BARAHMASA’NIN KADEHİ – Öykü

Hindistan’da değilse de bir zamanlar Hintlilerin yönettiği topraklarda yer alan gölde yaşadığına inanılan efsanevi yaratık, yöre halkının dilinden diline, neslinden nesline dolaşan masalların birçoğunun başrolüydü.  Büyülüydü, kemikleri kızıl yakuttandı ama su gibi saydam bedeni, iç organlarını uğrular ve uğursuzlardan gizlerdi. Yüz yılda bir kez yumurta bırakır ve ölürdü, soyunu, geride kalan tek yumurta devam ettirirdi. Eşeysiz ürerdi, karşı cinsten ve dünyevi zevklerden uzak duran rahipler gibi yek başına yaşardı.

Ona nazar edenin akıbeti hakkında farklı söylentiler vardı, kimisi Barahmasa’nın Kadehi’ni görenlere yüz yıl ömür bağışlanacağını, kimisi de ona bakmaya cüret edenin tıpkı onun gibi eşsiz, çocuksuz, malsız, mülksüz kalacağını iddia ederdi. Bu durum felaket olsa da bir lanet olarak değil, kişiyi samsara döngüsünden kurtarıp mokşaya ulaştıran aydınlatıcı çileler olarak kabul edilirdi.

Hinduizm’de samsara, “yaşam döngüsü” demekti. Doğumla başlayan, ölümle ara verilen, ruh göçüyle yeniden başlayan bir döngü, ta ki söz konusu ruh olgunlaşana dek. Mokşa ise özgürlük ve samsaradan kurtuluştu, nirvana ile benzer bir kavramdı. Gölün çevresinde yaşayan halk her ne kadar sırasıyla bir İslam İmparatoru, Batılı sömürge valisi ve en son da kendi içlerinden çıkan bağımsız bir başbakan tarafından yönetilse de kadim inançlar halk arasında yaşamaya devam ediyordu.

Barahmasa, “on iki ay” anlamına gelen ve kocasından on iki ay boyunca ayrı olan kadınların yazdığı özlem ve aşk dolu şiirleri ifade eden bir kavramdı; hem durgun, geniş, yeşilimsi göle hem de gölün gizemli sakinine isim oluvermişti.

Bu ismin de bir hikayesi vardı. Kocası savaşa giden yeni evli bir kadın, gölde elbiselerini yıkadığı sırada onu görmüş ve üç gün sonra da kocasının öldürüldüğünü haber almıştı. Gerçeğe inanmak istememiş ve gölün etrafında dolaşıp eşine aşk şiirleri haykırmış, on iki ay boyunca. Ardından göle bakıp, yitirdiği sevgilisinin ismini haykırmış: “Sen mi geldin? Hoş geldin!” ve suya atlamış.

Sömürge valisinin arkadaşı olan bir bilim insanı maceracı yöreyi ziyarete geldiğinde ona bu efsaneleri anlatmışlardı. Maceracı içinde büyüyen mantıksal ve duygusal bir merakla gölü gezmek istemişti. Zaten ailesi de yoktu, velev ki söylentiler doğru olsun, kaybedeceği hiçbir şey yoktu.

Sabahın erken saatlerinde yerliler, valinin emriyle maceracıya bir kayık hazırladı. W. Smith imzasını kullanan maceracı, seyir defterine şu şekilde not aldı: “Göldeki altıncı saatimde, güneş tam tepedeyken gördüm onu! Şansım yaver gitmiş olacak ki bir anlığına dokunmayı başardım da… Bir el ayasına sığacak kadar küçük. Dev bir yağ damlası gibi kaygan. Öyle saydam ki kenarlarındaki ışık parlamaları hariç neye benzediğini anlamak imkânsız. Balıklarınki gibi pullu bir derisi var ama yüzgeçleri yok.”

Smith, notlarının geri kalanında yöre halkının hurafeleriyle ilgili dalga geçen birkaç laf etmiş; misafirlikten anayurda döndüğünde ise vatana ihanetten ihbar edildiğini öğrenmişti. İftiradan aklanmayı başaramadı, en sonunda kralın el koymasıyla mallarını kaybetti ve ölene dek zindana atıldı. Literatürde Barahmasa’nın Kadehi’yle ilgili başka bir kayıt yoktu.

