’m talking about six hundred thousand celestial bodies, Mrs. Melis.” said the president. “We can’t land spaceships on all of them. If there is an advanced civilization on any asteroid or dwarf planet on underground, it is very difficult for us to detect its existence remotely. Unless we didn’t encounter.”

    “How?” I said, raising my eyebrows. “Did we, by chance, come across an alien civilization living underground in one of the asteroids?”

    “Exactly.” he said, raising his index finger.

    My questions rained down on the president like rain. How could satellites, planes, people looking up at the sky in the open air not have noticed the falling meteorite? Why was the existence of aliens not disclosed to other humans? Why was the child a refugee, how did they know that?

    He gave satisfactory answers to all my questions. Land of Renka, that was their name, they had an advanced technology for invisibility. The spaceships they built from the carved rocks could not be detected by radar. And when we detect some of them, we thought they were asteroids, and most of them were without “aliens” inside, and were falling apart in the Earth’s atmosphere. No one at the university was aware of the existence of this new asteroid until it hit the roof of the building and blew out its windows.

    A few hours later, Renka contacted Ankara. This communication was made in Turkish. In preparation for such an accident, there were special officers who learned common languages such as Chinese, English, Spanish. People of Renka had the capacity to learn up to twenty human languages. They gave information about themselves. They said that they were aware of the humans and did not want their existence to be known, and they made an agreement with the state, the nature of which we do not know exactly.

    “It is the child of a group that committed a crime of rebellion against the Renka Government. The rebels disappeared as they entered our planet, and it is the only one who stayed alive.”

    “What do you mean?”

    “As a result of friction, their ships were burned.”

    I remained silent, looking at the tips of my feet. I thought about what it would be like if I lost all my loved ones in a country where I did not speak the language. Even in this scenario, I was better off than the alien boy, because I might have had a chance to go back to my country, but for him, there was no such possibility. Besides, I was going to stay with the beings of my kind anyway, but he was going to be alone for the rest of his life.

    A torch shone within me. “I want to take care of it.” I said. “It shouldn’t be living in hospitals or laboratories. No matter what the type, it is a kid, and needs a family.”

    “This is impossible.”

    “Why, because I live alone? Do you believe I can’t provide a family environment just because I’m single?”

    “Melis, I understand you, but we don’t know anything about that kid’s species. What does it eat, what does it drink, what is its gender; we don’t know anything. We need to examine it under laboratory conditions. Don’t worry, no one will hurt it.”

    He spoke a little more and persuaded me to wait at least a week. Within a week, they would observe the effects of the Earth’s atmosphere on the child, detect possible microorganisms in its body, and allow it to live with me if it turned out that it was okay for it to live in a home environment. I also had the chance to visit the kid every day in college.

    I waited for the end of seven days as if I were waiting for the holiday in my childhood. I took the lab route early every morning. While the blood was taken from the kid’s arm, I sat next to it and gave support, took its urine sample for analysis.

    The doctor interpreted the results of the blood and urinalysis and said that the Renkas had more calcium in their blood than a human. He gave me some advice. After washing, boiling for a few minutes and drying the eggshells, I could grind them to get powder. If I mix this powder with a glass of milk and give it to the kid mornings and evenings, I could feed the kid ideally. I definitely shouldn’t give him a sugary food, because its body couldn’t handle it. However, the kid had no teeth. That meant it couldn’t eat like us.

    It had a tiny body that could be fed with only two glasses of milk a day.

    I prepared one of the rooms in the house for it. I made a bed with a mosquito net and bought toys. It found its place odd at first, but soon got used to it.

    One day it started talking, said its name. “Ayo.”

    “Ayo!” I repeated.

    I melted when it said “Melis!” with its mouth without lips.