 Dünyanın dev bir köye dönüştüğü internet çağında yörenin muhtarı -yörenin eski ismi unutulmuş, göl, yöreye isim vermişti, artık orası Barahmasa Köyü’ydü- dünya çapında bir yarışma başlattı. Üniversitelerde kurulacak araştırma gruplarına açık olan yarışmayı Barahmasa’nın Kadehi’ni gören, fotoğraflayan, varlığını kanıtlayan grup kazanacaktı. Ödül ise köyün bütçesinin yettiğince para ödülü ve bu efsanevi yaratığı bilimsel olarak inceleyerek akademiye katkıda bulunma fırsatıydı.

Gruplar en az üç, en fazla on kişiden oluşacaktı; grup içerisinde en az bir adet biyoloji ile ilgili bir branşta öğretim görevlisi yer alacaktı, grup üyelerinin hepsinin üniversite öğrencisi ya da öğretim üyesi olması zorunluydu ama aynı üniversiteden olmak zorunda değildi.

Ankara’da çeşitli üniversitelerden toplanmış dokuz lisans öğrencisi ve bir hoca grup kurarak yarışmaya katıldı. Türkiye’den katılan tek grup onlar oldu. Yarışma yöneticileri tarafından onlara TR-001 kodu verildi.

Yarışmaya orta derecede ilgi vardı. 37’si Avrupa’dan, 20’si Amerika’dan, 12’si Asya’dan, 3’ü Afrika’dan ve 1’i Avustralya’dan gelen yarışmacı gruplar, toplam 501 kişiden oluşuyordu. Gruplar, ultrasonik sensörlerden, sualtı termal kameraya kadar, çeşitli teknolojik cihazlarla kendilerini donatmıştı. Köylüler ise misafirlerini rahat ettirebilmek için ellerindeki bütün imkanları seferber etmişlerdi.

Güneş indi, yıldızlar çıktı. Göl civarındaki yeşillik alanda çadırlar kuruldu. Kamp ateşleri yandı. Muhabbet, hoş bir rüzgâr gibi kamp alanını sardı. Rekabet, beklendiği gibi gruplar arasında değildi. Her grup kendi içine kapanıp, toplantı yapıp taktik belirlemek yerine birbirleriyle cihaz ve yöntemlerini paylaşıyorlardı. Barahmasa’nın Kadehi’ni “biz bulalım” diye değil, “herhangi bir grup bulsun, bulabilsin” düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Türdeş insanlar müttefik, efsanevi yaratık rakipti.

İki yüzyıl öncesinden gelen maceracının kaydı hariç bu yaratığın varlığı hakkında bir delil yoktu. Yalnızca inanç, bir yörenin halkının kalbinde ve destanlarında nesillerdir çağlamış bir inanç vardı. Bu inanç farklı coğrafyalardan dünya yarışmacılarını etkisi altına almıştı. Ateşlerin çevresindeki çemberlere dahil olan herkes, gölde gözlere görünmez bir canlının dinlenmekte olduğuna ikna olmuştu.

Yeni günün ilk ışıklarıyla birlikte yarış başladı.

Gölün 73 farklı noktasından, 73 grup kayıklarını indirdi. Birbirlerini sabote etmedikleri ve doğaya zarar vermedikleri sürece her şey serbestti. Dalış yapılabilir, sınırsız sayıda ölçüm cihazı kullanılabilir ve fotoğraf çekilebilirdi. Ne var ki günün sonunda onca çabanın ve dayanışmanın sonucu, yalnızca hatıralar ve doğa fotoğrafları oldu.

Gölde herhangi bir deniz canlısının yaşadığına dair kanıt yoktu. Yuva yoktu, canlının var olması halinde dışkı olarak atacağı organik maddeler de tespit edilememişti. Işık testleri ve radar ona rastlamamıştı. Diğer deniz canlılarını çekecek çeşitli yemler onu cezbedememişti.