    When it had learned enough of our language, it began to speak of its country. It said the name of the comminity it belonged to. (I don’t know how to spell it, it can be “soreen”, “sorean” or “soregen”.) In their alphabet, this word is written in a hollow circle, “O.” Their alphabet wasn’t phonetic, just like the Far Eastern languages, they had a different letter for each word. Ayo said that even scholars do not master all the letters in the language of sorean.

    Ant there were “shireans”, a community of chosen ones who, although they came from the same origin as the others, they changed the composition of their blood and gained a long life and a structure that doesn’t get sick. Shireans decided to destroy the soreans on the grounds that they consumed limited resources.

    Ayo hugged me and said that I couldn’t protect it even if I wanted to, that the shireans will kill it somehow. “No.” I said to myself. “I will prove you wrong.”

    I was thinking about this with a sheet in my hands to cover the corpse of the shirean. I stroked my face and straightened my hair. I had to call the commissioner.

    Once I was having a hard time, asked myself why I put up with all this. Did I have a “mother’s heart”? No, compassion wasn’t peculiar to mothers. Could I expand the expression “the essence of the human being, the human heart”? And that was also inadequate, because I knew; I had witnessed the compassion of the animals and the sorean, who is flying through the unknown dreams in its bed at the moment.

    I wasn’t actually doing anything. Among all living and non-living beings… What can I say? How can I tell? There was a bond of light. Some kind of net. I was just clinging to this web, thus I could understand better a being else of me, and feel they were alive, and I was acting accordingly.

    Psychologists call it “empathy,” while mystics call it “a drop from the ocean of God’s infinite mercy”.

    While I was holding Ayo’s tiny fingers, I was looking at its blueberry and chocolate dragee-like whiteless eyes and convinced that we shared a common heart.

    The heart of the universe.

  • OATH OF THE GOLDEN SEED – A Promise Story

    OATH OF THE GOLDEN SEED – A Promise Story

    Enes Talha Coşgun translated this story from Turkish to English.

    On a working day, those who were half asleep, their heads in their front, their hands in their pockets, on the way of their bread and butter; were staring at the image of a woman passing like a feather through the middle of the street and leaving an ephemeral strong wind behind her.

    As she was walking with running steps and her broom hair was flying, the woman was saying, “A promise… I made a promise.” She took to the main street regardless of the stranger glances and did not slow down until the bus stop. Even at the bus stop, she was clapping her hands, banging her feet on the ground, and shaking as if she had a basic need that was inviting every human being.

    She tried to get on the bus before anyone else. Yet she stood up as if there was no place to sit. The woman, who was warned by the driver because she was constantly walking from front to back and from back to front during the trip, sat on the edge of an empty seat. She swung back and forth restlessly. When they reached a rather desolate stop, she hurriedly raised her hand. Even though she stumbled as she got off, she did not stop, she redressed her balance by bouncing on one foot and started running in the direction the bus was looking.

    That street, surrounded by detached houses and lush gardens, was the last stop. As the driver stepped away from his last passenger to go home, a wristwatch at the edge of the stairs, shining with the golden light of the rising sun, caught his eye. He got up in a flash and picked up the watch. He put his steering wheel straight and drove after her. When he could not show his presence by shouting and making hand gestures, he honked the horn with all his might. However, the woman did not react even in the face of this loud noise that could deafen a person.

    At the end of the road, the driver parked the bus. He lost a lot of time during that time. He followed the woman into the field with the watch in his hand. Among the yellowed grass and under the warm gaze of the sun, one ran ahead and the other one ran behind.

    The woman, whose hair resembled wheat stalks, was carrying youth on her leaping legs. The driver, who welcomes the signature of agedness in his forehead was stopping and breathing constantly, and opening the distance between him and the woman in front of him. There came a moment when the driver felt dizzy and his vision became blurred. He felt like he saw a silhouette waiting for him ahead.

    When he recovered himself and caressed his face, he came across the woman’s large, black eyes. He realized that the owner of the watch was really waiting for him. First he walked and delivered the woman’s deposit, feeling the disintegration of the soil lumps free from the plant on the sole of his foot. Then he tried to leave, but something strange fixed his feet where they were. The man waited for a move: A word, thanksgiving or some other reaction. However, the woman was still standing with the same expression, without saying anything.

    After seconds of recession, the woman who turned the clock, muttered, “There are five more minutes.”. She closed her eyes and drew the fresh air into her lungs, deeply. “Thank you.” she said then, looking at the man’s face. “You brought me here, and my watch to me. I would not like to withhold you.”

    “Forgive my curiosity, please.” said the driver. He closed his lips, took a deep breath, and gave himself time to choose his words. But the woman already knew what the driver wanted to ask.

    “I looked like crazy when I ran, didn’t I?”

    “Actually, I was wondering why you were in such a hurry.” the man said. “I wanted to help if there was an emergency.”

    Suddenly the woman began to laugh. “Well… It doesn’t matter, really. I mean, it’s important to me, of course, but it’s not something that other people can make sense of.”

    “Can you tell me if it’s not private?” said the smiling driver. Curiosity was a gap in the wall of the human mind, and if it isn’t filled, the wall could not remain calm and solid.

    “The time has come, I must keep my promise.” Looking at her watch once more, the woman began to walk, looking around. When she came to the middle of the field, she stopped. The fingers she took to her neck untied the chain of a necklace. She bent down and dug the ground slightly, put the shiny object out of her neck into the pit and covered it up. The driver was watching what happened in amazement.

    “You left your necklace!”

    She nodded her head, smiling as if she had done an ordinary job. “I was able to keep my promise in the third year.” she said, relieved. “Oath of the golden seed…” she added, focusing on the driver’s face, which was looking confusedly.

    “What’s that?”

    The woman answered the question with a question. “Do you have children?”

    In the dream of the driver, the children in the house came to life.

    “Yes, I have two children.”

    “You must have seen how vast the imagination of theirs are.”

    He was giving preference to watching TV instead of playing with his children who were coming and asking him to play with them. He was scolding those innocent minds who were telling things excitedly by saying, “Don’t be ridiculous!”. He bowed his head in embarrassment and blinked his eyes to disrupt the scene.

    “Right…” he said. “Their minds are free, not filled with thousands of problems like ours.”

    “My brother passed away three years ago, today and the minute I buried the necklace.” She frowned for a moment, her voice vaguely hoarse, but she swallowed and her sorrow was shrouded. “He had been receiving cancer treatment for a long time. Before his death, he wanted me to make a promise.”

    The driver remained silent. This was an unnamed mourning for a child he didn’t know.

    “Every year I will walk into a random field and bury a golden jewel. The owner will find this jewelry and if he is having a hard time, the jewel will be support him to overcome this hardship. And if he wouldn’t need it, he will remember that one day he may fall and that God’s help will never leave him alone. Yes… That’s what he said. If he had lived, we would have done it together.”

    The breeze was blowing her hair out. The air made its presence felt on their skin like a father stroking his child’s head. After a short silence, the man asked, “So why the field?”.

    “Sometimes he was nauseated by medicines. He didn’t want to eat anything at that time. My mother used to talk about the benefits of grain to convince him to eat. And thus, my brother admired the farmers over time. There were always fields in the paintings he drew, you should have seen them, the wheat he drew with the golden color he obtained by mixing yellow and orange crayons… “

    Feeling a hot drop rolling down his cheek, the driver took a deep breath, his lungs trembled. “We say, ‘May God forgive his/her sins.’ for our dead, but what could be the sin of an angel that he should be forgiven? May God bestow his blessings on him in paradise, and forgive our sins.”

    “Amen,” she said, crying, looking at her feet.

    Her rush in the morning had left its place to a pure tranquility. She followed the driver out of the field. Inside of her, there were both longing, and joy in being able to keep her promise this year. Maybe her little brother’s body wasn’t alive, but she was going to keep his golden heart alive in the golden seeds.