Üç günün sonunda bütün gruplar eli boş halde Barahmasa’dan ayrıldı. Barahmasa’nın Kadehi’nin fiziksel bir gerçekliği olmadığı kayda düşüldü. TR-001 de kazananı olmayan yarışmayı diğer gruplar gibi hüsranla terk ederek anayurda döndü.

Biyolog Gülgün Hoca çok üzgündü. Havaalanının bekleme salonundaki banklara oturmuş, taş gibi çökmüş, bir arkadaşı gelip kendisini alana kadar kıpırdayamamıştı. Öğretim görevlisi olarak kariyerinin başlangıcını yeni bir canlı türü keşfederek parlatmayı düşleyen biyoloğun payına düşen hayal kırıklığı ona ağır gelmişti. Günlerce evden çıkamadı, ta ki yeni eğitim öğretim yılı başlayana dek.

Okuldaki ilk dersinde deneyimlerinden bahsetmek istedi. Ancak ne kadar uğraşırsa uğraşsın akıcı konuşamıyor, uykudan yeni uyanan biri gibi, sözcükleri birbirine karıştırıyordu. Önce dilinde başlayan bulanıklık zamanla zihnine de sirayet etti. Doktora yaparken danışmanının takdirini kazanmış parlak bir öğrenci olmasına rağmen, şimdi birinci sınıflara anlatacağı en basit konulara bile aklı ermez olmuştu. Sonra bu durum giderek kayboldu. Zihni hızlandı ve dili tekrar açıldı.

Bir gün derste “hücre”yi tanımlarken “canlılığın bölünmez yapıtaşı” dedi. “Hücre, kesinlikle daha alt birimlere ayrılamaz. Kozmik çekirdeğimizdir. Hücreye ‘Tanrı’nın yumurtası’da denir. Su gibi saydamdır ve görmek mümkün değildir.”

Öğrenciler önce şaka zannedip güldü, sonra hocanın gayet ciddi olduğunu fark edince itiraz edip düzeltmeye çalıştı. Organelleri, elektron mikroskoplarını ve öğreticinin iddialarını boşa çıkaracak kanıtları gösterdiler. Bu da işe yaramayınca alay ettiler.

Aradan geçen zaman, hocanın saygınlığını ve güvenilirliğini düşürdü. Geleceğin biyolog adayları artık Gülgün hocanın dersine sadece dalga geçip eğlenmek için giriyordu.

Başta rektörlüğün ve aynı bölümdeki diğer hocaların bu durumdan haberi olmadı. Çünkü Gülgün ders dışında pek konuşmaz olmuştu. Suskun bir şekilde odasına giriyor ve başını eğip öylece bekliyordu. Derken hocanın bilime aykırı şeyler anlattığı dalga dalga yayıldı. Rektör, Gülgün hocanın derslerinden birine girip amfinin arka tarafına oturdu.

“Kozmik çekirdek, aslında Tanrı dediğimiz şeyin ta kendisidir,” dedi. “Hem içimizdedir hem dışımızda. Bizler hücrelerden, yani kozmik çekirdeklerden oluşuruz. Bizi Tanrı kendinden yaratmıştır. Bu da hepimizi Tanrı yapar. Kendinize, diğer insanlara ve hammaddeniz olan kozmik çekirdeğe tapınınız.”

Rektör dayanamadı. “Hocam! Neler söylüyorsunuz?” diye ayağa kalktı.

“Bir hocanın yapması gerektiği gibi gerçeklerden bahsediyorum.”

“Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Ya siz, çocuklar. Neden hiç ses çıkarmıyorsunuz?”

“Ses çıkarsak ne olacak ki hocam?” dedi birisi.

“Gülgün Hoca akıl sağlığını kaybetmiş galiba. Defalarca anlatmayı denedik.”

“Hocamız ermiş, hocam.”

Gülgün, bütün bunlara gülümsüyor ve “Kozmik çekirdeğin evlatları ne söylerse, doğruyu söyler.” diyordu. “Lütfen onlara kızmayın hocam.”

Rektör, içini saran ateşle çığlık atmak istiyor ama kadının sakinliği yüzünden yeterince öfkelenemiyordu. “Hocam siz ciddisiniz,” diyebildi. “Sizin bu halde ders vermeniz mümkün değil.”

“Evrende her şey ciddidir. Derslerimiz gayet aydınlatıcı gidiyor.”

“Derhal dışarı çıkar mısınız?”

Rektör, sesini yükseltmeyi nihayet başarsa da içi suçluluk duygusuyla doldu. Karşısında apaçık bir şekilde zihninden hastalanmış bir kadın vardı. Gülgün, çıkmadan önce Rektör Nihat Hoca’nın ayağına kapanarak “Kozmik çekirdeğe tapınmalı… Kozmik çekirdeğin evlatları ne söylerse, doğruyu söyler.” dedi ve ardından kalkıp dışarı çıktı.

Nihat Hoca, paçasında bir kaşıntı hissetti. Sanki bir su damlası yukarıya doğru çıkıyormuş gibi… Hafif, basit bir histi ve saniyeler sonra kayboldu. Bu yüzden hoca bu hissi önemsemedi.

Psikiyatristler Gülgün Hoca’ya belirli bir teşhis koyamadı ancak kadının gerçeklikle ilişkisinin bozulduğunu söylediler. Bu yüzden rapor verdiler. Çevresine ya da kendisine bir zararı olmadığı için hastaneye yatırmadılar. Gülgün tek başına evinde yaşıyordu. Artık çalışmadığı için dışarı çıkmasa da ihtiyaç duydukça bakkala, markete gidiyordu, bir de muayene zamanı hastaneye. Gördüğü herkese “kozmik çekirdek”i anlatmaya çalışıyordu.

Nihat Hoca bu olaydan çok etkilenmişti. Gülgün’ün hastalanmasının sebebini araştırmaya başladı. Her şey normallik sınırlarının dışına çıkmadan önce, kadının yaz aylarında yurtdışında bir keşif yarışmasına katıldığını öğrendi.

Barahmasa’nın Kadehi efsanesini okuyunca Gülgün’ün yaşadıklarının efsaneye uygun olduğunu fark ettiğinde şaşırdı. Diğer yarışmacıların akıbetini araştırdı.

Yarışmaya katılan öğretim görevlilerinin birkaçı belirgin bir sebep olmadan uykusunda ya da gündüz, uyanıkken ölmüştü. Otopside de asıl sebep tespit edilememişti.

Neredeyse hepsi okuldan ayrılmış ya da atılmıştı. Bir tanesi bile yarışmadan sonra bilimsel bir çalışma yapmamış, makale yazmamıştı. Birisi istifa ettikten sonra “Ruh Molekülü Şahitleri” adında bir tarikat kurmuştu.

Yarışan hoca ve öğrencilerin sosyal medyalarında dolaştı. Burada da çoğu kapalı profil kullanıyordu ama açık olanlardan paylaşım yapan azınlık hep aynı şeyden bahsediyordu. Saydam, görünmez, bölünmez ve tapınılması gereken bir varlıktan. “Tanrı”, “ruh”, “öz”, “kozmik” gibi anahtar kelimeler içeren farklı isimler takmışlardı.

Akademisyenliğinin verdiği bağlantıları ve yabancı dil avantajını kullanarak maceracı W. Smith’i araştırmaya başladı. Smith’in belgelerinin yer aldığı üniversiteyle iletişime geçerek kralın onu hapse attırmasının nedenini öğrenmeye çalıştı. Nasıl bir “vatana ihanet” suçu işlemişti? Üniversitedeki hukuk tarihçisi, Smith’in Barahmasa’dan döndükten sonra “kralla aynı soydan geldiğini” iddia ettiğini söyledi.

“Oysaki o yöreden döndükten sonra Smith, panteizme iman eder olmuştu. Evrenin ve Tanrı’nın bütünleşmiş olduğunu söylüyordu. O dönem bu tür inançlar sapkın olarak kabul ediliyordu ancak kral, Smith’i doğrudan sapkınlıkla suçlamak istemedi çünkü Smith, başpapazın akrabasıydı ve bu suçtan ceza alması başpapazın makamını tehlikeye sokardı. Onu farklı bir suçlamayla etkisiz hale getirdiler.”

Nihat, dehşet içinde, Ophiocordyceps cinsi mantarı aklına getirdi. Mantar, yağmur ormanlarındaki karıncalara bulaştıktan sonra onların beynini kontrol ediyor, tırmanma güdüsünü tetikliyor ve bir ağacın üstüne çıkardığı karıncayı orada öldürerek yayılmaya başlıyordu. Barahmasa’nın Kadehi de efsanede anlatıldığı gibi yüz yılda bir üreyen tek bir varlık değil, insanın düşünce sistemini bozan bir parazit olmalıydı.

Kozmik çekirdek… Saydam ve bölünmez…

Barahmasa’nın Kadehi, bulaştığı insanı kendisine tapındırıyordu. Ayrı bir farkındalığa eriştiğini düşünen kurban bir tuhaflık olduğunu fark edemiyor ve paraziti vücudunda üretip beslemeye devam ediyordu.

Yöre insanlarının göle neden asla girmediğini, hatta ona saygı duysalar bile o tarafa bakmadığını, o varlığı gören insanın her şeyini kaybedeceğine inandığını şimdi anlıyordu.

Nihat son olarak Barahmasa gölünün ortalama sıcaklığını araştırdı. Ekranda 36,5° yazdığını görür görmez bilgisayarı kapatıp evden çıktı. Arabasına binmeyi bile düşünemeden Gülgün’ün evine doğru nefesi tükenene kadar koştu. Kapıya yaslanıp bir süre soluklandı. Ardından açık olan apartman kapısından içeri girip merdivenleri çıkmaya başladı.

Üçüncü katın ziline art arda basıyor, “Gülgün Hocam, ben Nihat,” diye bağırıyordu.

On dakika sonra kapı açıldı.

Nihat bağırmamak için nefesini tutup dudağını ısırdı. Gülgün Hoca berbat haldeydi. Ağzı, ayakları, koltukaltları kokuyordu. Yağlı saçları keçe gibiydi. Belki günlerdir, belki de haftalardır yıkanmamıştı.

“Siz hastasınız!” demek istedi rektör ancak burnundaki kaşıntıyla birkaç kez hapşırdı. Bu sırada paçalarında, tıpkı Gülgün’ün sınıftan ilk çıkışında olduğu gibi bir his duyuyordu. Boğazını birkaç kez temizledikten sonra “Hocam, lütfen hastaneye gidelim,” diyebildi.

Bu sırada gözleri evin içine kaydı. Yerler sanki yeni silinmiş de henüz kurumamış gibi parlaktı. Fakat tam ıslak gibi de değildi. Garip bir illüzyon vardı. Nihat halılarda, köşelerde belli belirsiz ışık parlamaları görüyor, yerlerin Barahmasa’nın Kadehleriyle kaplı olduğunu anlıyordu.

Başı dönmeye başladı. Açlıktan bir anda tansiyonu düşmüş olmalıydı. Hiçbir şey demeyen, ifadesiz bir yüzle onu izleyen Gülgün’ün önünde diz çöktü. Derin nefes alırken başını kaldırıp bir kez daha baktı. Hocanın gözlerinin ve dudaklarının ne kadar güzel olduğunu düşündü. Teninin kokusunun bu kadar yoğun duyulmasının ne kadar hoş olduğunu da…

Artık düşünemiyordu. Işık parlamaları kapıdan süzülüp tişörtünün kolundan, boynundan; kulaklarından, gözlerinden içeri giriyordu. Nihat çaresizce gözlerini kapattı. Kadehleri durduramıyordu. Kendisini nasıl arındıracağını ve dahi arınmak isteyip istemediğini bilmiyordu. Yorgunlukla eğildi. Alnını Gülgün’ün ayaklarına dayadı. Zihni durdu. Zaman durdu.

“Kozmik çekirdek ne yaparsa doğru yapar,” sözcükleri döküldü dudaklarından.

Bu öyküyü ayrıca dinleyebilirsiniz:

Barahmasa’nın Kadehi

“1 Saatte 0’dan Öykü Yazmak” adlı videomda, konusunu bulup giriş kısmını yazmıştım:

Liste(leri) seçin:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir